27 Ekim 2009 Salı

Kavanoz...

Bir gün otururken bulvar pastanelerinin birinde
Masan tam kapının karşısında bir yerlerde
Sevdiğin girdiğinde içeriye
İlk senin gözlerinle buluşsun gözleri diye

Halbuki, camlı kapının her açılışında
Bilinmeyen birileri girer içeriye,
Birileri çıkar dışarıya
Yüreğinse zaten yanlızlıklarda.

Ne zaman ki birisi açıp girer
Sıcak güneşin altından gölgeli salona
Sivri topuklarıyla gönlüne basa basa.
O an yüreğine kan oturur
Fazlalıklarını kapakçıklarından taşıra taşıra.

Ne içeri giren kalmıştır artık ne dışarı çıkan
Ne de orta yerde bir kapı
Girilip çıkılan.

Adeta yeni şişelenmiş
Taze şarap gibi hissedersin kendini
Daha mayalamaya başlamamış olan.

Halbuki istediğin yalnızca zaman,
Öylece kıpırdamadan karşında duran.
Sen zamanı, zamanın seni seyrettiği,
Kapınınsa hiç olmadığı yaşamından.

Ellerinin arasında
Kapağını sıkıca kapatıp tuttuğun
O kavanozun içindeki yaşamını seyredersin
Bir gün mutlaka demleneceğini umduğun
Aymazlık içinde hem de hiç korkmadan.


ahmet haluk başaklar

8.8.2003-Bodrum
"yaşamdan turşu kurmak…"

"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Mavi"

16 Ekim 2009 Cuma

Düşmenin Hüznü...

Ne ara sararmış
Şu güzelim dut ağacının yaprakları.
Daha az önceydi,
Hem de yeşilin en duygulu rengindeydi.
Ne ara ne ara…

Ya güllere ne demeli ?
Bak, alttaki tomurcuk tam patlamak üzereydi
Bıraksalar
Belki de açmasına bir kaç saat yetecekti.
 
Yazık oldu yazık…
Hem de çok yazık…
Saksıda olsalar alırdım içeri
Göz göre göre boynunu büktü gitti.

Şimdi beklemem gerekecek
Baharın yeniden gelmesini.

Yazın ardından gelse bir şey demeyeceğim,
Ama ortada geçecek koskoca odunsuz kış var,
Yalnızlığın üşüttüğü uzun geceler…

Bahar geldiğinde de
Hemen yeşillenmiyor ki ortalık canım.
Bir başına sevdasız baharı geçirmekte cabası.

Oturup bekleyeceğim dokuz ayın geçmesini.
Halbuki daha kolay değil mi ?
Üç ay geri gitmesi,
En güzel mevsimin bir senede
Dört kez demlenmesi,

Hem sevdam yok diye
Diğer mevsimlerin de kırmıyorum ya kalbini.
Tüm istediğim üç ay boyunca
Üç yeşil dut yaprağı
Bir de gonca gül.

Ne bir kuş, ne bir böcek, ne bir sevda…
Hepsi hepsi üç yeşil dut yaprağı,
Bir de gonca gül

Doğrusunu söylüyorum
Neyleyeyim gerisini…

ahmet haluk başaklar

8.11.2003
“kimse kabul etmese de koza ördüğünü kendine
Hepimizde yaşar küçük bir tırtıl kendini göstermese de…”
"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Mavi"

7 Ekim 2009 Çarşamba

Pastırma Zengini...

Konya denilince aklıma hep nüfus cüzdanım gelir. Üzerinde Konya yazdığından değil, mutlaka sorulmuş bir “Burası nereye bağlı ?”ya verilmiş yanıtın sıklığından.

Oysa; 955’ i 956’ ya bağlayan 8 aylık bir oralılıktır, beni “Memleket Konya mı hemşerim ?”e dönüştüren her başvurduğum refakatçı evrak memurları sayesinde.
Bilen bilir; hangi memurun iki çocuğundan birinin nüfus kaydındaki doğum yeri hanesi diğeriyle aynı yere sahiptir. Bizde de o makus talih değişmemiş ve ardından bir kasabadan diğerine bir at arabalık eşyayla tayin olunup durulmuş. Hem oralı olup hem de orada olmamaktan çocukluğum “Bozkır neresi ?” sorusunu evrak memurlarından önce ben sormaya başladığımdan olsa gerek, onlar sonradan bana öykünmüşler diye düşünmüşümdür hep. “Niye ben Bozkır’da doğdum da siz başka başka yerlerde doğmuşsunuz ?” diye sonu gelmez inadımın yatıştırılması için bana hep Bozkır maceraları anlatılırdı, tabii ki içinde benden konu olacak bir tek cümle bile barındırmayan.

