22 Ocak 2010 Cuma

Üfürükçünün Söndüremediği MUM




Müzik: "Bir Karanlık Bir Aydınlık" Brilliant Dadashova - Zülfü Livaneli

Hadi gelin, bugün yarın için bir hayal kuralım... ya da bir hayale dalalım... kesinlikle düşün ötesine geçemeyeceğini adımız kadar bile bile...
Hani yıllardan 1993 olsun, aylardan Ocak belki 23 ü belki de 24 ü. Gün ışığına henüz bugünkü gibi çıkamamış, yeraltında karanlık yığınağı yapan tarikatlar keyfe keder delillerin 1 saat içinde süpürülmesinden görevlilerin çişinin gelmesine, timsah gözyaşı imalatı yapacak resmi, gayriresmilerin litrelerce su içmesine kadar, koskoca bir senaryoyu tek çekimlik sahneye konulmasından vazgeçmiş olsalardı... Sanırım düş diyerek kantarın topuzunu fazlaca kaçırdım galiba. Bir kemancı bile bir konserde çalmaktan vazgeçse, konçertonun tümü hiç iptal edilebilir mi ? Benimkisi de laf.
Peki peki, plastik bombasının naylonu fasonmuş, patlamamış, tıslamış. Yahu, bu adamlar arka sokağın gariban kasa hırsızları mı ki barutları nemden patlamasın.
Anlayın işte bu işlerden hiç anlamadığımı, karanlığa merak salmadığımdan.

Bir nedenle Sevgili Uğur Mumcu ağır yaralı kurtulup, eskisi kadar olmazsa da üzerinde 24 Ocak’a ait delilleri taşıyarak iyileştiğini. Aslında, mahir kamikazeler çok iyi biliyorlardı ki, üzerindeki yaralardan bile delil elde edip sakallılara, cüppelilere mutlaka ulaşabileceğini. Bu nedenle vücudunu delillere saracak kadar parça parça ederek yok etmeleri. Neyse, bir kere mesela diye başladık. Düş bu, bir gerekçe mutlaka olur, mantıklı açıklaması olmasa da, onu sırf bugün hala yaşatabilmek için. Salt katliam öncesinde biran olsun düşünebilmek adına, 23 ünde kaleme alındı bu düş, 2010 un 24 Ocak'ı bize nelerin getireceğinin belirsizliğinde.

Bir sabah erken, Şeyh Bedrettin Destanı’na öykünürcesine dayandılar kapıya... sabahleyin saat 5 te...
Eskisi gibi öyle “Haydi gidiyoruz” yok artık. Önce Medyatörlere ezdire ezdire görüntü aldırırlar, önceden kutup ayısının çöldeki bedeviyle karşılaşmasındaki tesadüfdeki gibi haberleri hep aynı isimler sayesinde; bedava beslenenler, bedava ısıtılanlar bu kez de bedava bilgilendirilme hizmetinden yararlanırlar, gizli istihbari bilgilerin davaya ilişkin konuşulma yasağının ihlali sayılmamakla birlikte.

