29 Aralık 2009 Salı

Eski bir gazete; 25 Ocak 1970

2009 ilkbaharında Hürriyet Ankara'dan duyurulan "Genç Nota Liselerarası Müzik Yarışması"nı Sevgili Yaşar Sökmensüer bizlere duyurduktan sonra, kendi dönemime dair bir "Müzik Yarışması"ndan konu açılınca neler akla getirildiğine, bana çağrıştırdığı anıları da ekleyerek bir yazı yazmıştım. Usta, bugün 2010 için aynı duyguları köşesinden yayınladığında, hazırlıksızlığıma suçüstü yakalanmanın kaygısından bir parça sıyrılabilmek amacıyla o tarihte "Final"e bir kaç gün kala yazdığım o yazıyı yeniden tedavüle arz ediyorum.
Yarası henüz kabuklanmamış bir yarışma koşturmacasının üzerinden yağmur iki kere bile yağmamışken, ustanın satırlarında ne diyerek ne demek istediğinin bilincini, atladıklarımı da yerden eğilip toplayarak, yazılmış hatta okunmuş bir yazıyı yeniden okunması için sunmamdaki zaruret hafifletici bir gerekçe olarak görülebilir.  
O haftanın 2 numarasındaki şarkı

30 nisan 2009 tarihli yazısında Hürriyet-Ankara yazarı Sevgili Yaşar Sökmensüer, sabahın köründe bir kör kurşunla kapandığını sandığım kabuk bağlamış yaramı kanattığında bir karşı yazıyla uyardım: “Söz, söz sana, bir zamanların Milliyet gazetesinin düzenlediği Liseler arası Hafif Batı Müziği Yarışması günlerini yazmazsam ne olayım” diye. O da: “Yaz da görelim” demesin mi ? “El mi yaman bey mi” niyetiyle “ya Settar” diyerek, refikamın uykudaki mahmur saatlerinde elbise dolabını iç dış etmem bir oldu. Diplere itilmiş okul çantalarının birinin içinde bulduğum altın kıymetindeki iki sayfalık 25 Ocak 1970 tarihli Milliyet gazetesinin, Bedri Koraman'lı, Burhan Felek'li haftasonu ekiyle tam boyuma öndelik sağlayan sandalyeden düşmeden inmenin yolunu arıyordum ki, bağrıma bastığım gazeteyle birlikte uygunsuz bir biçimde suçüstü yakalandım.

“O ne ?”
“Hiiiç !”
“Neymiş o hiç ?”
“Hımm, gazete...”
“Eski gazete, pehh... evimiz sanki 400 metre kare, beyim de günü geçmiş gazetelerine yer arıyor. Tabii sığamayız şekerim, tabii ki...”
“Resmim çıkmış bir gazete...”
“Ne olarak ?”
“Liseler arası müzik yarışması...”
“Sahneye çıktığını hiç söylememiştin bu güne kadar.”
“Sahnede değil... tribünde...”
“Geçelim bu faslı... iyisi mi, sen ortalığı fazla dağıtmamaya bak. Benim de eski gücüm yok, arkandan döküntülerini toplayacak hele hele, hiç halim yok...”

Gerçekte böyle olmasa da ana fikrin bu mealde dolaştığı emekli muhabbetinin sonunda, yıllar öncesini ellerimin arasına sıkıştırmıştım bir kere. Sıra gelmişti resmin altına yazacaklarıma. İlk yediğim şamar; dün gibi duran günlerin aslında dünden haylice uzak olduklarını, belleğimin murat 124 ün Kargasekmez’i çıkarken zorlanan egzosunun sesine öykünürcesine, “Iıııı” diyerek düşünmemden anladım.

Iıııı”... Ne kadar da unuttuğum isim, mekan, tarih varmış meğer, beyin loblarımın kırışıklıklarının arasına sıkışıp kalan. Ara sıra rüşvet de versem benden daha inatçı çıktı çoğu zaman. Bu nedenle; rastgelinecek tüm yanlışlıklar, buruşuk beynimin bana vermemekte direnmesinden öte değildir, bilesiniz.