Devlet memurlarının silah zoruyla dağa kaldırılarak işkenceyle öldürüldükleri bir dönemde bir gün birden abimin ortadan kayboluşu, sonradan öğrenildiği kadarıyla; iki devlet memuru çocuğunun papatya tarlasının bir başından girip “Aa.. bu da da vaymış… bu da da vaymış…” diye diye kasabanın umulmadık uzaklığına ulaşmaları, demetlerin artık kucaklarına sığmazlığından yeterliliğine ikna olduklarında da geri dönüş yolu diye gidiş yoluna sapmaları, erişilmesi iyice akla gelemeyecek yerlerde dolanıp durmaları onların kayboluşlarını daha gizemli hale bürümüş.

Bu öykü o kadar sık anlatılırdı ki bana; ancak daha sonraları anlayabilmişimdir, annemin deyimiyle athırsızlığımın dizginlenmesi için körün istediği bir göz misali evimizde uzun yıllar istemeden bir fabl olmuş ellerindeki abartısız tümüyle gerçek olan bu öykü,

Peki, ben ne yapıyordum o sırada ?” isteğime karşı anlatılan tek öyküm vardı. O da; yeni doğmuşum, sağolsun babam da süt olsun diye her gün eve tepsi tepsi baklava taşırmış, Hoş, abime çekmediğimden meme emmeyi erken terketmişim. Yani bana yarayacaklar olduğu gibi annemde kilolarca et olarak birikmiş. Ve annemin bildim bileli taşıdığı kiloların çıkış nedeninin de bu olduğu söylenegeldi hep.

Yegane öyküme gelirsek, bir gün bizimkiler karı koca bir düğüne gidecekler. Annem lohusadan yeni çıkmış. Yakalamış böyle bir fırsatı kaçırır mı, hem de küçükcük bir kasabada. Takmış takıştırmış, genç ya, yakmış yakıştırmış. Ardından ne olduysa ondan sonra olmuş ve bir nedenle bir itiş bir kakış sırasında annem ardındaki yeni şerbetlenmiş baklava tepsisinin üzerine kaidesi üstü düşmüş. Gece berbat, babam berbat, en berbatsa kafayı dışarı çıkarmanın bin türlü bahanesini arayıp da sonunda bulduğunu sanan annem. Ben mi neredeyim bu öyküde ? Arka fonda uyutulup çıkılan evdeki rüyalara dalmış o arkadaki bebek var ya, o… yetmez mi ?

İşte her anlatılışında kahkahalarla güldüğümüz bu kısa öyküydü içinde bebekliğimin olduğu tek Bozkır macerası, üstelik benim hiç hatırlamadığım o kasabadan bana arta kalan.

Uzunca bir süre Bozkır’ı kimseye tanıtamadığımdan kısaca “Konya” diyerek geçiştirmem, beni iyiden iyiye has bir Konyalı yapmıştı. İlkokul çağlarımda, annem benim için “Konyalı” türküsünü söyler, birlikte el çırparak eğlenirdik. Konya’yı hiç görmemiş olsam da Konyalı yerine konmak çok hoşuma giderdi. Hani, elli gram da olsa pastırması vardı ya içinde. Pastırma sahibi olmanın verdiği zenginlikle boysuzluğuma possuzluğuma inat öyle kabarırdım ki…

Yıllardan ya 964 ya da 965 ti sanırım. Günlerden bir günün akşamında, babam;

Yarın, abini de alarak Konya’ya gidiyoruz, üçümüz
Hayırdır ?
E Konyalı değil miydin sen ?
Ne o, memnun kalmadınız da iade mi edeceksiniz, yoksa ? Hani, ormana kırmızı başlıklı kızı götüren iyi yürekli cellat misali, görev sana mı düştü ?
Hadi hadi… değişiklik olur. İyi de olur. Hem bak sen de hiç görmemiştin doğduğun yeri. Al sana, bundan daha iyi fırsat mı olur ?
Hani ben Bozkırlı’ydım ?
Söyle bakalım, Bozkır nereye bağlı ?
Konya’ya. Peki Konya’dan çok uzak mı ?
Uzak, epeyce uzak…”
Peki, neden bağlamışlar madem o kadar uzaksa ?
Amaaan. Kısaca gidiyoruz işte, uzatma.


