19 Eylül 2009 Cumartesi

Nice Bayramlara

İçinde Sevgi olan Nice Bayramlara
ahb

Müzik: İncesaz-Bayram  
Bir bayram sabahı tutulan şeker çanağından,
Başparmakla çukulatayı
Can çok çekse de görmezden gelip
Badem şekerinden iki tane almak,
Gözler pırıl pırıl parlayan yaldızlısında kala kala.

Saf limon kolonyalı elleri sıradan öpüvermek,
Alna koymayı unutmaksızın.
Akıllar; cepteki harçlıklara kaç çatapat sığabilirin
Ilık telaşında.

Nemli tülbentle ütülenmiş pantolonların sertliği
Dizlerin kıvrılmasını engellerken,
Ayakkabıların burnuna sıvaşmış çamurun
Ne halt edileceğinin derdiyle,
O bilmem kaçıncı med cezir oyunları
Gözlüksüz dört gözle beklenirdi
Aynı çocuksu çoşkuyla.

Sonraları bulaşanların yeri
Paçadan yukarıya doğru değiştikçe
Bu git geller iyiden iyiye azıttı,
Hormonlu domatesin memelenmesinde.

Kendi deden gibi dede,
Baban gibi baba olamama derdi
Vurdumduymazlıklarda.
Badem şekersiz, kolonyalanmış elsiz, mendilsiz...
Saf olmanın biçare açmazlarının koynunda
Sabahlarken pervasızca.

Cami avlusunda bayramlık ayakkabı çaldırtmadan,
Boş arsada teneke kutu altında mantar patlatmadan,
Komşu kapıları çalıp
Toplanan şekerlerden bağırsakları bozmadan,
Öpülmeden,
Öpmeden
Bir bayram daha bitiyor;
Ne sen onu
Ne de o seni anmadan,
Tatmadan.

Açılmış uykulu gözlerle yastığın kenarına iliştirilmiş
Çorapları bulmanın değersizliğinde,
Çağ atlıyoruz ip yerine,
Bir ayak yakalarsak bileğinden sabah sabah
Nasıl kaydırılacağı düşünülür anlamsızca ancak
Deniz üstünde yedi kez sekecek taş yerine.

Din bütün olsun diye
En yetkinler
En etkili sesleriyle
Çene altındaki düğümler sıkılaştırıldıkça
Düşünceler örtünmeli
Ki; elden gitmesin”in ortaoyunculuklarındalar
Pişekarsız, Beberuhi kıvamında.

Ne bir gazoz simite yetecek cepteki bozukluklar,
Ne arka cepteki katlamış beyaz kumaş mendiller,
Ne de emerken içinde düşler kurulan akide şekerleri
Hepsi bir yana;
Gölgesi bile yok artık
Bakılan aynadaki balık gözlerde.

Ancak çenealtındaki düğümler tas tamam,
O günkülerin istediği gibi olmasa da
Bu günkülerin dediği gibi
Sımsıkı, adeta kördüğüm;
Bir daha çözülmemecesine sadık…

Yeni alınan pantolonuna
Yama diktirmeden giymeyen,
Tütün kolonyası kokulu dedeler gibi de
Dede olunmadı bir daha artık,
Her ne kadar yeni yetme dedeler kendileri için
Utanmadan çok şükür bile dese de.

Kenarında okuması bile
Başlı başına bir dert markalı türban yerine
Kendi işlediği iğne oyalarla süslü yemeniyi
Başına geçiren
Anneanneler gibi de anneanne olmadı dedeler gibi;
Ucuna gönlünü, sevgisini nakşettiği pazar işi mendili
Bayramlarda avuç içlerine sıkıştıran.

Herkesten önce uyanıp,
Traşını olmuş yeni giysiler içinde ne babalar,
Ne de üç gün öncesinden
Lahana sarmalı, cevizli gül tatlılı bayram yemeğini
Sofraya çıkarmanın gururu,
Bir o kadar da yorgunluğu üzerine düşmüş anneler
Yetişmiyor artık,
Bir bayramdan bir bayrama da olsa.

Bedenler aynı bedenler de olsa
Çağın dayatmalarındaki duygular taşınıyor oysa
Elektronik elektronik, teknolojik teknolojik
Şeker bekleyen bayram çocuklarına
Olsa olsa beşer volt elektrik dağıtılacak neredeyse,
Neyin neye,
Neresinden atlandığı dahi anlaşılmamış bu çağda.

Cepteki gönül
O da çok çekerse,
Oğlana Laptop,
Kıza son model cep telefonu,
Babaya avuçiçi bilgisayar,
Anneye otomatik vites bir araba alınır,
Muhafazakarlığın
Çene altına alınmış düğümünün sıkılığında.