Önce; resimdeki ön sırada oturan gözlüklünün yanında “hopss n’oluyor hemşerim” diye başını yan çevirmişin ben olduğumu belirteyim, diğer yanımdaki gözlüksüz de sevgili çocuk böbrek sakatatçısı sevgili biladerim.

O yıllarda bu yarışma haylice önemliydi, öyle ki; beni ilk o konserlere erinmeden arkadaşlarının arasına katıp götüren sevgili biladerim, kendisi tababet okuyan bir üniversite öğrencisiydi. Yani; üniversite ya da mezunlarının rağbet ettiği bir etkinlikti. Oraya bağırıp çağırmaya gelenler, okul eteğini belinde toplayıp, kemerine sıkıştırarak mini etek yapan ya da güldüğünde gıcırtısını alsın diye boşuna kapılara yağ damlatılan, ergenliğe ayak basmış bluğ gençler yerine, birincinin liyakatini ön sırada tutan, dürüstçe “bizim lise döküldü” demekten gocunmayan, böğürmekten çok dinlemekten haz alan masal kahramanlarıydı, trıbünleri hınca hınç dolduranlar. Kısaca; “çarşı” delikanlılığı yerini Anayasa Mahkemesince gözü açılmış da olsa bizce gözü bağlı Themis’e olan sadakatle vicdanlarında dem tutturanlardı. Katılan liselerin sayısı oldukça fazla olması, her liseyi üstün körü geçiştirmemek için ön elemeler yapılır ve final gecesi foto finişteki burun farkları konuşulurdu. Her lise üç parçayla yarışırdı; birincisi güncel, bilinen yerli ya da yabancı bir şarkı, ikincisi bir düzenleme (genelde anadolu ezgilerinden), üçüncüsü ise o grubun bir bestesi olurdu. O yıllarda sahne kostüm ilişkisi Zeki Müren ile birlikte yeni keşfedildiği için, genelde şaşkınlık verecek çarpıcı giysiler topluluğun en büyük gizli silahıydı. Yanlış hatırlamıyorsam, bir yıl Tarsus Amerikan Koleji kefenle çıkmıştı sahneye ve söyledikleri şarkılar da aynı renkteydi, şimdi “adı neydi?” diye hatırlayamasam da. Atatürk Spor Salonu’nun tribünlerinin betonlarının griliğinin gözükmemesine inat parke salonda, ince uzun bir masadaki jüri üyelerinden başka kimse bulunmazdı, dolanmazdı.

Sonraki yıllarda müzik hakkında çok şey öğrenip de genç yaşta yitirdiğim, Rahmetle andığım çocukluk arkadaşım Erkut ONUR’un, İstanbul’un nadide Harley Davidson’cusu Taner ÇELİK’in de içinde yer aldığı Ankara Koleji Orkestrası’nın, babamın kurmalı 8 mm lik kamerasından 4,5 dakikalık filmlerini çekmek de bana düşmüştü o yıl. Sahne altında bir Milliyet gazetesinin fotografçısı, bir de ben. Polislerden salona giriş için izin isterken bile, basın kartı olmaksızın inandırmamın, bir lisenin repertuarını tamamlamasıyla aynı sürede gerçekleşmişti. Bunu tahmin ettiğimden, sıradaki iki lise öncesi başlamıştım pazarlığa. Koskoca salonda; sahne ve sahnedekiler, ses teknisyenleri, jüri masası ve jüri üyeleri, fotografçı ve BEN. O yaştaki sükseyi ne kadar anlatsam bir daha yaşayabileceğimi sanmam. İki dizimin üzerinde, 1,5 m yüksekliğindeki sahneyi alttan çekiyorum. Çekim bitip de yerime döndüğümde en az müzisyenler kadar popüler olmuştum. Yanlız; o gün canlı canlı yaşanan bu güzelliğin, grup üyelerinden ancak bazılarının bildiği bir acı gerçeğe dönüşmesine üzülmemek elde değil. Kullandığım kameranın vizörü, objektif içine gömülü olmadığından, objektif kapağının kapalı olduğunu 3.dakikada şans eseri anlamıştım. Geriye ise 1,5 dakikalık bir çekimdi anılara kalan.