Kıştan kalma bir bahar günüydü Konya’ya ilk ayak basışım. Gider gitmez, doğrudan Mevlana’nın türbesini ziyarete gittik. Hatırladığım, önünde şimdi ki kadar geniş bir alan yoktu. Olansa, bastırılmış topraktı. Türbenin iç avlusu da bu kadar betonlaşmamış, taşlarla kaplanmamıştı. Benimse gözüm iki de bir takılıp kaldığı türbenin haşmeti yeşil çatılı kubbesindeydi.

Akşam olup hava kararırken tur akrabalarım ille de tutturdular “Selçuk Oteli neredeydi ?” diye, hani benim olmadığım Bozkır’lı günlerini yad etmek hatırına.

Şuradaydı, galiba ?
Yok yok baba, tam tersine şu karşılarda bir yerde olması gerek !


Sonunda “Nerede ?” olduğu konusu bir Konyalı’ya sorularak karşımızda dikildiği anlaşıldı. Girişi ahşap, küçük pencereli kapısından girilen, yukarısı alacakaranlıktan ötürü seçilemeyen, çok da büyük olmayan bir oteldi.

Bu muydu, aramaktan helak olduğumuz anılarınızı saran otel ?

Bu gün gibi hatırladığım; odaların açıldığı sofada, üzeri dantel örtülü tahta masadaki camdan tapalı, bağdaş kurup oturmuş kadın gibi dibi geniş, ince boyunlu sürahideki suyu öğlen yediğimiz kırma soğanlı Konya tandır kebabının hararetini söndürmek için iki turda bitirdiğimiz.

Ertesi gün dönüş yolunun sonu bizim evde bitmeyip, doğrudan annemin anneanneme refakat ettiği dayımın evinde son buldu. İçeri girdiğimizde yatağında oturan anneannemin parlayan gözleri karşıladı bizleri.

Alabildin mi ?

Babamın gözlerinin içine girip yerleşecek neredeyse. Damat babam, keyifli bir tebessümle başını sallayarak cebinden çıkardığı naylona sarılı küçük paketi saygıyla ellerinin arasına bıraktı. Adı gibi mahir olan anneannemin parmakları, ustaca gelin yatağı düzercesine naylon çıkıyı açtı. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı esmer renkli tutamları hızla ağzına götürerek yemeye koyuldu.

Aaa… tandır… yoksa, gelirken tandır mı getirmiştik biz ?
Değil.”


Anneannem başını yavaş yavaş sallayarak;
tandır…tandır…”


Kendisi bir kanser hastasıydı ve sona yaklaşmış, had safhaya gelmiş ağrılarını dindirebilmek uğruna neredeyse adeta bir morfinman olup çıkmıştı. Öyle ki; gereken morfinler yetmez olmuş, zaman zaman resmi sınırların zorlandığı anlar gelmiş ve eczaneyle muhattap olan dayım o günlerde sıkı takibe alındığını söyler olmuştu. Doktor artık “Ne istiyorsa verin, ne istiyorsa yapın” diyerek kısıtlamaların tümünü kaldırmıştı. Ve nereden duyduysa bir gün damat babamı çağırıp Mevlana toprağının hastalığına iyi geldiğini duyduğunu iletmiş. Babam damat da bizi bahane ederek iki gün içinde belki de bu en son arzusunu gerçekleştirmişti. Biz içeride Erenleri gezerken o iç avluya ne ara çıktıysa, bir avuç toprağı kaşla göz arasında cebine doldurmuştu. Ardından da anneannemi ikinci bir arzusunu seslendiremeyecek süre sonunda yitirmiştik. Hayatımda onun bu kadar hevesle ve keyifle bir şeyler yediğini görmemiştim. Belki de Konya’nın yenmiş en lezzetli tandırıydı iç avludan alınmış o Mevlana toprağı.

