29 Kasım 2009 Pazar

Oyunun Delisi

Yine, Aralığın ilk haftasının sonuna kadar sergilenen, adı duyulduğunda burukça tebessüm ettiren o meşhur "Bir Delinin hatıra Defteri" için yazılmış 12 Ocak 2008 tarihli "Oyunun Delisi" yazımı atlamak istemedim.

Bu akşam, yıllar öncesinde efsaneleşmiş "Bir Delinin Hatıra Defteri" nin akıllanıp akıllanmadığına göz atmak için DT' nun yeni açılan "Stüdyo Sahne" sinde biraz ürkerek, biraz temkinli biraz da tedbirli soluğu aldık.
Bilmeyenler için; DT' nun Gimat arkasındaki "İrfan Şahinbaş Atölyesi" yle aynı site içinde yer almakta. Yani aracınız varsa, ulaşım, park, güvenlik açısından çöpsüz üzüm. Geriye kalansa gitme niyeti. Sanırım, Ankara bu konuda diğer illere göre seyirci sadakati açısından daha istikrarlı gözükse de kent nüfus'una oranlandığında yine de yeterli olmamakta. Azmin kendini tüm dişiliğiyle gösterebilmesi için TV açıp kapama tuşlarıyla tatmin olmak yerine başka cazibe merkezlerini bizzat benliğin istemesidir. Zira ne zaman kimi dostlarla bir oyuna birlikte gitsek, oradaki tanış olmadıklarımızın sözlerine kulak misafiri olsak;

"Yahu, ne iyi ettik... daha sık gelsek... üşenmesek... siz giderseniz kafadan bizi de var bilerek bilet alın..." temennilerine şahit olmuşuzdur

Oyun hakkında ayrıntı vermeyeceksem de seyirci kapıdan girdiği andan itibaren şaşkınlık veren ortama tanık ediliyor.

Basın da yer aldığı için ifşa edilmiş bir ayrıntıdan söz etmek isterim. Gerek "Deli" denince akla gelen Genco Erkal gerekse geçen süreç içinde bu eserle perde açan tiyatro topluluklarında bir viranhane ya da buna benzer mekana dönüşmüş sahnede yaşanır hatırattaki tüm "Delirmeler". Bu oyunda ise mekan; hareketli bir kurtarma vincinden oluşuyor, hani itfaiyenin yangınlarda üst katlardan can kurtarmak, su sıkmak için kullandığı, Belediyelerin ise sokak ışıklarını değiştirdikleri, ağaçları budadığı türden. Kısaca oyun havada oynanıyor ve yarı yatarak seyrediliyor.

Asıl ifşa edilecek olan ise oyunun ayrıntıları değil bütünü.
Hani yazının başında sözünü ettiğim tedirgin ürkekliğin temkini vardı ya...
Oyunun sonunda karı koca Ankara'nın kuru ayazından buz tutmuş ara yollarına atladığımızda, içimde kalan sıcaklık artık yalnızca oyun değildi. Bizi ruhsal cendereye bindirmiş son günlerin hıncını alırcasına mutlu eden, ikinci bir Genco' ya daha sahip olmamızdı. Sanatın her türünün kuramsal yanından uzaklaşarak gerçekçilik adına uygulamalı ticari ortama bayır aşağı düşürüldüğü dönemde böylesine bir şansı yakalamak, en azından tanık olmak her ganyancının talihi olmasa gerek. Temennim o ki; çıkışı benzerlik gösterenlerin makus geçmişleri içinde kendi kendisini yok etmez, ondan yaş alma sürecimde değişik lezzetler almayı sürdürebilirim. Ve bu arada bir noktayı vurgulamaktan da geri kalmak istemiyorum. Baş-rol, Son-rol, Kont-rol... oyuncusu olan Erdal Beşikçioğlu ile Genco Erkal arasında bir kıyas asla söz konusu değildir, en azından elma armut benzerliginde.