Bu araya bir not... bence bir tarih düşmeliyim. O dönemlerde 8 mm filmlerin banyosu, film ambalajının içinden katlanmış olarak çıkan sarı-turuncu bir zarf içine konur, gideceği adres üzerinde hazır olduğundan, yalnızca dönüş adresi yazılıp postalanırdı. Yaklaşık 3-4 hafta sonra postacının elinden alınırdı. İşte bu nedenle küçük makaranın dönüşü haylice hazin olmuştu. Zira; böyle bir kamerası olanların evinde bir de bunun oynatıcısı olurdu. Soba sıcaklığında ısı veren lambalarını soğutmak için, rotatif gürültüsünde çalışan soğutucuları eşliğinde, oynatılacak filmden daha uzun sürede hazırlık yapılan adeta kulplu bir çantaydı. İleri geri oynatılır, gelişkinliğine göre hızlandırılır ya da yavaşlatılır ya da görüntü dondurulurdu. Bu makine sayesinde öyle çok Lorel Hardy, Şarlo, Miki Mause filmleri seyretmiştik ki; daha sonraları siyah beyaz televizyonlarda oynatılmaya başlatıldığında, görmediğimiz hiçbir bölümünün kalmamış olduğuna hayret ederek şahit olmuştuk. Genelde Cumartesi akşamları, paralar katıştırılır, İzmir Caddesinin AST’a dönmeden bir evvelki köşesindeki REFO'dan film kiralanırdı. Aynı zamanda film ve fotograf üzerine de tüm ürünleri satar, tamirini yapardı. Daha sonraları siyah beyaz agrandizman ile uğraşımızda bize haylice kılavuzluk etmişti. Kısaca çocukluğumuzun harçlık bankası olmuştu. Ve bütün bunları; çocukluğumdan evliliğime kadar bana yoldaşlık yapmış Serdar Bilgin sayesinde olması ya da kanıma bulaştırmasından ötürü kendisine şükran borcum olduğunu söylemeden geçmek haksızlık olur sanırım. Sonraki yıllarda, projektörün ışığından objektifin neler gördüğünü anlatmanın şu an ne yeri ne zamanıdır diye düşünüyorum. Dönersem yurtdışı pulu yapışmış sarı kesekağıdındaki film makarasına, siyahlığı seyretmek, kendi kendime çok küfür etmeme neden olmuştu. Tek tesellimiz ise, sonundaki 1,5 dakikalık görüntüyü en yavaş konumda oynatarak aynı sürece erişmenin enayiliğiyle avunmamızdı.

O yıllar için kendimi kameradan daha şanslı görmemin nedeni, objektifin kapağı gibi bu olaydan sonra gözlerimi kapalı unutmayışımdır. Ve yerim müsait olmadığı için o gazetinin sayfasında yer alıp da sizin göremediklerinizi yazıyorum, sırf bilgi olsun diye.

Bir satır;
Arkadaşımız Mehmet Ali Birand’ın sunduğu ve tatlı esprileri ile süslediği Samsun elemelerini Samsun Kapalı Spor Salonu’nda tam 2000 kişi izledi...”

Diğer bir satır; Samsun elemelerine katılan Çorum Lisesi’nin parçaları:
1.Walk out (enstrumantal) 2. A whiter shade of pale 3.Gül tarlası (düzenleme)”

Bir diğer satır:
İki devre arasında Samsun’lu müzikseverler Türk halk türkülerini modernize eden Ankaralı grup Modern Folk Üçlüsü’nü bağırlarına bastı...”