Ha sahi, eski bir bilişimci olarak; piyasada bu kadar çok diski deşifre (ne demekse ?) edecek, diskleri kopyalayacak, silinmiş kayıtların fiziksel izlerine düşerek yeniden kurtaracak sayıda bilişimci var mı bu ülkede ?... şüpheliyim. Hani Solitare oynamak dense, bak o zaman ulaşılabilir tahmini sayıya. Emniyetin, MİT in yazılımcı, donanımcı, sistemci sayısı ortadayken, adamın aklına o işin de yine iktidara yakın bir bilgisayar şirketine ihale edildiği geliyor. Hani, bankaları denetlemeye yetkili kılınmış dış kaynaklı danışman(?) firmalar gibi. Sonunda, emeklinin, çalışanın maaşlarının yatması kadar sıradan bir proje; bu firmaların istekleri doğrultusunda iş yaparsa, Ocak ayının maaşını, ancak bir sonraki yılın Ocak ayında alabilirler, özel sektörün dinamizm boyalı reklamlarına inat. Soyulmuş kabuğunun altında bir devlet çarkından daha yoğun bürokrasiye sahip olduğu gerçeği, üzerine etek serip oturularak saklanmak istense de. Bir fatura tahsilatı projesinde yanlızca bir bilgi alanının ilave edilmesi için, icazet imzasının Şirketin en üst makamından alınmasının tek adamcılığı sayesinde, zamanında 1,5 ay beklediğimden, pek bu tür afili özel sektör saç savurtmaları bana nedense hiç inandırıcı gelmez. Zamanında badem bıyıklının birinin öylesine üfürdüğü bir cümleye istinaden, banka 6 aylığına 2 ayrı dış kaynaklı denetim firmasınca sorgulanmış, 6 ay boyunca hizmet karşılığı otomatiğe bağlanmış $ ları hakketme uğruna, TEMA’ya inat bu süre içinde 24 saat binlerce sayfa döküm alınmış, klasörlenmiş. tümünden 3 klasör, 3 klasörden de 5 sayfa sorgulanıp, “Haaa” denip, yeni bir 6 aylık $ nakit akışının devamı için başka bir bahane olabilir mi diye sürekli açık aranmıştı. O dönemin sonunda BDDK nın tüm bankalara uyguladığı bir bildirimi için eldeki bu hazır çıktıların bir kısmını derleyerek karşılamıştık; tüm anlamlı, anlamsız, ucu açık, kimi zaman manidar, evde kalmış gençkız kaprislerinin ağzını kaynağında kapatabilmek uğruna. Biz 150 klasörle gelince, aynı bildirime iki sayfa ile katılan bir başka banka doğaldır, sesli olarak “OHAA” demişti. Yani, bilişim dünyasında olanlar, bu disklere ne yapıldığını ya da didik didik bilgi depolanıyorsa analize yönelik bunlara bir sistematik geliştirebilecek hem donanım hem de yazılım konusunda yerli bilişimcinin varlığı konusunda kafaları karışık. Başlarını belaya sokmalarının müsebbibi ben olmayayım diyorum ama, sanırım bu konuyu en iyi ve en tarafsız açıklama getirebilecek adres Türkiye Bilişim Derneği olsa gerek. Kısaca başımızdan o günlerde geçen; devletin devlete hesabını kestiği bu savurganlığa karşılık, iki dudak arasından üfürülen yasal yaptırım buyrukları itirazsız yerine getirilip, alınan tonlarca dökumana ne birileri baktı, ne de okudu. İncelemek derseniz, Sarıkamış'a bağlı bir köy kadar bilinmez bir uzaklık.

Geri dönelim Sevgili Uğur Mumcu’nun parça parça katledilişine. Ya da kurduğumuz düş gereği katliamdan hasarla kurtuluşuna. Hani bir sabah demiştik ya, hani bilgisayarlarına el konmuştu demiştik ya,... saat 11:00 gibi çuvallar dolusu dosya, kağıt evin banyosunu yenileyen ustaların sürükledikleri seramik curuf gibi taşı babam taşınır. An gelir, biter. Sıra gelir, görevin yerine getirildiğinin şatafatında tutuklunun evden çıkarılışına. Kafasını arabanın kapı üstüne vurup intihar etme girişimini engellemek adına, en işgüzar görevli apartman kapısından araca kadar Mumcu’nun ayakkabısının topuğuna arkadan basa basa bir telaş içinde refakat eder. Hani içeri de intihar etse önemli değil, eğitim pardon soruşturma zayiatı denir geçer diye. Emniyet dışında kimsenin yaklaştırılmadığı bahçeden sivil giyimli insanların bedensel sıkışıklığı içinde, gölgede kalan alttan ittire kaktıra devletin sahte plakalı aracına bindirilir. Sonra ne yolda ne kavşaklarda ne hikmetse; araç, araştırmacı paparazi gazetecileri atlatarak bir türlü görüntülenemez. Soruşturmaya alınmasından soruşturma sonuna kadar, nereden öğrenildiyse Amerikan polisi edasında tüm psikolojik savaşa başlanır. Ama Uğur’un yüzündeki memnuniyet ifadesi bir türlü değişmemekte direnir. Savcıya durum iletilse de bir anlam verilemez.
Hele, bir iki de sağlık muayenesi adı altında oraya buraya götürün, getirin, indirin, bindirin, sarsın, direnci kırılsın.” şark kurnazlığı da fayda etmez. Mumcu;
Ya, yazı çizi derken kendime zaman ayırıp Doktor arkadaşlarıma bir türlü uğrayamamıştım. İyi oldu. Bu da aradan çıktı.” demesi direncini kıracakların direncini kırmaya başlar. Boyun, kadere eğik “E hadi başlayalım” denir. Birinci soru gelir. Uğur hazırdır;
Körün istediği bir göz” diyerek “Eh, tüm yazdıklarımı hazır getirdiniz. Sanırım, onca külfet karşılığında okunmuştur diye tahmin ediyorum. Bu sorunuzun yanıtı; ... başlığının ikinci paragrafında mevcuttur. İfadem olarak kabul edebilirsiniz.” Böyle başlayan sorular arttıkça hepsinin gerek öyküsü gerekse nedenleri, gerekçeleri bir bir adres verilerek yazılı belge halinde sunuldukça sabırlarda taşma belirtileri gözlenir. Bir an gelir, davalı kim davacı kim birbirine karışır artık, çöp ile saman gibi.