Son 10-15 yıldır boylesine bir usta oyunculuğa bu kadar yakından şahit olmamıştım.
Nikolay Vasilyeviç Gogol' un yazdığı oyuna emek veren Yönetmen Cem Emüler, Aksenti İvanoviç Poprişçin Erdal Beşikçioğlu, Dekor ve Kostüm Sertel Çetiner, Müzik,Ses ve efekt Tayfun Gültutan, Işık Tasarımı merhum Seyhun Ayaş ve Zeynel Işık öyle bir mükemmel oyun koymuşlar ki sahneye.
Sözün özü; kelimeler yine tarifte kifayetsiz kaldılar. Benim yetersizliğim ise ancak oyun görülerek giderilebilir.

En iyisi bir kaç kilo vermek isteyen, sürtünmekten bir kaç kılını düşürmekten bir yeis duymayan, en önemlisi gönüllü düşünmek isteyen kim varsa bu oyuna gitmelerini hararetle tavsiye ederim.

Belki bir tiyatro eleştirmeni değilim, haddim olamaz da. Ancak bir tiyatro izleyici görüşü olarak kabul görür diye umarım.

Son dönemde dikkatimi çeken ve uygulamaya konmasına akıl erdiremediğim bir nokta var, hazır yeri gelmişken sözünü etmeden geçemeyeceğim.
Eskiden akşam seanslarına yani gece gösterilerine 12 yaşının altında çocuk getirilmezdi ve bu (bana göre) oyuna bir nezahat getirirdi. Bu uygulamanın amacının genç nesli özendirmekse, gerek okullara gerekse çocuklar için özel gündüz seanslarıyla sağlanabileceği kuşkusuzdur. Üstelik öğrenmenin her zaman basamak kuralı ile gerçekleştiği bilimsel gerçeğine dayanarak; harfleri bilmeden okumayı, okumayı bilmeden yazmanın gerçekleşemeyeceği, gerçekleştirilmekte zorlanılırsa da istenmeyen bir birleşim elde edileceği unutulmamalıdır. Bu sözün ışığında çocukların gelişimleri gözönünde bulundurularak oyunlara göre yaş uyarlaması yapılmalıdır ve her yaş grubuna yönelik zengin ve doyurucu bir repertuar oluşturulması gerekmektedir. Örneğin; bu akşam ön sırada oturan 8-9 yaşlarındaki kız çocuğunun "Bir Delinin Hatıra Defteri" nden kazanımlarının ya da kayıplarının ne olabileceğini düşünmek dahi istemiyorum. Olsa olsa ilk sonuçlarını 18-28-38-... yaş kesitlerinde yaşamına kattıklarının ne olduğu kendisine ve çevresine yansıtacaklarından anlaşılacaktır.

Bu akşam ben belleğimi tazeleyip yeniliklere tanıklık ettim.
Bence siz de mutlaka gidip seyredebilmeyi deneyin...
yan etki yapmıyor...

Sevgilerimle...
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Cevriye'nin Fosforu

DEVLET tiyatrolarının Aralık ayının ilk haftasının sonuna kadar sergilediği "Fosforlu Cevriye"ye ilişkin 6 Aralık 2008 tarihli "Cevriye'nin Fosforu" yorumumu yineliyorum. Hani; belki de gaza gelip, tüm AVM'leri amaçsızca adımlamaktan iyidir niyetine...
Bu akşam, Refikamın her zamanki atikliği yerine, azmi sayesinde DT'nun Akün Sahnesinde sergilediği "Fosforlu Cevriye" oyununu seyretme fırsatını bulduk. Bu kez, internetin bilmem kaç MB hızı bile, biletlerin sifon deliğinden akma hızında tükenişine seyirci kalmamızın ötesine geçiremezken, her zamanki karamsarlığımın beyaz rengi olan refikamın, kargaların kahvaltı saatlerinde pusuya yattığından haberim yoktu. Ve bir sabah "tamam"diye müjdeyi verirken "bu kez hem de en ön sıradan" dediğinde sabah mahmurluğumun ayılmazlığını, bir saldırmanın keskinliğiyle paramparça etti. Yani, usta bilet avcısının yanında "Yav gidemiyoruz, bilet ücreti de gündem yaratacak pahalılıkta da değil. Allah bilir bu bilete muhtaç kaç seyirci bekliyordur" diye iade etme külfetine katlanan, tanımadığım sabık koltuk sahiplerime de teşekkürü bir borç biliyorum.