Ankara jürisi:
Şerif Yüzbaşıoğlu (orkestra şefi), Bülent Varol (TV eğlence yayınları şefi), Uğur Başar (Müzisyen), Salim Ağırbaş (Müzisyen), Şenay (Şantöz), Orhan Sağcı (Disk-Jokey), Erol Büyükburç (Şantör), Atilla Özdemiroğlu (Müzisyen), Erol Pekcan (Orkestra şefi), Selçuk Başar (müzisyen), Doğan Şener (Milliyet gazetesi müzik yazarı)

Garip bir satır:
Ankara Koleji
“Çaldıkları parçalar: (Parçaların adlarını jüriye vermekten ve halka açıklamaktan kaçınmışlardır.)”

Görünene göre Ankara’da 9, Samsun’da 7 lise, Bursa’da 9 lise, İstanbul’da 17+16=33 lise yarışmış.

En son satırda bir not var:
(Adana, İzmir, Bursa yarışmasının fotografları ve tafsilatı haftaya)

Ben de aynı sayfada yer alan haftanın ilk yirmi şarkısı, oyları, en sevilen yerli yabancı şarkıcı, yerli yabancı topluluklarını, dikkat çeken melodileri, yeni çıkanları bir başka yazıma bırakıyorum.
Yazının ilk satırlarına dönüp diyorum ki; Sökmensüer’in bir kaç gündür bahsettiği “gençleri dinlemeye gitmek” onlara destek olmak anlamından çok, onların bizi destekleyerek; yaşımızı 20 lik yapmaya, aklaşan kıllarımızı karartmaya, çatılmış kaşlarımızın arasındaki paralel kırışıklığı botokssuz yok etmeye yetecek gözükmekte. Hımbıllığımızı yüzümüze vurduğu için Yaşar Sökmensüer’e teşekkür etmeyip de ne etmeli...

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Düş-ü nen



Şu yuvarlak kalçalı dünyada
Ne varsa güzellikten yana
Sanma,
Uykudayken gökten zembille indi kucağımıza.

Bazen, bir gülücüktü açmamış dalındaki goncasında,
Bazen de bir tekerleğin sıçrattığı killi çamurdu Paçamızda;
Pişirilince fırında
Rodin’in oturup düşünen adamı oluşunda.

Taş düşünürse,
‘İnsan haydi haydi…’ varsayımında,
Belki de bir kez düşünmek yetecekti
Aksiliklerinden yakasını bir türlü kurtaramayan
Şansızlıklara. 

ahmet haluk başaklar

16.12.2003
“çekiliyor bunlar çekiliyor…
Yılbaşı geliyor…” 

"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Kırmızı" 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.

21 Aralık 2009 Pazartesi

gibi

Üç gün arayla annemin yanına gittiklerinden, bana 60 yılının henüz başlamadığı bir kış gecesi; cümbüşün tellerinden, onların seslerinden, rakınının beyaz buğusu kaplamış çıra kokusu saçan sobalı bir odada bu şarkıyı ilk kez dinlediğim o anı kaldı aklımda, ikisini yanyana pembe badanalı bir duvarın önünde otururlarken en eskisinden hatırladığım.
Bu nedenle, bana da zaruretten bir kez daha aşağıdaki satırlarla onlara güle güle demek düştü... Yolları açık olsun... 

"Haa, Anneme yolladığım selamımı söylemeyi unutmazsınız, di mi ?..."
Sefere yeni çıkan Dayılarıma... Hasretle, Hüzünle, Sevgiyle...