Kafasını kaşıyarak ayağa kalkan yetkin, karizmayı çizdirme endişesinde gözlerinin içine bakamadan;
Aslında... biz sizin bilginize başvurmak için buraya getirmiştik. Elimizden geldiğince sizi kendi imkanlarımızca iyi ağırlamaya çalıştık. Yine de eksik kalan yanımız olmuşsa affola...”

Doğrudur, bilgime başvurabilmek için bunca dökümanımı da benimle birlikte getirdiniz ki; eksik, yanlış bilgi vermeyeyim diye. Sevindirici yanı, hiç olmazsa bu sayede ne demek istediğimi zorla da olsa okudunuz. Ama artık okuduğunuz için, bundan sonrasında yapacaklarınız ‘bile bile lades’ olacaktır. Bu nedenle; sizi vicdanınızla başbaşa bırakıyorum. Sahi, tutuklama gerekçeniz önüme gereken imzalar bir türlü tamamlanamadığı için, hala gelemedi ?
Ezik yetkin, masanın üzerinden titrek parmaklarının arasına sıkıştırdığı bir sayfayı uzatır. Mumcu bakar ve tebessüm eder.

Gerekçe: Uğur Mumcu’ya suikast girişiminde bulunmak, planlamak, çete oluşturmak,....”

Düşün sonu...
Günün başı...
Yaşarken yazdıkları, seyretmeye zorlandığımız bugünlerin senaryo metinleridir.

Bir iyi, bİr de kötü saptamam var: İyi olanı; öykünün yarınki bölümleri henüz çekilmemiş olsa da elde hala matbu olarak bulunması, okunmayı beklemesi. Kötü olansa; kahin isabetliliğinde öngörülerin bugüne kadarki kısmının eksiksiz gerçekleştiği ışığında, yarının bugünden çok daha kötü olacağının ipuçları açıkça satır aralarında okunmakta... yarınları yok edecek kadar...

“Huzur içinde yat” diyeceğim ama, sen halimizi görebiliyorsan, biz de seni tanıyorsak... söylediğim temenniden öteye geçemeyecektir. Biliyorsun; annem ve dedemle aranızda 3-5 kabir var. Onları ne zaman ziyarete gitsem, bir bidon su da sana dökme bahanesiyle seninle taşbaşında dertleşiyoruz. Biliyorum, her gelişimde hep şikayetteyim. Belki de senin de içini karartıyorum. Ama ne yapayım Usta, Mustafa Kemal’in aydınlık memleketi karaçarşaf kadar karartılmış, içimiz kararmış, çok mu ?

Saygıyla, Sevgiyle, Hasretle Anarken...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

21 Ocak 2010 Perşembe

Kuyu Gölü Baletası


7 Ekim 2007 tarihli yazımı, gidenleri bir kez daha anmak için yeniden yayınlama gereği duydum.

Geçtiğimiz perşembe gecesi, özverinin şansla buluştuğu zaman dilimine denk düşmesiyle P.I TCHAIKOVSKY 'nin ünlü "Kuğu gölü Balesi"ne iki biletimiz kılavuzluğunda Büyük Tiyatro'nun, diğer deyişle Opera sahnesinin yolunu tuttuk. Eserin sezon açılış gecesiymiş. Seyirci sayısı geceye yaraşır kalabalıkta olması tükürgenlere adeta nispet yapar gibiydi. Hem iş dünyasından hem de her zamanki gibi siyaset dünyasından değilse de adam olarak kalabilmiş, yazar, çizer ve her etkinlikte karşılaşılan tanıdık simalar kalabalığın içinde yerlerini almışlardı. Oturduğumuz koltuktan ilk iki sıradan oluşan protokolü göremediğimizden "dostlar mecliste görsün" denmesi için kimler gelmişti, bilemeyeceğim. Ancak o ki; kimin geldiği de hiç umurumda değildi. Zira ben kendim için, dinlemek, seyretmek, ruhumu doyurmak, saflaştırmak adına onca yolu aşarak gitmiştim.