"Fosforlu"yu, çok eski yıllarda Neriman Köksal'lı, Orhan Günşiray'lısını seyrettiğimi hatırlıyorum. Yaşamın, delibozuk Medyabazların zorla gözümüze, kulağımıza tıkıştırdıklarından ibaret olmadığının farkında olanlara hararetle tavsiye ederim, zincirlerinden bir halka koparma olanağına kavuşma fırsatını yakalayabileceklerinden.

Müziklerini Atilla Özdemiroğlu, Şarkı Sözlerini ve Yönetmenliğini Gülriz Sururi'nin yaptığı, Fosforu Feray Darıcı'nın parlattığı gece için söz söylemenin bana düşmeye tenezzül etmeyeceğini söylemek yerinde olur. Geçen sezon izlediğimiz "Rembetiko" kıvamında, uzun yıllar hatırladıkça yaşayacağımız, yaşadıkça da daha çook hatırlayacağımız bir "müzikal". Her ne kadar müzikal tanımında operet ile karıştırılarak "konusu hafif" diye hafifsense de konuyu bilenler açısından bunun nasıl hafifletileceği hayli merak konusu idi. Yok yok, korkulan olmadığı gibi, yağdanlık uğruna sansür yandaşlığına soyunulmadığından oyuna çok büyük bir ihtişam katmış.

Seyirciliğin ötesine geçmemiş olsam da bana vurucu gelen önemli noktaların başında, "rol seçimi" konusunda çok özen gösterildiği ya da o kadar birikmiş genç usta sırada bekliyor ki, hangisine bu görevlerden biri verilse, altından alınlarının teri, yüreklerinin sevgisiyle kalkacaklarmış izlenimine düşmemek elde değil. Yine aynı sıradaki önemli nokta; rol dağılımı öylesine ustaca sahneye yayılmış ki, bir ya da bir kaç oyuncunun ağırlığına abanılarak perde açılmamış olduğu aşikar. En küçük tiratlardan büyük oyunlar üretebilecek ustaları 3 saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bir akıntıya kapılmışcasına sürükleniyor insan.

Akün Sahnesi, Çayyolu Sahnesi'nden sonra en beğendiğim sahne. Oyuncular, müzisyenler kalabalık. Doğal olarak onca insan ve mekanın desteklenmesi için bir o kadar da yüzünü görmediklerimiz var. Hepsi bir araya geldiğinde, hiçbir davetli icabet etmemiş olsa da önlerinde çocuğunuzu evlendirmekten gurur duyabileceğiniz bir kalabalık.

Kostüm, Işık, Müzik DT'nun bildik sağlam alt yapısıyla oyunun çıtasını dimdik ayakta tutuyor.
Uzun uzun yazacak cümleler yerine mükemmelliğini tanımlamak için ozanın deyimiyle "kelimeler kifayetsiz" kalıyor. Bu nedenle "nasıl"ları yerine sonuçlarından söz etmek usluba uygun düşeceğini sanıyorum.

Daha önce değindiğim gibi; gerek siyasi taşlamalar, gerek yansız cinsiyet ya da cinsiyetsizlik, gerek kullanılan argonun, jargonun abartılmadan işlevini görmesi, oyunu düşünsel anlamda son derece dolgun ve doygunlaştırmış. TV ekranlarından eski eserlerin ipini pazara çıkarmış dizilerin aldanışlarında 10-15 civarında 12 yaş altı çocuğu oyuna getirenlere, bu konuda dilimde temcit pilavına dönüşmüş söylemleri bir kez daha yinelememi zorunlu kıldı. Sorun "çocuk getirilmesin" olmadığı aşikar. Gelişim evresindeki çocuklar, bir evre atlanılarak şahit olduklarına ana baba da aynı cehalete ortak olup, "çocuk kandırılmamalı, gerçekleri tüm açıklığıyla bilmeli" diyerek zihinlerindeki taşların olmadık yerlere olmadık biçimde istiflenmesini sağlayarak, erken yaşlarda yatıştırıcı hap kullanılmasıyla tedavi süreci yaşayan bir nesile "katkıları eksik olsun" diyorum.