Hani yaz güneşi altında
Birden yanağa rüzgarın değmesi gibi,
Sonra akşam yorgunluğunda kestirilirken
Aniden sıçrayıp uyanmak gibi,

Hani ağustos böceklerinin beklenmedik anda
Hep birlikte susmaları
Ve yeniden
Hep birlikte cırlamayı sürdürmeleri gibi,

Hani masmavi gökyüzünde
Gözle görülmeyen buluttan
Üç damla yağmurun başa düşmesi gibi,

Hani kalabalığın ulu orta yerinde yaşanan komikliği
Tek başına fark edip
Üstelik yetmezmişcesine
Bir de kendini tutamayıp
Dolgun ve diri bir kahkahayı patlatma cesareti gibi,

Hani yanlış çalınmış bir kapı zili,
Yanlış aranmış bir telefon görüşmesi sonrasında
“Keşke doğru olsaydı” denilmişliğin pişmanlığı gibi,

Peşrevsiz, hazırlıksız üzülmenin
Umarsızlığında yakalayıverir
Birden bire duyulan
O en çok sevdiklerinin
Bir daha hiç geri gelmeyecek gidişleri.

O an canın yandığı sanılır,
Öyle ki;
Ovuşturulunca, öpülünce geçecekmiş gibi.

Bir teknenin iskeleye kıçtan yanaşırken
Suya demir atması gibi,
Mehtabın bulutun arkasından çıkması gibi,
Rüzgarın bir an durup
Tentelerin çırpınmasına ara vermesi gibi,
Ismarlanmış bir bardak demli çayın
Tevekkül içinde önüne konması gibi,
Tepelerden yuvarlanan taşın
Yamacın orta yerinde durması gibi,
Yanan bir sigaranın ateşini
Kayalara çarpan dalgalardan sıçrayan
Su damlasının söndürmesi gibi,
Bir kitabın,
Son sayfasının son cümlesini de okuduktan sonra
Gözlerin uzaklara dalıp
Elin arka kapağa abanmış yemin eder gibi
Durup yaşamı bir düşünebilmeli.

Yaşayan her görüntü,
Yaşanan her duygu
Önce bir duvara çarpmalı
Sonra yağmalı zerreler beynin kıvrımlarına…
Buharlaşmadan.

Kaldığın yerden devam edebilmeli
Adeta hiçbir şey olmamışlığın aldırmazlığında.
İçinde yeniden bir bir birleşmeli
Bir bulmacanın parçaları gibi.

Beyindekiler kelimelere,
Kelimeler görüntülere dönüşmeli
Yaşamın bağında yetiştirdiğin her düşünce
Bir kav olmalı beynin loş mahzenlerinin
Ilık ve kırmızı deminde…

ahmet haluk başaklar

8/15.8.2003-Bodrum
“Uğurlamanın zorluğu”

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Mavi”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Ömür mü, Yaşam mı ?

Sevgili Usta, Savaş Dinçel'i kaybedeli 2 yıl olmuş. Nasılsa, ülkede üzerinden yüzyıllar da geçse yazılanlar değerini yitirmediğinden, onu yitirdiğimiz günlerde yazdığım yazıyı yeniden paylaşıyorum.

"İyinin biri"ni daha yitirdik, kayıp gitti göz retinamızdan, halbuki henüz yaşarmaya hazır bile değildi.

"İyilerin erken gittiğine" dair hurafeye olan inancım hala inatla direncini korumakta, her ne kadar dilimde "önce bilim" olsa da, gözlemlerimi okuduklarımla bir türlü birlikte aynı kulvarda koşturamıyorum. Hani beceriksizlik de diyebilirsiniz.

Ozanın söylediği gibi "kimler geçmedi ki bu köprünün altından...".

Yeni bir ortayaş üstü nesil oluştu, bir saat de olsa daha uzun yaşayabilmek için olmadık maymunluğu yapabilen. Sabah sporu, öğlen jimnastiği, akşam antrenmanı,... en sağlıklı yağsız, tuzsuz yiyecekleri, onun otu, bunun kökü, hangisinden sonra hangisinin yeneceği, tütün, alkol mü ?... haşaa.