Eller havada kavuşarak haykırmalı
“Çağdaş olacağım” diye diye…
Her ne kadar birileri çağdaş olunacak diye
Topladıklarını
Kenetlenmiş iki ellerinin arasında saklamışlardı
Olanlar sonradan öğrenilse de.

Yani boşa sallanmamıştı Stilo kalemler bir zamanlar,
Çağdaşlık adına
Artık boş borç senetleri imzalanmalıydı ardı ardına,
Anılar, mektuplar, şiirleri
Mum ışığında yazmanın aptallıkları yerine…

Hatta o yıllara kadar keyifsiz gelenler,
Artık güzel arabalar içinde hız yaparken
Karılarına kaset sürdürmeliydi
Neşenin nasıl bulunacağı açık açık öğretilirken,
Salladıkları kalem uçlarından sıçrayan mürekkeplerle
Kör edilmiş gözlere batırırcasına.

Onlar;
Ediz Hun’la Hülya Koçyiğit’ten kalma alışkanlıkla
Açık ağızların dudaklarına yapışıp kalmış
Çekirdek kabuklarıyla İzlenmeliydi,
Soluk soluğa,
Bileklerden geçen damarlar
Kendiliğinden jiletlenircesine…

Kafadaki ikiz lop “Ayy... kırışmış” diye önce gerdirilip
“Orada iyice gözükmüyor” adına
Bel altına takıldığından,
Atlanan çağın aydınlığı da, aramanın tembelliği de
Düşüncenin bulunduğu yerle ilişkisinden olsa gerek.

Gerçektir; bayram da atlandı, seyran da
Hatta sevdalar bile...
Ancak sarışın mı olduğunu dahi bilemediğimiz
Bir tek çağ dışında.

Bu güzelim insanlara
Daha çok yakışmaz mıydı halbuki ?;
Bol kıvrımlı,
Bol kırışıklı beyindeki akıllı düşünceler,
Yüksek tansiyonla atan
Kanlı yürekdeki sevgiler...

ahmet haluk başaklar
10.8.2004-Bodrum
"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Mavi"

10 Eylül 2009 Perşembe

3 Tekerlekli Bisiklet


Dedim ya, yaşlanıyorum diye; dün diye başladığımı yine unutup bugüne geldim...

Efendim, aile büyüklerinin anlattığına göre; o zamanın deyimiyle aşırı küfürbazmışım. Hani şöyle böyle değil. Biri topumu zorla mı aldı; “Senin ta ananı...”, durduk yere tükürdü mü; “Senin babanı...” olduğu rivayet edilir durur aile efradı içinde. Ha, bir de şimdiki halime bakın. Memleket Ali Baba’nın halısı gibi altımdan çekiliyor, çıtım yok, karısından şüphelenip de hafiyesi Mahmut tutan adam fıkrasındaki gibi; “Dur hele, bakalım n’olcak şimdi?” diye diye gündüz kadın programlarını izleyenlerden bin beter olmuşum. Ne’o? Efendilik... “Efendiliğin batsın emi. Efendi olsan kaç yazar, karşındakiler Apaçi...”

O yıllarda bir kasabadayız, memur bir babanın çocuğunun makus talihiyle. Benim de üç tekerlekli bir bisikletim var, koca kasabada bir kaç tane arasına giren. Bisikletim yanımdayken kendimi hiç, bir başıma olduğumu hatırlayamıyorum. Mutlaka çevremde “versene bir tur atayım” ordusuyla her an birlikteyim, yeni nişanlı çiftin başbaşa bırakılmasının kalabalıklığında. Bende yaş 5, bilemedin 5,5. Bir gün yine kabile toplantısı yaparcasına bir kum tepesinin yamacına oturmuş, tam ortamıza koyduğumuz üç tekerlekliyi kamp ateşi niyetine çevrelemişiz. Biri tutup diyorki;

“Ula, bunun tekeri nasın dönüyoo. Önündeki dönüyoo... Onu anlıyom da, arkadakiler nasıl dönüyooo...”

Vay sen mi dersin bunu. Köyün bilgesi kıvamında; ”Bak şimdi...” diyerek yaşımın üzerinde bir olgunluk içinde dolgun bilgilerle anlatıyorum. Hepsi benden büyük olmalarına rağmen çıtlarını çıkartmadan anlattıklarımı dinliyorlar. Bir ara öyle kaptırmışım ki kendimi, ortadaki bisikleti ters çevirmiş, tıp öğrencilerine kadavrabaşı uygulamaları anlatır gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonunda “Dayı köprüyü geçti”. Üç numara saçlı başlardan biri sessizliği bozuyor;
“Peki ya lastiği patlarsa?”.

Elimdeki söğüt dalıyla tekerleğe şaklatarak;
“Hiç patlar mı lan bu? Dolma lastik bu, dolmaaa?”.

Ancak üç numara saçlı baş hâlâ ısrarcılığını koruyarak;
“Canım, mesela üstüne daşş düşse,... teker sekiz olsa,...”