Gelelim en ön sırada oturmaya. Bu güne kadar bu tür yerlere hep kendi cebimizden ödediğimiz bilet ücretleriyle gitmemiz, bizi bu yaşımıza kadar hep en ön sırada oturmamamızı sağladı. Bana sorarsanız, hiçbir yerde en önde oturmayı sevmediğim gibi beni huzursuz da eder. Düğüne gidersiniz, dansöz tutup sizi kaldırır, oynatmaya kalkışır, gösteriye gidersiniz illizyonist kulağınızdan yumurta çıkartır, panele katılırsınız mikrofon uzatılır,... Bu nedenledir; üç sırası satılmış tiyatroda bile gider 3. sırada otururuz, ilk iki sıra bomboş olsa da. Bilebildiğim kadarıyla ilk sıradan başlamak üzere oyunun tutmasına bağlı olarak belirli sıra "kontenjan"dır. Bana sorarsanız "beleşhane". En dayanamadığımsa, gelmeyen DEVLETLU'nun yerinin boş bırakılması, her ne kadar bu uygulama, bu yaşamdan göçenlerin "hala aramızda, yaşıyor" anlamını taşısa da.

Kısaca bu gece yaşanılası bir oyun izledik. İsimleri altalta sıralanınca kırmızı halı uzunluğunu bulan, "alnında ışığı gören" her ustaya şükranımı yollamak beni mutlu ediyor. Elimden gelen de bu...

Sevgilerimle...
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Bir Gün Mutlaka...

Önümüz bayram, yine bir kaşık suda bir hiç uğruna kopartılan grib-ül domuz zayiatından çok fazlasını salı gününe kadar yollarda vermiş olacağız. Bu nedenle, bu günleri bayram olarak adlandırılmasından yana olamıyorum artık.

Size üstte; adeta yaşanmamış o yıllardan, bir masalın içinden seslenircesine seyredilen "Ah Müjgan Ah" filminin yaklaşık 11 dakikalık bir bölümünü paylaşıyorum. Hani, O malum yıllardan. Konuşmalar, bir film metni olarak değil de bir kâhinin söyledikleri gibi dinlendiğinde çok "off" çekmeye müsait. Rahmetle andığım Sadri Alışık'ı çocukça duygularla sevdiğimi sanırdım, ancak bugün farkına varıyorum ki, şimdinin büyüklerinden daha dolgun, doygunmuşum. O günlerde seyrederken boğazıma sanki bir ayıboğan ayvası oturmuşcasına tıkanır, gözlerim akacak yaşlara çocuksu erkeklikle inatla direnirdi. Şimdi öyle değil, koyveriyorum, tonton erkek kıvamında boşalıyor kendiliğinden. Ancak, o yıllarda film bitip de perdede beliren o ürkek "SON" yazısından sonra yaşamın düzgün akışına yeniden kavuşurdum. Ama şimdi öyle mi, "SON" yazsa da yaşananları sürdürmek için dışarı çıkıyoruz yalnızca, kapısız bir korku tünelinin ağzını kaybetmişcesine...