Aslı hastane personeli olup da zengin caddelerinde, bir başına kirası ile Monte Carlo'da tatil yapılacak mekanlarda, menajerleri, onların ayarladığı haylice yoğun, kimi kadrolu TV bilirkişi konukluğu,... her ne kadar bir zamanlar biz onlara sadece "Diyetisyen" demişsek de. Anlaşılan o ki; bu taze sektör, kozmetik sanayinin alt basamağına dayanmış. Biraz yumuşak, biraz alaycı edayla "domates" deyiveriyor bir gün ve "o bir gün" domates satışları patlıyor. Bir diğeri, "domatesin" sağlık üzerindeki olumsuzluklarından birini telaffuz edince hooop fiyatı da satışı da düşüveriyor. Öyle ki; selüloit, kırışıklık, sarkma, hele hele iktidar konularına burnunu uzatınca; plastik cerrahi, bevliye, cildiye uzmanları aynı mekanlarda komşu dükkanlara peşisıra yerleşiyorlar. Örneğin; plastik cerrah, ilk iş olarak ünvanını estetik cerraha tercih ederek, trafik kazasında kopmuş bir burun ucu yerine satış öncesi pazarlama sırasında hiç gerekmeyen burunları kesiyor, kaldırıyor, indiriyor. Bevliyeci kolunu çubukçuluğa kaptırmış, cildiyeci işi içerikleri sır olan preparat ticaretine dökmüş, anlamsız vibratörler, ışın kalemleriyle, 10 seansta talebi karşılamanın tatlı telaşındalar. Kısaca, bu ipin ucu uzayıp gidiyor karşıdaki loş sokakta görünmez olana dek.

Bu sanayinin ortasında şaşkına dönmüşler de bir semizotuna saldırıyor, daha haşlamanın sonu gelmeden haydin şimdi de kerevize... Kuşkusuz ki; bu koşuşturma sırasında ömür sayacı bir yandan biteviye "tık tık" atıp duruyor.

"Ne yaptın ?" dendiğinde de,

"Sabah erken kalktım, bir saat yürüdüm, bir saat koştum, Eve gelip duş aldım. Sıkı bir kahvaltı yaptım, içinde yağ; şeker, un, tuz olmayanlarıyla (?). İşe gittim, Aydın Doğan gazetelerini bilgisayarımdan okudum. İçinde insan sağlığına uygun olup olmadığını bilemediğim malların ithali için gereken yazı ve evrakları hazırlattım. Hiç çay, kahve içmedim. Öğlen tatilinde, "sağlıklı yaşam" üzerine bir kitap okudum (?). Kaldırımda yarım saatlik bir yürüyüş yaptım. Yemek tatili sonrası gümrükten çekilecek siparişlerimizin bekletilmemesi icin ilgili resmi kurumlarda gerekli yetkilileri ziyaret ettim. İşime döndüğümde, akşamüstü meyvem bana bakan hizmetli tarafından soyulmuş, dilimlenmiş halde masamda beni bekliyordu. Yeni siparişleri üst yönetime takdim ettim. İş çıkışı, "sigaranın insan üzerindeki olumsuzlukları ve hala alınmamış önlemleri" konusunda bir toplantıya katıldım. Çıkışta, köşedeki vejeteryan lokantasında doyasıya yedim. Eve döndüğümde saat 10:00 u bulmuştu. TV da eğlenceli bir program olmadığından ılık bir duş alarak yattım. Zira ben haftasonu, bayram demem hep erken yatar erken kalkarım..."

Son gidiş numaralı "Genç Rahmetli" Savaş Dinçel ile bu hem sıradan hem de popülist yaşamda yuvarlanışı yanyana koyalım... sağlıklı yaşamcıya ayıp olmasın diye isterseniz yanyana koymayalım.

Ancak sağlıklı yaşamcının uzun yaşayacağı muhtemelen doğrudur... ama niye ?, ne için ?, kim için ?