“Öööle desene olluum. Sen patlasa diyon bikerrem.... O başka. O zaman dibinden sökülüp yenisi takıyolaa” dememle birlikte;
“Sen sökebiliyon nu?”

“Tabi olluuum” diyerek bahçeli evimizin duvarına dayalı, boyum yetmediğinden içimde hep özlem olarak kalan abimin lacivert bisikletinin, selesinin arkasına asılı deriden alet çantasını açıp, iki başı topuz, her topuzda dörder ayrı numaralı yegane anahtarı kaptığım gibi, yanlarında ben olmadığımdan bisikletin üzerine daha rahat üşüşmüş üç numara saçlı başlar ordusunun ortasına hışımla dalıyorum. Hepsi yeniden eski oturdukları yere çömüyorlar. Ihlaya pıhlaya söküyorum, cıvatasından. “Naah işte” O an beni gaza getirenler onlar değilmişcesine, uyuşuk uyuşuk ayağa kalkıyorlar, tüm gizemi kaçmışçasına, şekeri bitmiş ciklet kıvamında;

“Eh hadin, dop oynayak biraz”. Bir elimde anahtar, diğerinde dolma teker, somun cıvatayı hatırlamıyorum neredeler.

“Hoop leen nereye?”
“Maç edeceez, istersen sen de geh. Galeye geçen”. Dışlamadıkları için, memnuniyetle aralarına karışıp doğruca karşıdaki ilkokulun bahçesine. Sayışmalar, adam almacalar, adımlayarak yassı kale taşlarını üstüste koymalar... Başlama vuruşuyla birlikte sabahı etmiş bekrinin yürüyüş endamında yamulmuş top bir o yana gidiyor, bir bu yana. Kim nereye vurursa vursun, top gidebildiği yönden geri adım atmıyor kör inatla. Annemin seslenişiyle maçın havasından bir anda sıyrılıyorum. Uzaktan bir şeyler söylemekte ama, ince sesi bana gelene kadar üç numara saçlı başlıların topa vurmasa da bağıran seslerini bir türlü aşamıyor. Efeyim ya... söylene söylene yarım metre irtifayla kostaklanarak bahçe duvarına çocuksu asabiyetle yanaşıyorum.
“Ne var?”
“Bisikletin nerede?”
“De ha orda.”
“Oğlum bırakılır mı orta yere? Çalan malan olur bakarsın?”
“Kim çalacak ki? Aramızda hgırgız mı var?” Aynı efelikle önce bahçe duvarına tırmanıyor, sonra hopbaa atlıyor ve bisikletin olduğu yolun karşısındaki kum tepeye yöneliyorum. Tabii ki annem de peşimde.
“Al işte, kimse çalmamış, oldu mu?”
“Bunun bir tekeri nerede?”
“Buradadır!... ?...”
“Nerede oğlum?”
“Dur yaaa... buralarda bir yerdedir, uçacak deel yaa...”
“Oğlum niye çıktı teker yerinden?”
“Bebelere gösterdiydim de...”
“Niye?”
“Hiç görmemişler de...”
“Allah Allah... oğlum, peki şimdi nerde?”
“Bilmiyomm, bilmiyommm... Laa bebeler, benim bisikl...” okulun bahçesinde kargalar yere inmiş, yediklerimizin kırıntılarını tırtıklamaktalar. Bebeleri soruyorsanız, bahçeye sanki hiç gelmemişler... Yediğim paparalardan sonra anlaşılan o ki; benim arka teker üç numara saçlı başlının birine çember olmuş, çomakla çevirmek için. Bir kaç gün sonra aynı tepede kabilenin toplanmış olduğu görüp fırlıyorum yanlarına. Hışımla;
“La, hangi a.... k...mun bebesi aldıysa getirsin,...” diye başlayıp sonu gelmeyen bir Otello tiradına başlıyorum, ipekyolundan gelen tüm baharatları serptire serptire. Anlayamadığım, ben sövdükçe onlar kırılıyorlar gülmekten. O an anlıyorum ki; asistan kıvamında beni ciddi ciddi dinlemeleri, meğer köprüyü geçmemi beklemeleriymiş .

O gün küfrün tüm sihirli gücünü yitirdiğini anlamamın miladıymış her halde. İnadına, üç tekelekli bisikleti elde kalan iki tekeriyle düşe kalka kullansam da giden geri dönmemişti, yeni lastik takılana dek.

Diyeceğim o ki; dolma tekerleği bugün de kendi elimle teslim ettim; aydınlık için, demokrasi için, özgürlük için, erkek için, kadın için, çocuklar için,... insan için... Üstelik yenisinin de geri gelmeyeceğini bile bile... “Şimdi sövsem, kaç yazar ?”

Sevgilerimle...
ahmet haluk başaklar - 13 Ocak 2009