Yıllar yılların üzerine umursamazca yığılırken gün geldi kayınbirader Konya Selçuk Üniversitesini kazandı. O okurken mutad kervana bir seferinde ben de katılmıştım. Kayınvalidem Konya’nın ne kadar medeni olduğunu bize bir ramazan gününde Alaattin tepesinde kahvaltı yaptırarak ispatlamaya kalkıştığında, yaşamım adrenalinle bu kadar haşır neşir olduğuna ilk kez tanık olmuşsa da aklımda esas iz bırakan, kıran kırana yaşanan şenlikli sahur eğlencesi olmuştu.

Apartman aralarındaki sokakların darlığına inat, üstü açık bir kamyonetin kasasına doluşmuş on ayrı enstrumanlı sazendelere “Gırnatacı, Kandıralı…” diye beşinci kattan atıyorsun bahşişini, gırnatacı senin için başlıyor mahalleliye “Kandıralı”yı çalıp söylemeye. Apartmanlar çok, taliplisi de, istekte bulunmanın bahşişi de. Bu galeyana dönüşen heyecanlar öyle bir an geliyor ki;

Tamam yenge, kemancı arkadaş hele bir bitirsin, söz ilk sana çalacağım senin şarkını” gibi istek icralarında çift bilet kargaşası yaşanacak kadar rağbetli, seyirli, seyircili, eğlenceli, en çok da uykudan fedakarlık edilebilecek kadar keyifliydi.

Ertesi gün dönmeden önce tüm zamanların rakı tüketim şampiyonu olduğu bilinen Meram Bağlarını gezdik. Küçük turistik turumuzun sonunda; yüksek duvarlar, yeşilliklerden içi görülemeyen bahçe içindeki malikanelerde değil rakı, Ganj nehri içilip kurutulsa kimsenin farkına varamayacağı sonucuna ulaşılması bir kehanet olmadığı gün gibi aşikardı.

İştee, benim Konya’mın da, Konyalı’lığımın da tüm öyküsü bu; her ne kadar “Hadi len oradan” sesleri kulağıma gelse de, durduk yere beni bu halimle sorgusuz sualsiz Konyalı yapan başta devlet büyüklerimizden devlet erkânına kadar tüm evrak memurlarına ve katkıda bulunanlara saygı, sevgi ve teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.

Ama ne yalan söyleyeyim; yaşım artık alıp başını bayır aşağı doğru inişe geçmişse de, saçımın telleri esmerlikten sıkılıp kot pantalonlara özenip ağarmış olsa da pastırma zengini olmak hala hoşuma gider.

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

12.7.2007

5 Ekim 2009 Pazartesi

Bir Güz Gecesi


Geçen yıl 29 Ekim'de gittiğim "Ankara 1923"ün ve bu sene de 5 Ekim 2009 tarihinde Devlet Opera Balesi Genel Müdürlüğü'nde yeniden sahneleneceğini okudum. Gitmemiş, haberi olmamış ya da kaçırmış olanlara duyurmak adına geçen yıl yazdığım aynı başlıklı yazımı paylaşıyorum.

Sevgilerimle...

ahb

Dün gece; resmilerce ağır yaralanmış ve katline bayır aşağı sürüklenen Cumhuriyetimizin 85. Yılı 29 Ekim’inde, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin Büyük Sahne’de sergilediği, “Ankara 1923” Dünya Gala’sındaydık.

Geceye değinmeden önce, 3 teşekkürüm var.

Birincisi; başta Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına, ardından son senelerde her ne kadar duyulması gereken minnet, töhmete dönüşüp nankör kedileşmişse de, bizim hem cismen hem de ismen var oluşumuz ve varlığımızı hala kör topal da olsa sürdürmemize neden olan, onların kemiklerinin şimdileri sızladığını sandığım, tereddütü teferruat sayarak feda ettikleri cansız bedenlerine borçlu olduklarımıza...