Nedenini bilemesem de Büyük Tiyatro bana hep en eski gidişlerimi, sonraki seyrettiğim eserleri, hangi koltuklarda neyi seyrettiğimi, hatta ben gitmeye başlamadığım yılların öncesinde orada yine varmışcasına oradakileri, Mevhibe İsmet İnönü çiftini ya da Ankaralı gazetecileri ön sıralardan sahneyi izlediklerini hayal edebiliyorum. Anlaşılan o ki; Münir Özkul'un bir zamanlar hepimize adeta ezberlettiği, Thomas Fasulyeciyan'ın;

Zaten aktör dediğin nedir ki?
Oynarken varızdır.
Yok olunca da, sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır.
Bir zaman sonra da unutulur gider.
Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.
Görorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanorsunuz.
Birazdan teatro bomboş kalacak.
Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar.
Çünkü Satenik'in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır.
Virjinya'nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır.
İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar,
bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz.
Seyircilerimiz de kalmadı.
Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar.
Gün ağarır,
temizleyiciler gelir,
replikler yerlerine kaçışır.
PERDE!

tiradındaki gibi, zaman öncesinde gelenlerin gölgeleri orada kalmış ve hala yaşıyorlar gibi geliyor, bana göre kutsallaşmış bu mekanda. Kimleri seyretmedim ki; Cüneyt Gökçer'den başlayarak Yıldırım Önal, Savaş Başar, Kerim Afşar,... Nurşen Girginkoç, Hepşen Akar, Macide Tanır,... yitmiş ya da gitmişleri,... ya da "Küheylan" la sahneye düşen Mehmet Ali Erbil ya da "Mas Grave'in dansı" nda Mazhar Alanson'u. "Damdaki kemancı"yı üç, "Küheylan"ı iki kere seyrettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Radyodan "radyo tiyatrosu", "arkası yarın", "mikrofonda tiyatro", "çocuk saati", "okul saati"ni dinleye dinleye hepsinin ses tonundan kimin kim olduğunu ezbere bilirdim. Hatta Üniversiteye başladığım gün sınıf yoklamasında "Sancar Altuğ" ismini duyduğumda içim bir başka kıpırdamıştı. Ancak "Burada" yanıtının farklı hatta haylice kötü tınıda yankılanmasından yanıldığımı sanmıştım. Bir kaç gün sonrasında yanına oturup sözü seslendirmeye getirmiş, adının ünlü bir çocuk sesiyle aynı olduğunu söylemiştim, belki böyle bir raslantı onu hoşnut eder diye. Ancak beklemediğim çıkışı beni şaşkına çevirmişti.

"Nereden tanıyorsun ?" diye sorduğunda,
"Tanınmaz olur mu ? Hatta Sancar Altuğ'u kim tanımaz ki? Zaten kaç tane çocuk sesi var ?" demiştim. O da;
"Valla sanırım bir sen tanıyorsun, bugünün dışında da hiç kimse bana bu soruyu sormadı. Zira; tanınmış mı yoksa tanınmamış mı olduğu belli bile olmayan o Sancar Altuğ, benim" dediğinde başımdan aşağı boca olan kaynar sular bedenimi yakamamıştı bile.

Köksal Engür ile başladığı çocuk seslendirmecilik yolculuğunda ergenlikle karşı karşıya geldiğinde, sesi istenmeyen oranda çatlamış, konuşmasındaki tüm civeleklik, tınısı silinip yerini bataklığa düşmüş denetimsiz bir renge terk etmişti. Bu da "Kaderin ona oynadığı bir oyundu", belki de en büyük oyun. Bir gün bir oyunun fuayesinde Köksal Engür'e rast geldiğimde, yaşadığım bütün bu süreçteki şahadetimi paylaşmak için yanaşmaya kalkıştığımda o yanımdaki kız arkadaşıma ilgisini göstermeyi tercih edince, Sancar gözümde ne kadar da büyümüştü, dünya görüşüyle, düşünceleriyle, fikirleriyle, bakış açısıyla, yaklaşımlarıyla.

Dönersek, "Kuğu gölü"ne; gerek orkestra, gerek orkestrasyon, gerek şef, gerek sahnedeki sanatçılar, gerekse önümüzdeki döner sandalyeye ilişmiş ışıkçılar hatta görünmeyen kostümcüler, dekoratörler ve katkıda bulunan diğerleri, yılların erezyona uğratıp ufalayamadığı Devlet Opera Balesine yaraştıklarını adeta bir kez daha başa vura vura kanıtladılar. Tiyatroya göre daha seyrek sahnelense de gerek Opera'nın gerekse Bale'nin her zaman doluluk oranını yüksek tutan seyirciler de bunun en canlı kanıtı olarak onlara bir kez daha aynı duyguyu yaşatma şansı verdiler. Bu yurdun yurdum insanı olarak bütün bunlardan duyulabilecek en büyük gururu taşıdım.