Geçen haftasonu, ülkemin Başkentine bilemedin 90 km uzaklıktaki Kızılcahamam'daydım. Geçen Kurban Bayramında gazlı kalemlerle üzerine hiddetin titrekliğiyle "ALKOL BULUNMAZ" yazılı kırmızı renkli kartonlar artık lokantaların camlarında gözükmüyor. Zira tek alkollü içecek bulunduran, yıllarca müdavimi olduğum o salaş, bahçesi çakıltaşlı, tahta masalı, ağaçlarından başa yaban(japon) elması düşen, bir köşeden "Pala"nın sazının sesi yükselen o mekan bir metrukhaneye dönmüş yeni bir Musa'nın katledilmesini beklercesine buldum. Kısaca ufuktaki her mekan alkolden arındırıldığından, aksi olamayacağı varsayımıyla uyarıya bile gerek kalmamış. Şimdi nasıl hasretle anmazsın Usta Sadri Alışık'ı. İşte bu taze duygularla, eskimiş kitaplarımdan birindeki bir öyküyü sizinle paylaşmak isteme nedenim.

Bayramınızı kutlamak yerine, Bayramın adına öykünüp ehil olmayan bir ehliyetlinin senaryosuna figüran Kurban olmamanız dileklerimle...


Körkütük sarhoşum, yıllardır usanmadan aynı suları kucaklayan şehir hattı vapurunun boğazda ışıklarını serpe serpe gidişini seyrederken. Kısılmış, kızarmış gözlerimin gördüğü pembelik, bulanıklık; gömleğimin yakası gibi kirlenmiş ilişkileri, paçası gibi dağılmışlığını toparlayamıyor. Terelmiş kazağım gibi incelmiş duygularım ise koptu kopacak artık. Bir anda Nişantaşı’ndaki o kibar beyefendi geliyor gözlerimin önüne. Bir de Beyoğlu’daki tramvayın vatmanını düşünüyorum. Ya o; sudan şişmiş ayaklarını sıvadığı paçalarından denize sarkıtmış, tutabildiği tek istavriti de kendine kızartıp çay bardağından yudumladığı rakısına meze yapan Kumkapılı balıkçı…

Onların gördükleri benim de gördüklerim, onların düşleri benim de düşümdü hep. Yıllardır, ağzından girmiş burnundan çıkmış olta iğnesini niyedir bilemiyorum, bir türlü çıkarmasını beceremedim. Belki de balık yiyemeyişim bu nedenledir, kimbilir ?

Delinmiş çorabımdan fırlamış beni selamlayan başparmağımın sevecenliğine gözüm takılıyor. Seviyorum onu, çünkü; komik görüntüsü beni her zaman gülümsetebiliyor. Yanındaki tabanı yağmur, çamurdan timsah ağzı gibi açılmış kösele ayakkabılarım koku saçmaya devam ediyor hiç yorulmadan. Çevreme verdiğim tek rahasızlık bu olsa, alır koynumda saklardım mutlaka onu. Ama halim zaten baştan aşağı vukuat içinde kalmış, bir eksik ayaklarımın yaptıkları.

Asılıp küreklere boğazı baştan aşağı geçip açık denizlere açılmak geliyor içimden. Oysa, parmağımı oynatamayacak güçsüzlüğümle bu nasıl olacak, orası biraz karanlık.

Ilık esen rüzgârdan derin bir soluk alıyorum, yaşamıma bir tazelik getirir umuduyla. Ve aynı bollukta verdiğim nefes; umutsuzluğun, çaresizliğin mutsuzluğunu taşıyarak fıslıyor dudaklarımın arasından buharlaşmış alkolle birlikte. Halbuki, “bir gün mutlaka…” diye alt alta diziyorum her gün umutlarımı yekün almaksızın. Hep sipariş, hep ısmarlama, hep istek hep ama hep. Ben mönüyü sıralarken ya malzeme bitmiş oluyor ya da yeni tükenişler karşılıyor özür dileyerek. O zaman Ozanın içinde yüzdüğü şişeden bir “fırt” daha çekiyorum, “belki de o gün bu gündür” diye.