İkincisi; o günlerde yaşananların aslında bir Destan olduğundaki ısrarlarını Ankara Keçisi’nin inadında, her girişimlerinde Angora tüylerinin yolunmasına aldırmadan bu konserdeki tüm eserlerin oluşma fikrini ortaya koyan Ankara Kulübü Derneği Başkanı Dr. Bülent KALIPÇI’ya, katkılarından ötürü Cevdet BATUR ve Cüneyt BALKIZ’a, okuduklarından gönlüne doldurduklarını ince eleyip sık dokuyarak besteleyen Mustafa ERDOĞAN’a, libretto yazarlığını üstlenen eşi Gülce ERDOĞAN’a, Orkestra şefi Prof. Erol ERDİNÇ’e, Solist Aykut ÇINAR’a, 73 kişilik Senfoni Orkestrası enstrüman erbaplarına, 119 kişilik muhteşem Koro’ya, emeği geçen herkese...

Üçüncüsü ise; Cumhuriyetin 85.yılında, hem de bir Dünya Prömiyer’ine her zamanki ustalığıyla bilet alabilmeyi başarıp, kutlamanın en anlamlısını bana da yaşattıran yol arkadaşım, kadim dostum Eşim’e...

Büyük Tiyatro’nun bahçesine girdiğimizde, konserin başlamasına daha kırk beş dakika vardı. Araç parkından çıkıp da tiyatronun yan merdivenlerini tırmanırken, Orkestra çalışanlarının bir aylık maaş zammının iki katı bedelle, kat muavini kılıklı IV.Murat’lara sigaradan enselenip, ATM’lerden tama ibla edilememiş olduğundan henüz çekilemeyen ücret artışını da kaptırmamak uğruna Ankara’nın bir güz gecesi serinliğine dumanlarını tellendiriyorlardı. Mustafa Kemal, istediği kadar “Sanatçı, alnında Güneş’i hissedendir” demiş olsun, Kasımpaşalı ağzıyla “Kaç yazar. Altı veled Dünya’ya getirip, en sağlıklısından Sadık Mürid yapmak kolay mı ?”. Kimileri öyle kaptırdı ki bu söylemin şevkine, 18 liğin kendi 65 lik zevcesinden daha toraman mahdum vereceği inancı, şevki şehvete dönüştürmeye yetti de arttı bile, gerisi bir eli Jeep vitesindeki sarmabaşın pembe yanaklarıyla “kocam bana döndü ya” demesi, laf-ı güzaf.

Biletler Internet ortamında ayırtıldığından gişeden teslim alınma süresini değerlendirip, müzisyenlere imrenip bir cigara molası da ben alıyorum. Bir elimde sıcak çay, diğerinde sakıncalı gönlü yanık. Birden, üstü başı ehvenlik alt sınırını zorlayan giysili, suratı bir kaç günlük traşı gelmiş, benim kadar ufak, benim kadar tefek bir adam beliriyor karşımda. Tebessümle;

Özür dilerim. Bir şey soracağım ?"
Tabii ki, buyurun.
Buraya nasıl giriliyor ?... Yani; her isteyeni alıyorlar mı, içeri ?
?
Yani parayla mı ?
Paralı...
Kaç kuruş ?
“...parası önemsiz... önemli olan bilet bulamazsın. Zira; çıktığı anda bitiyor. Yoksa, ücreti alt tarafı iki dolmuş parası.
Zaten biletim olsa da beni almazlar, yaa...
Biletin varsa, neden almasınlar ki ? Burası herkese açık bir yer.
Ne seyredecekler ?... Konu ne ?
29 Ekim’e ait... Daha doğrusu O zor günlere dair

Kafasını kaşıyarak durumu anlamanın zorluğunu çektiğini hissediyorum. Benim durduğum cephe ile onunki dik açı oluşturarak bir süre sessizce duruyoruz, dumanlarımızı karanlığa savurttura savurttura. Bir kaç dakika sonrasında “İyi akşamlar” diyerek yanımdan ayrılırken, olanları anlamaya, çözmeye çabalıyorum. Gayri ihtiyari onun cephesine döndüğümde, yaşının geçmişliğine aldırmadan mini etek giymiş bir kadının diğer şık kadınlarla sohbet ettiğini, aynı çerçevede hoş, güzel giyimli gençkızlardan oluşan erkeksiz sohbet halkalarını gördüğümde ufuktaki şafak atmış, yorumlamaya bile gerek kalmıyordu.