Ancak bir noktaya değinmeden edemeyeceğim. Salon sıcak Ankara havasına uygun değildi. Seyir sırasında, seyircinin dayanma gücünün sınırı denenircesine mahşeri bir sıcaklık içindeydi. Tavandaki mazgallar yerli yerinde olmasına rağmen ben hala önümdeki hanımefendinin salladığı yelpazeden bana erişebilenlerle elde ettiğim dirilikle sahneyi izleyebildim. Hatta bir an geldi, oyundaki nedimeler danslarını bitirip saraydaki dekor içindeki koltuklara oturduklarında, senaryonun gölgesine sığınarak ellerindeki rol gereği bulunan yelpazelerini açıp yellendiler. Çok uzun süre önce gördüğümden detayları tam hatırlayamıyorum ama yelpaze sallamanın senaryoda olduğunu sanmıyorum.

Bu aşırı ısı birikimi oyuna iki adet olumsuz etkisi oldu. Birincisi eser bittiğinde selamlama sahnesi adeta seyirci tarafından aceleye getirilip ödenmesi gereken alkış borçları yeterince uzun süre iletilemeyip kısa sürdü. Diğeri ise her perde arasında yoğunluğu ön sıralardan başlamak üzere arkalara gittikçe sayısı düşen seyirci kayıplarına neden oldu. Tabii ki; aynı akşam uluslararası bir futbol karşılaşmasının "en azından ikinci yarısını seyredelim" düşüncesinde fuayedeki kimi karı kocalar arasında geçen fısıltılı karşılıklı konuşmalar, uzaktan geceyarısı loş sokaklardaki "daha aşağı olmaz mı ?" sıkı pazarlığını andırıyordu.

Bana sorarsanız gecenin yakalayabildiğim en güzel, en anlamlı anı ise yukarıda resmini gördüğünüz "kuğuların dansı" anında yaşandı. Tam kuğular ellerini birbirlerine kenetleyip, fagotun ritmik sesi duyulmuştu ki heykel görünümüne bürünmüş sahneyi dikkatle izleyen seyirciler aniden birbirlerinin kulaklarına eğilip fısıldaşmaya, dürtüşmeye başladılar. Karanlık da olsa yüzlerdeki tebessümün hissedilir oluşuna "bir, iki, üç" dercesine aynı anda birbirlerinden habersizce yapmaları salonda neredeyse gözle görülür bir sinerjiyi yaşattı. Zira yıllar evvel "Hisseli harikalar kumpanyası" adı altında sahnelenmiş bir müzikalde hatırlanacağı üzre, "kuyu gölü baletası" adı altında bir gösterinin, akıllardan silinmeyen o siyah beyaz karesi ile bir anda yüzyüze gelinmişti. Bu toplu anma, toplu duyulan sıcak duygular aynı yurdun insanı olmanın dışında birbirlerinden olan tüm sanat, kültür, gelir, yaşam, sınıf farklıcalıklarını, ayrıcalıklarını üzerlerinde barındıran bir salon dolusu insana bu birlikte hareketi, sanırım dünya üzerindeki hiçbir ülkede istense de hep beraber yaşatılamazdı. Kim ne derse desin; bu da bu ülkede yaşayanların şansı olsa gerek.

Anılarda kalan o siyah beyaz görüntüler yeniden canlandırabilmek adına;



Son olarak: Bize hala yürek ısıtıcı anlara vesile olmuş ve şimdilerde bir başka dünyada yine güzellikler saçmayı sürdürdüklerine inanıp rahmetle andığım;

Adile Naşit, Belkıs Dilligil, Asuman Arsan'a şükranlarımla.

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

17 Ocak 2010 Pazar

İp koptu... bayır aşağı

Yukarıdaki görüntüleri ustaca birleştirip bize sunan, Dostum DüşHekimi Yalçın Ergir'e Teşekkürlerimle...

Kaç gündür, gazeteler avaz avaz.
Amman ha, bu Cumartesi İstanbul’un hali duman. Dikkat edin.” Son zamanlarda kullanımı sıradanlaşmış “n’ola ki ?” sorusu, kaşlar iki yana kaykılmış, dudaklar ve omuz ona öykünerek;

Avrupa Başkenti oldu ya !”
Hani, Türkiye’de yapamadık, bari Avrupa’da olsun niyetine mi ?”
Yok canım ciddi kuruluşlar...”
Avrupa Parlementosu da çok ciddi, IMF de...”
Yok onlar gibi değil...”
Daha çok hangisine benziyor dersin.”
Ammaan ne bileyim canım...”
Hani, İ.Melih Gökçek’in aldığı ödül ya da verdiklerini iddia edenlerle akrabalık ya da kan bağları yoktur inşallah.”
Dedim ya, ne bileyim işte. Otur seyret. Beğenmediysen gaz odana dön.”