Yani; ömrünün uzunluğu kendi dahil kimseye hayrolmamış yaşamlar yerine, yaşamı parmak uçlarında hissettirenlerin, boşa geçecek zamanları maharetle kullanışından ötürü onlara USTA deniyor, sanırım.

Biri yaşamı ömre diğeri ömrü yaşama çevirmek için beyni düşünen, kalbi atan, gözleri bakan iki yaşam.

Bu akşam ünlü kanalların birinde Usta'dan söz ederken diyordu ki;
"Sizin Ekmek Teknesinden tanıdığınız Savaş Dinçel'in bilinmeyen bir yanını da biz araştırdık, bulduk... aynı zamanda Karikatüristmiş !"

Olsun, en azından bilgiden taşmış Medya bunu artık öğrendi, sayesinde 70 milyon Türkiye (?) de... Neyse, öğrenmenin geç'i erken'i olmaz. Onlar keşfettikçe, araştırdıkça daha nelerini öğreneceksiniz ve her geçen gün üstteki ikilem arasındaki farkın açıldığını hayretle gözlemleyeceksiniz.

Usta, yaşamına neler sığdırdığını öğrendikçe kendinizi cümle sonundaki bir nokta kadar küçük hissedeceksiniz.

Henüz görmemişler, görememişler, şu sıralar özellikle İstanbul'da yaşayanlar için; onun sigarasından bir nefes çekmemişseniz de yaşamınızda "Uçurtmanın Kuyruğunu" seyretmeden bu Dünya'dan göçmeyin.

Bu günce onun yaşamını sığdıracak bir büyüklüğe sahip olmadığından onu tanımayı size bırakıyor (siz de Medya'ya bırakmadan) ve ondan hiç söz etmiyorum. Yalnızca;
Onurlu yaşamının önünde saygıyla eğiliyor,
en azından kendi adıma duyduğum Şükranımı sunuyorum.

Zaten Işıklar içindeydi,
benim temennime gerek bile duymaksızın yattığı yerde aynı aydınlıkta kalacaktır.


Saygı ve Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar


not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

10 Aralık 2009 Perşembe

Yutkunmanın Zorluğu

 20.10.2014 notu:
Bu yazı yayımlandığında, youtube'da 5-7 arasında film bulunuyordu, içinde sıcacık sesiyle "kuzucuklarım" diyen. O videolar; gerekçe metninin ışığında anladığım kadarıyla, trt nin yayınlanmama isteğine uyularak, izi bile bırakılmamış. O günlerde aşağıda söylenmiş olanlar, hiç de yabana atılacak olmadığının kanıt oldu sanırım. Bu nedenle, içeriğinde "kuzucuklarım" olmayan, bulabildiğim iki adet görüntüden biriyle değiştiriyorum.

11 Aralık 1987; azınlığı çoğunlukta, yalnızlığı kalabalıkta, tükürülen sanatı tertemiz, ayakta dimdik yaşayan ve yaşatan Adile Naşit'in ölüm tarihi. Cümledeki seslenen "Ölüm", bizim yanılgımızı simgeleyen kelime olarak alaycı bir tavırla gülümsemekte, o gittikten sonra gelenlerin kulaklarında, gözlerinde canlı canlı yabancılaşmadan yaşadığına bakıldığında.

Onca dolu dolu geçmiş yaşamının 1981' e kadar ki bölümü için yaptıklarını hala yaşıyoruz alkışlar, gülücükler içinde. Benim sözünü geçireceğim kısım ise 1981'den itibaren TRT üzerinden yayınlanan "Uykudan önce" programıyla dilinden eksik etmediği kuzucuklarına dair...