Alkolün etkisiyle hışırdayan kulaklarımı kabartıyorum bir ses gelir diye. Kuru gürültü o asudeliğe hiçbir şey yapamıyor. Kapanan gözlerime çarpan meltem ara sıra da olsa göz kapaklarımı aralatıyor. Yattığım yerden içinde olduğum karaltıyı, onun üzerinde salınan ağaç dallarının selamladığı, Afrodit’in defneler içinde uzanışı gibi süzülen boğazı, onun üzerinde de dolunayın çevresinde kıpır kıpır cilveleşen yıldızları görebiliyorum boylu boyunca bayırdaki çimlerin üzerine yatmama rağmen.

Aniden, önce gözkapaklarımı sonra da retinamı delip geçen ışıklarla kendime geliyorum. Parkın aşağısından yokuş yukarı burnunu bana doğru çevirmiş, evindeki tüm aydınlatma araçlarını yanında getirmiş son model bir araba ile karşı karşıya kalıyorum. Ne üzerime geliyor ne de ışıklarını söndürüyor. Öylece farları açık duruyor karşımda inatla. “Belli ki yasadışı bir sevişme aracı…” diye iç geçiriyorum.

- Kapat be adam farlarını. Ne sizi ne de yapacaklarınızı gözetlemeye hiç mi hiç niyetim yok. Şunları söndür yeter… İnanmıyorsanız bakın arkamı da dönüyorum size…

İnandırıcı olsun diye yattığım yerde sağıma doğru kaykılıyorum adeta yığılırcasına tüm sarhoşluğumla. Burnumun ucunda parlayan rugan ayakkabılarla yüz yüze kaldığımda “Aha, şimdi hapı yuttuk” diyorum içimden. Siyah ayakkabıların üzerinde kibirle jilet gibi duran duble paça pantolonu bakışlarımla takip dahi edemiyorum. Başımı son gücümü kullanarak yukarı doğru çevirmeye çalışıyorum.

- A..aa.. ! … siz ..!..
- Ne o, tanıyor musun beni ?
- Tanıdım…tabii ki tanıdım…
- Nereden tanıyorsun beni ? Oysa ben seni ilk kez görüyorum.
- Siz…siz… Nişantaşı’ndaki o kibar beyefendi değil misiniz ?
- Sen öyle diyorsan, öyledir. Ne bileyim ? Burası İstanbul. Nişantaşı’ndan geçerken belki de rastlaşmışızdır, kimbilir ? …Peki, niye ben ? Anlayamadığım benden önce belleğine kazınacak bunca güzel varken, niye ben ?
- Aklımda güzeller değil, iyiler kalıyor sadece. Ne bileyim işte birden hatırlayıverdim sizi.
- Ee.. N’apıyorsun burada yalnız başına ?
- Ne yapıyor gibi gözüküyorum ? Kafa çekip aklımdaki havalananları bir yerlere oturtmaya çalışıyorum.
- Oturuyorlar mı peki ?… Neyse canım, beni ilgilendirmez. Söyle bakalım, paran var mı ?
- Vallahi bana fazla güvenme, meyhaneciye bile borç takmış durumdayım.
- Desene, derdin arttıkça borcunda o oranda çoğalıyor.
- Aslında dertlerim borçlarımdan çok ama benden başka farkeden yok.
- Şu an cebinde paran olsa ne yaparsın ?
- Ne kadar olsa ? Biliyorsun Seyfi Baba “Ne kadar para o kadar köfte” diyor.
- Çok değil ama bir şeylere yetecek kadar.
- Bak şişe dibini buldu bulacak diye kaç saattir idare ede ede içiyorum. Bunu dipler, gider bir tane daha balıklı şişeden sokarım zulama.
- Balıklı şişe mi ? O da ne ki ?… Markası mı ?…
- Boş ver. Aklını yormaya değmez bu saatte.
- Yanında bir şeyler yemeyecek misin ? Mesela, patlıcan kızartma, Arnavut ciğeri…
- Yerim yemesine de istihkakım yeter mi ?…
- Yeter yeter. Sen ısmarlamana bak. Al işte…

Tombul Pekin ördeğini andıran cüzdanının açtığı kanatlarından ince bir deste çıkartıp uzattığında soruyorum;