Bu yılki Eurovizyon Şarkı Yarışmasına seçtikleri müzik topluluğundan söz almışlar; “Galayı İstanbul’un Fethinde isteriz.” diye. Müteşebbis ruha sahip çocuklar bunlar. Dururlar mı hiç, yapıştırmışlar şartnamesiz ihaleyi; “29 Mayıs değil mi ?”

Hayret bir kaç gündür İstanbul’da ne “odamı beğenmedim” eylemleri, ne atılan kokteyller, ne yanan arabalar,... Doğudan hiç çatışma haberleri de gelmiyor. Biraz daha geçse üzerinden, “Acaba Irak’tan çekilecek ABD ordusu yerine, yanılıp bizim ordu mu kışlasına döndü ?” diyeceğim ama dilim varmıyor. Hani canım, ortalıkta eksiksiz tüm tv kanallarını zapt etmiş bunca ekran Cem Yılmaz’ları, gazete Barlas'ları günlerdir bize demokrasiyi öyle şerbetlediler ki, ordu da goygoya gelip “Sakatlık bizde her hal ?” diyerek aklı karıştı. Esas, iş bitiminde bunca Filozof, Felsefeci, Düşünür nasıl aklanacak bilemem... Belki de partiye onları alarak aklaştırırlar.

İçeriki odadan “dütdürü dünya” kıvamında kutlama seslerine ayaklanıp, karşısına kurulmuşlara sorma gafletine düşerek;

Tekel işçilerine haklarını mı vermişler ?”
Yooo!...”
O zaman memur ve emekliler verilen maaş zamlarını kutluyor ?”
Yoo!...”
Protesto olsa, yapılan zamlar için diyeceğim. Pekiii; ya Mahkeme Başkanı’na ya da Savcısına ya da eski YÖK Başkanı’na ya da Deniz Feneri’ne soruşturma izni çıktı ?”
Zorlama kendini, İstanbul’u Avrupa Başkenti yaptıkları için.”
Zamanında AB’ye girdik diye de yapmışlardı ama bu ondan daha görkemli. Allah Allah ?”

Bunlar, insanoğlunun yaşarken aymadan, kayarak içine düştüğü dehliz kıvamındaki uçuşan düşünceler. Bunları bir sıraya koyabilsem... ah bir sınıflayabilsem...

Okuduklarımdan hatırladığım o ki; Cumhuriyet, daha doğrusu Kurtuluş Savaşı öncesinde Başkent İstanbul idi ve yeni kurulan ülkenin Başkentinin değiştirilmesi hazımsızlık belirtileriyle doluydu. Eh ne olsa Sadabat da Safahat da Saray da Şehri İstanbul’un bağrındaydı. İskeleye attın mı palamarı, istediğin gibi, istediğin kadar kullan, nasılsa Topkapı sağır, zaten Haremağası da hadım. Bir çocuk “Anne” diye seslendi mi 40 kadın baş uzatmakta oda kapılarından; “söyle Veliahtım” diye. Kim demiş Avrupa görmemişiz diye, Harem ağzına kadar dolup taşıyor, Anjeliklerle. Esnetmenin gergin hali; İstanbul işgale uygun. “İstanbul şahane, İstanbul hesna, İstanbul müstesna...”

Kaç gündür, Sevgili Yaşar Sökmensüer yok yere (?) kendini hırpalamakta; “Yav, şehrimi kaybettim, göreniniz, duyanınız varsa haber etsin.” diye şeytana kaptırdığını aramakta, şeytan da, çalıntı mal alıcısı da, satıcısı da elini kolunu sallaya sallaya ortalarda saklanmadan gezinse de. Askerlik yapanlar bilir; Askeriye de hiçbir şey kaybolmaz aslında, yalnızca mevzi değiştirir. O hesap; biz ancak bir Başkent besleyebilecek durumdayız, her ne kadar kendisinden özel ders aldığı için çakacak öğrencinin geçmesi gibi, memleket Arap zenginliğine kavuştukça birileri notumuzla oynayıp “Arsslansınız beee...” demekte ise de. Kısaca; bir Avrupalı Başkente sahip olmak ancak içerideki Başkent’in yok edilmesiyle olanak bulabilecek belleğe sahip. Buradan sesleniyorum Dostum Yaşar, gözümüzün önünden göstere göstere uçurulanlar için boşuna debelenme; Şehrin meydanlarını, tarihini, dokusunu, Cumhuriyet için canını, başını bu yola koyanların yürekli kokusunu "belki kurtarabilirim" diye. Onlar, idama mahkum oldu.