Güleç yüzleriyle kadınlı erkekli Seğmenler, salonun girişinde iki yana karışık dizilmiş, gelenleri karşılıyorlardı. Aralarından aynı tebessümle onları selamlayarak geçip, biletimi her zamanki gibi yine üzülerek hüzünle yırttırıp kalabalığın içine adeta daldığımda, üçüncü zilde “özür dilerim geç kaldım” diyerek alaca karanlıkta çelik topuklarıyla nasırınıza basa basa, çantasını kafanıza vura vura, paltosunu yüzünüze sürte sürte yerine geçmeyi alışanlığa dönüştürmüşlerin bu kez aksine, neredeyse tüm koltuk sahipleri kapı girişini gözaltına alabilecek müstahkem mevkilere çoktan mevzilenmişti bile. Birer ikişer siyasiler sökün etmeye başlıyor, Parsayı Toplama Partisi milletekilleri; kalın, küt sesleriyle mangalda kül bırakmayacakları, kendilerine partilerinin tutumundan hesap sormayanların çevreleyeceği çemberler arıyorlardı. Müzmin Sosyal Demokratlar, onların Başkan adayları, hatta aday adayları, yanlarında bugünki durumumuzun bu hale gelmesine katkı veren acar işadamı avaneleriyle her zamanki edalarıyla karşılanıyordu. İlginçtir, çevrelerinde protokol gereği olması gerekenlerin dışında halktan birileri yoktu ya da bu bilindiklerle birlikte artık yan yana görünmeyi istemiyorlardı. Eh, iş o zaman “Körler sağırlar, çaresizlikten birbirlerini ağırlar” misali, sanki az öncesine kadar farklı iş mekanlarından geliyorlarcasına birbirlerine ezbere bildiklerini; anlattıyorlar, dinliyorlar, devre arasında sözü karşıya bırakıyorlardı.

Yerimiz sırabaşı olduğundan, sıranın dolmasını ayakta bekleyip yerimizi alıyoruz. Tam önümde, 25 yaşlarında genç bir çift var. Sanırım ya “yanlışlıkla düşmüşler” ya da kızımın deyimiyle “aslında aradıkları yeri şaşırmışlar”. Sahne ışıkları yanık, salon karanlık olduğundan önüm daha çok bir Hacivat Karagöz perdesi, burnumun dibinde sergilenen gölge oyunu. Bendeki boy, Tanrı’nın uzatmayı unuttuğu bir selvi, oğlanı sorarsanız bana göre zebella, 1.85. Kızın gagintalığını Kanuni burun tamamlıyor. Ama bana sorarsanız dudaklarının en sevdiği yer, delikanlının kulak memesi. Bir koltukluk sağda veya solda ya da sahneyi yan duvara kaydırabilme imkanı olsa ayrıntıları umursamayacağım. Uyarıcı bir cümle karşısında, yeni neslin usluplarına nallanmış “ben bildimci Cem Yılmaz küstahlığı”nı da göz ardı edemiyorum. Üstelik, söylemimin bir tutucu ya da gericinin söylemiyle örtüşeceği de kaygı verici, “rontgenci imam” kıvamında. Kısaca bıyık sakal arasında topsuz tenis oynuyorum, bir backhand bir forehand. Kızcağız, daha kısa kaldığından önce koltuğunda zıplıyor, kaideyi minderden kesip çocuğun kulağına ne diyorsa diyor, o sırada timpaninin son vuruşu duyuluyor, bir es, “barccc”. Kulak öpüldü, iç kulak kiri bile tahliye edildiği inancında. İşlem aralığı 3 ya da 4 dakikayı geçmiyor, yeni baştan aynı cilvenaz. Kızcağızın, yerinde kıpırdamadan durması abartısız yarım dakikaya bile erişemiyor. Kulak memesi sağmadığı anlarda; saçını düzeltiyor, başını oğlanın omuzuna dayıyor, çekiyor, kokluyor, eliyle sevgilisinin eline vurarak “şap... şap...” alkış tutuyor, oynak mezürlerde kafasıyla iki yana komiklik yaparcasına müziğe eşlik ediyor. Baktım olacak gibi değil. Küçümengillerden olduğumuzdan kızımın omuzunun yanından eğilip, onun görüş açısına tecavüz ederek kalan bölümü izlerken, kızın da oğlanın da icra edilen eserin ne amacı, ne anlamı ne de ne değeri olduğu konusunda hiçbir fikirleri olmadıklarının farkına varıyorum. Dinlediklerinin bir sevgi olduğunda hem fikiriz, ama neye olduğu konusu hayli tartışmalı. Beklentilerinin karşılanmasını sevgi zannetmelerinden ve o an bu temel ihtiyaçlarının derdine düştüklerinden “memleket” demek hiç akıllarına gelmiyor. Daha çok Richard Gere ile Julia Roberts’ın “Pretty Woman”nını ya da Seda Sayan’ın sabah programını seyredercesine ya da Serdar Ortaç’ın özlü, sözlü şarkılarını dinlercesine.