- N’apıcağım bunlarla ?
- Bana bak, bunca lafı boşuna mı konuştuk ? Beyaz örtülü bir masa donat kendine, içinde et olsun, sakatat olsun, kızartma olsun, yağ olsun… Olsun oğlu olsun işte, ne bileyim. Ismarla oğlum ısmarla. Korkma. Haa, yanına da bir şişe aç, o dediğinden. N’oldu ? Yoksa saydıklarımın bazıları dokunuyor mu sana?
- Yok yok. Sadece benimle dalga mı geçiyorsun diye düşünüyordum.
- Yoo, niye geçeyim ki ? Son derece ciddiyim. Korkma bu paralar da kalp değil hepsi gerçek. O halde daha ne duruyorsun?
- Bu devirde…
- Bırak bir kenara o devri, bu devri. Sen ne diyorsam onu yap. Aman, sakın ha, kadına kıza, eve, çocuklara değil. Yalnız söylediğim çilingir sofrası için harca bu paraları. Hadi davran.
- Bir şartım var. Nedenini söylemeden asla.
- Neden olacak, kendimi bildim bileli saydıklarımın bir gramı bile bana yasak. Uymazsam ölüm avucumun içinde. Kalp var, şeker var, damar sertliği var, tansiyon var, gut var, … var oğlu var senin anlayacağın.
- Eee.. ! …
- E’si şu ki; ben yiyemiyorum, içemiyorum. Hiç olmazsa canım çektikçe birileri yapmalı bunları benim yerime.

dedi ve ayağa kalktı, son sözlerini tamamlayarak. Deve tüyü paltosunu savurtup arkasını dönüp yokuş aşağı yürümeye koyuldu. Bir yandan elini kolunu havada sallayarak bağırıyordu;

- Mutlaka ama mutlaka dediklerimi yap. Hele sana verdiğim paraları bunların dışında harcarken bir yakalayayım, vay haline. Hiç acımam bilesin.

diye haykırarak farları ve motoru hala açık arabasına hışımla bindi ve lastiklerinden havalandırdığı toza egzozunun dumanını karıştırıp sokak ışıkları yanmayan köşeden kıvrılıp gözden kayboldu. Torbalanmış şaşkın gözlerimin altında kuyuya sallandırılan boş bakraç gibi sarkmış çenem hala açıktı.

Kendime geldiğimde, yaşamımda her gün “bir gün mutlaka…” düşlerimi beklemek ya da gelmeyişini kutlamak için içmemin, benim “bir gün mutlaka…” mı her gün yaşayan birisi tarafından “bir gün mutlaka…” düşü olduğunu farkettiğimde gözyaşlarım çoktan pınarlarından taşmış yanaklarımdan süzülüyorlardı nazlı nazlı.


ahmet haluk başaklar

Fesleğenin Kokusunu Okşamak (2004) - "Bir gün mutlaka"

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

19 Kasım 2009 Perşembe

Hicab'ı Beklerken...


Oturmuş;
Utanmayı bekliyorum,
Hem de utandırılamamaktan utana utana,
Utandırılmamın utancını bile düşünmeden yanında...

Önümde duran beyaz buzlu kadeh kibirli,
Ömründe hüznü için piyalesini hiç kıpırdatmamış ki,
Badenin sevdasıymış hep buzu eriten,
Mecnunluğuyla beyazlatıp da başka alemlere götüren.
Şimdi mi dibini vuracak hazana.
Dalıp gidiyorum cigaramın dumanına.
Ölüyor şehir sanki önümde
Dövüne dövüne, umursamazca övüne övüne.
“Enola Gay” in viranından tütüyor sanki,
Cehaletin mağara duvarlarına yansıyan gölgesinde,
Yıkıntılar arasında yükseliyor,
Mütevekkil atılmış cılız çığlıkların sessizliğinde...