Sıra, “Avrupalının Başkent dediği yere biz niye Başkent demiyoruz. AB ye girmeyi siz istemiyor muydunuz ? Alın size işte fırsat, hem de dik alası” dayat(ıl)masında.

Curcuna beni yıllar öncesine götürdü. Henüz mabadımıza tekme değil de sırtımızın sıvazlanıp sütümüzün sağıldığı çalışma yıllarıydı. Aynı seslerin benzerleri birden çalıştığım binanın önündeki küçük caddede yankılanırken, “N’oluyor ?” diye merak ettiğimde, adını şimdi bile unuttuğum bir köyün "ilçe olması için gelmişler" cevabını almıştım. Yaklaşık on otobüsten çoluklu çocuklu inip, açtıkları bez pankartları sallaya sallaya Meclis’e doğru yürürlerken düşünmeye çalışmıştım; “Niye ?” diye. Orası ilçe olsa ne değişecek ki ? Alt tarafı belediye kurulacak. Nüfusu ne ki, belediye personeli ne olsun. Dediler ki "çocukları iş sahibi olacağından". “Nerede ?” Belediyede. Yahu, bunca insan 10 kişinin karnı doysun diye buraya gelmek için harcadığı parayla zaten karınlarını doyururlardı. O zaman ? Öğrendiğimiz kadarıyla, oranın toprak ağası bu işe göz koymuş. Tüm araziler zaten onun. Dönemin Başbakaniyesi gerçekten ilçe yaptı ve açılış konuşmasında başka bir ilçenin ismiyle selamladı köylüyü, herkes ona gülse de. Eh ne olsa Başbakaniye, çam devirmeyeni yaparlar mı hiç ?

Aynı bakışla, İstanbul’u bilmem ama İstanbullu niye bu kadar sevindi ki ? Anlamış değilim. Keyfi ulaşım zammı için turnikelerden atlayan o, onları copla engellemeye çalışansa belli. Yollar belli, alt yapı, üst yapı, inşaat denilirse zaten hepsi ya Dr.Kimbl ya da elektriksiz, gazsız TOKİ. Yarısının Avrupa anakarasındaki coğrafi yapısını göz ardı edersek, tüm gerekçeler meşum davayı aşamamakta. Hem bu şehir son 4 yılda da yaratılmadı. Ya Avrupalı yeni yeni akıllanıyor ya da biz iyiden iyiye eblehleşiyoruz.

Daha da kısası; hani hep, her ne hikmetse “ay pardon”lu Güneydoğu haritalarına zamanında “olacak iş mi ?” diye gülüp geçmişsek de artık tüylerimiz diken diken beklediğimiz gibi aynı meşreple, “Ay Pardon, İstanbul değil miydi sizin Başkentiniz ?” denilecek günler başlıyor anlaşılan.

Ankara; yağmur sonrası soğuk bir duvara sırtını yaslamış, infaz ediliyor. Ölüm mermileri artık havada... üzerimize doğru geliyor. Yiğit bir gazetecinin haykırışı havanın ayaza dönmüş nemini kesiyor; “Dikkaaat, Ateş ediyorlar”. Vurulanın Ankara olduğu ne kadar görmemezliğe gelinirse gelinsin, göze batıyor... Adeta kör edercesine.

Öyle denmese de kulaklarım öyle duyuyor;
Padişahımız öldü... Yaşasın yeni Padişah... Yaşasın yeni Başkent İstanbul

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

10 Ocak 2010 Pazar

Alnına Işık Koyabilenler

 
Gözlenen o ki; son günlerde "KuleDibi"nden, tiyatro oyunlarına ait izlenimlerimi aktardığım yazılar daha fazla rağbet görmekte. Eh, durum "halkımız böyle istiyor" olunca bana da eski "günce"me sıkışıp kalmış, zamanında gördüğüm oyun izlenim yazılarımı yeniden paylaşması düştü.

Tarih 16 Şubat 2008. Erzurum Devlet Tiyatrosu Ankara turnesinde. Gerçekten unutulmaz bir gece yaşatan Erzurum Devlet Tiyatrosu sanatçılarını bir kez daha saygıyla anmak istedim. Ankara'yı dahi beğenmeyip İstanbul'un orta yerine kumpanya kurma çilekeşliğine soyunanların; üstüne üstlük bir de Erzurum'da başlarına neler gelebileceği ya da yazılmamış ne Aziz Nesin'lik oyunlara yardımcı karakter olacakları bir kez daha düşünülürse, kendilerini Fransa'nın Akdeniz sahillerinde ödül almış sanatçılar kadar tuzukuru hissetmemeleri için bir neden olmadığı görülecektir.