Sevgili Bekir Coşkun’un söylemiyle, belli ki sevgiyi mekanla “denk düşürememişler”di zaar. Ya tüm seyirciler gibi oynaşmadan izleyeceklerdi ya da sevişeceklerdi. E, sevişeceklerdi ise bizim orada işimiz ne idi, iki dirhem bir çekirdek ya da sevişmeye en müsait yeri mi seçememişlerdi. Usta; daha gençken “denk düşüremeyenin”, yaşı geçtiğinde hali nice olur ?... sen de gerisini.

Kısaca salonun dışı da bir,içi de bir olduğu kesindi, bugünlerde kafaları allak bullak eden “Neden ?” sorusunu yanıtlarcasına.

Yaşanan çelişkiler bir yana, muhteşem bir geceydi. Son bölümle birlikte seyirci, hiçbir gazetede yazılamayan kötü, umarsız, umursuz düşüncelerin aksine salonda uçuşan coşkulu elektriğin Amperini yükselttikçe yükseltiyor. Sahneye Bülent Kalıpçı çıkıp, önce emeği geçenlere günün anlamına ilişkin plaketler verdikten sonra kısa bir konuşma yapıp, “Ankara’nın başkent oluşunu Atatürk kendisi önermiştir. Yani; önerinin bizzat sahibidir ve böyle olmasını çok arzu etmiştir. Bu nedenle; hiç kimsenin bunu değiştirmeye gücü yetmeyecektir.” diyerek sözlerini noktaladığında, salon Deli Dumrulların keyfi derebeyliğiyle pıstırılmışlığını bir anda üzerinden atmışcasına ayakta alkışlamaya başlıyor. Zira; konuşmasının başındaki makamı selamlama bölümünden, tam altımızda “Ankara’da bir Kayserilinin” de bizimle birlikte “Ankara 1923”ü farklı duygularla locasından seyrettiğini anlıyoruz. Gerçekten çalışmadığından emekli olamamış olması balkonda, bu ülkede hiçbir ayakizinin bulunmaması salonda yer bulamadığından kala kala yasal hakkı olan balkon altı locasından izliyordu. Kesilmeyen alkışlar üzerine Bülent Kalıpçı “Bu eser, 27 Aralık günü sahnelenmesi düşünülürken, Opera ve Bale Müdürü Rengim GÖKMEN’in önerisiyle 85. yılı kutlamaları çerçevesinde sahneye konmuştur” diyerek Rengim Gökmen’i sahneye çağırıyor. Rengim Gökmen; Ulu Önder Atatürk'ü, babasının oğlunu çağırdığı gibi “Mustafaa” demeden, ona duyulan sevgiden, hasretten söz edip bu gecenin başarısında kendisinin katkısının olmadığını iddia ederek mütevazılığını sergiliyor. İlk bis’te “Sakarya Marşı” seyirciyle birlikte yeniden seslendiriliyor. Şef Erol Erdinç ikinci bis’te herkesi şaşırtarak sahne yanındaki piyano başına geçip “10.yıl Marşı”nı çalmaya başlıyor. Seyirci söylemeye çoktan teşne. Şef piyano başında, yani o an orkestra da koro da şefsiz. Birden koronun kendiliğinden katılımıyla konser tam bir bayram kutlamasına dönüşüyor.

Konser çıkışında karşılaştığım gerçek o ki; bu akşamki seyirci, “Cumhuriyet Mitingleri” gönüllülerinin nohuta, kömüre bulaşmamışlardan oluştuğuydu, her ne kadar bayramlık giysileri içinde ilk bakışta tanınamamış olsalar da...

Nice Yıllara...

ahmet haluk başaklar