O kuzucuklar ki; doğrudan ayrılmayan, güzellikten vazgeçemeyen, en azından mutlu olmasının yolunun başkalarını mutlu etmekten geçtiğini, dostluğu hele hele arkadaş olmanın onurunu bilen bir neslin temellerini attığına tanık oluyorlardı gün be gün. Her cümlesinin sonunda bıkmadan, bıktırmadan sevgiye boğarcasına "Kuzucuklar" diyen sesi kimilerinin kulaklarını hala terk edemediler.
Ardından yıllar yılların kıçına umursamadan tekmeyi basıp, 2009 nin sonunu bulduk. O günlerin çocukları, şimdilerde birer genç, hani Nazım Usta'ın dediği gibi;
"Ben içeri düştüğümden beri...

Şimdi on yaşına bastı,
ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.
ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,
rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.

Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur..
.
"

Kulaklarında o nasihatlar çınladığından mıdır neden, toprakaltında da olsa kendilerine mertliği daha bir yakıştırdılar; hani her gece yatmadan önce hep söz verdikleri gibi !
İşte bundandır; Musalla taşının soğuğunda anakuzusu olmanın gururu, Polat'ın esmer bakışlarından daha yiğit, daha dürüst; içinde sarıklı hoca efendinin gölgesizliğinde.
Kurşunun Nisan yağmuruna dönüştüğü bugünlerde, başlarına nefteli yeşil kep geçirilir diye Meriç nehrinin ötesine evlatlarını soğuk suları kulaçlatmadan, gizlemeden kaçıranların hissedemediklerini hissedenlerin tek tesellisi, kuzucuklar ötede de Adile'nin şefkatli kanatlarının koruması altında olması.

Gidenlerin yeri dolmayan hasretlerini hüzünle anarken...


Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar


not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Şafağın Tepesi Attığında

Siyatik ağrısı, bir kağnı tekeri gıcırtısının sancısında
Bacaktan ayağa doğru vuruyor, çığlık çığlığa...

Palamarları çözülmüş bir tekne,
Evden çeyiz bohçasını yüklenip kaçan gençkızın endişesinde
Alargayla buluşuyor gizlice,
Sessiz, sedasız, kimsesizce...

Martının biri,
Göz göre göre, dalgalara inat keskin bir dalışta,
Günlük nafakasının derdine düşmüş,
Pürtelaş kanat çırpmakta...

Köpüklü sulara çivileme atlayan bir çapa,
Peşisıra sürüklüyor zincirini ardındaki şıngırtılarla,
Sanki, dibi boyladıkça ondan kurtulacakmışcasına...

Umursamıyor bile kamışını olta,
Fır dönen makaranın boşalmasını karnında,
Onun aklı misinanın ucundaki çekişeceği allı pullu balıkta...

Az önce 6 kilo balığı
Süzüle süzüle avlamış mantar kafa ağ,
Nazife’nin kaynattığı beyaz çamaşırların edasında
Kurşun ayaklarından asılmış Erguvan ağacının dallarına,
Rüzgarla oynaşıyor
Üzerinde hala balık varmışcasına...

Limanın delisi olmuş bir kayık,
Lumbozlarına küreklerini takmadan
Dalgalanan burnunu bir daldırıp bir çıkarıyor denize bıkmadan,
Sanki alay ediyor bağlanmış çımasıyla
Uçları sivri kayalara aldırmadan...

İhtiyar balıkçı,
Yakaladığı kısmetlerini istiflediği
Boşalmış kasadan arta kalan dibindekilerini
Nasırlı elleriyle denize serpiyor
Gidilenin aslında gelinen yer olduğunun
Bilmeden yapmanın tuhaf bilgeliğini...

Birden,
Hepsinin göğsüne bir Güneş doğuyor,
Isınıveriyor her yan,
Gün belki de yarın olur diye
Ama bugün, dün olduğunun aynı tefekküründe
Zamanı durduramamanın biçareliği ağır basmış bir kere,
Kendini kapıp koyvermenin görmezliğinde...

ahb
 
5.4.2008
“Güne sabah çöktüğünde”

 
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.