Biri çıkmalı,
Utandırmalı beni.
Utandırmalı ki,
Utançtan demin buzu erimemeli.
Duman, eskisi gibi
Gönülde değil cigaramın ucunda tütmeli,
Söz; yanında istemez bile
Meze niyetine kızaramamış bir dilim şeftali...

ahmet haluk başaklar

22.3.2009
“Kızarmayı bekleyen şeftali..."

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Dalıp Gitmek Yakınlara...



Tütün yok alkol yok, GDO var gribin domuzlusu var.
Çocuk bile şehvete karışmış ihmalden değil
niyetle yapılır olmuş,
soğuk bir kış sabahında yün çorabı üşümüş ayaklara geçirircesine,
niteliğinden çok niceliğinin getirisiyle
karşı devrim ordusuna cebeci yetiştirircesine.
Anlaşılıyor artık,
bakılırsa Viagra kullanımının artışına, Aids'in yok oluşuna.

Çatıların düz damları alabildiğine göğü deliyor,
baş yukarı kaldırdığında 32.katta oturulamayacağı düşlenmiyor...
ya da düşünüldüğünde uyuşmanın etkisi,
Zeus gibi iktidar olmuş hırslarıyla sevişiyor bulutların arasında,
şimşek şimşek Poseidon'a öykünürcesine.

Paylaşılmıyor ki, birlikte mutlu olmanın keyfine varılsın.
Şarkı söylenmiyor ki, sevgili ne de çok sevildiğini anlasın.

Muhabbet bile kontürsüz edilemiyor,
kahve gerçekten bahanesini düşürmüş telvesinden,
hem de hatırı değil 40 yıl, 40 byte bile yer tutmuyor,
sıkıştırıldığından.

Görülen işkenceyi gönüllü sürdürmenin sevdası kaplamış tepeden tırnağa,
yiğit kamçısı borçlu kartlardan sırtlar cılk yara,
krediyle insanlık onurunu ayaklar altına almışcasına.

Lastik tekersiz yürünmez, elde telefonsuz gezilmez olmuş.

Nohut kömür,
sokaklardaki kemik torbası küpeli köpeklerden değerli,
kediler kebap üzerinden çatalla ötelenmiş kaymak artıklarına musallat.
Zaten orta yerde tıngırdayarak yuvarlanacak kapak da kalmamış,
çöp bidonlarının kokusunu da pisliğini de gizleyecek.

İlk bakışta bir çift gözden sevda kapılamasa da
biliniveriyor
ayakkabının, eteğin, gömleğin markası,
anlaşılıveriyor
motor sesinden ayaklarına dört teker takılmış eşeğin modeli,
her ne kadar üstündeki mi altındaki mi olduğu birbirine karışsa da.

Tarihten bugüne kalmış,
ama bugün tarihte neden yapıldığını dahi anlayamaz sağırlıkla
camekan ardından, sayfa aralarından bakan kültür bile
kızartamaz olmuş yüzleri, tükürükleri, salya sümükleri.

Böyle bir sabaha mı uyanacaktık,
Elimizdeki papatyalar Güneş'e bile gülmeden...

Sevgilerimle...

ahb

7 Kasım 2009 Cumartesi

evet; sevdik ...


Dostum DüşHekimi;
Sizleri "Bir Yudum DÜN Kadar DÜŞ" içmeye çağırıyor,
Mezeleri DÜNden, Badeleri DÜŞlerimizden.
Hani;
Dünden emaneten solunmuş bir nefesin
Dünya'ya kirletilmeksizin iade edilmesindeki sadakatin
Masumiyetinde...
Kısaca, bir yüzleşme... kendi ikirciklerimizle...
kirletilmemiş yıllara dair...
yaşanmışlığından şimdileri kuşku duyulacak kadar masallaşmış DÜNler
Gerçekleşmesi ertelenmiş DÜŞler...
Afişi tıklayarak büyütebilir,
"evet; sevdik ..."
günce başlığına tıklatayarak da tüm ayrıntıya erişebilirsiniz.

Sevgilerimle...

ahb