Büyükkent sanatçılarını bilemem ama, en azından Büyükkent seyircilerinin bu konuda bir kez daha şapkalarını öne koyup düşünmelerinin anlamlı olacağı kuşkusuz.

Bu akşam, yine yıllar öncesinin bir oyunundaydık.
Bertolt Brecht'in "Kafkas Tebeşir Dairesi"
Oyunu sergileyense Erzurum Devlet Tiyatrosu.

Açıkça; son günlerde özel tiyatroların kuruluş amacı ve düşüncesi mesnet gösterilmesi yerine mesken tutularak çok dallar, yapraklar estirilip duruluyor. Ancak, bir yandan mertlikten dem vurulurken bir yandan da kaçak dövüşmenin "özgür bir seçim", "anayasal bir hak" iddiasıyla eldekiler avuç içinden fütursuzca çalınırken, karşımıza tükürmenin haklı erdemi dayatılarak kültür erezyonuna elden geldiğince katkılar eksik edilmemenin gayretinde sulandırılıp, akın karaya olan saygısızlığı ön plana çıkartılıyor. Anlaşılan o ki; yurt sahnesinde sergilenen takiyesi bol bir savaş kararı, cengaverinden çok suilerin rol aldığı bir orta oyununa dönüşmüş, İbiş'i külahsız, Pişekar'ı sopasız.

İşte bu şahikadan bakılarak, Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun sahnesi tüm yaşatılanlara bir cevap olarak karşımıza çıkıveriyor, bir Ankara ayazında yanan bir kamp ateşi sıcaklığında.

Kısaca; açlığı ya da susuzluğu kaygıya yer bırakmaksızın giderecek bir oyun, gece boyu Güneş'in hasretliğini çektirmediği.

Bu oyun hakkında daha geniş bilgi için;
bağlantısından; oyun hakkında tüm bilgiyi, konu özetini, oyunun sahnelenme tarihleri, oyuncusundan ışıkçısına kadar emeği geçen ekipte yer alanları, oyundan resim karelerinin yanında bir bölümünün video görüntüsünü izleme olanağı tanıyor. Bir de Yönetmen Barış Erdenk'in görüşleri var;
Mutlaka okunmasını öneririm.

Geceboyu, adeta kendimi AST'ın bir zamanlar zirve yaptığı günlerdeki oyunlarında buluverdim. Ve bunu yıllar sonra yaşamaktan ötürü de son derece lezzet aldım.
Oyundaki şarkılar (son dönemde DT'nun güzel bir uygulaması) canlı müzisyenlerin oluşturduğu bir orkestra tarafından icra edilirken, şarkılar oyuncular tarafından seslendiriliyor. Buradaki bariz görünen farkın; tek seslilik yerini çok sesliliğe terketmiş olması. Öyle ki; bir oyuncunun her oyuncu gibi sesinin güzelliği, onu kullanmasını iyi bilmesinden, hatta kendini kurtaracak kadar şarkı da söyleyebilmesinden geçer. Ya da mimikleri, beden ve sahne kullanımını becerebilmesinden, hatta dans bile edebilmesinden. Ancak bu oyunda her oyuncu çift ses tabir edilen armoni bilgisine sahip, üstelik bilgisi de gırtlağıyla bu konuda hem fikir notalar çıkarmakta ve bedenler sahnede dans etmenin yanında eserin otantik kalıplarına uymakta son derece cömertçe davranmakta.

Tüm oyunculara oyun yakışmış diyebiliriz. Rol dağılımı, kostüm, dekor kusursuz. Sahne giriş çıkışları kesintisiz. Lafı bile edilmeyecek bir kaç aksilik ise seyircinin gönüllü hoşgörüsünde perde kapanmadan unutulacak türden. Teknik zorluk ya da aksaklık yaşanmayacak bir kurguya ve tedbire sahip.

Oyunun kimliği, içeriği gözönüne alındığında; salonun boş koltuksuz doluluğuyla tükürgen lamaları kendi salyalarını yalatacak kıvamda. Ayrıca; seyircinin ağırlıklı olarak genç nesilden oluşması ise umudun hala kaybedilmediğinin bir canlı kanıtı.

Sözün özü; son günlerin bezginliğinin yarattığı özgüven kaybını yeniden ışıldatacak bir oyun. Mutlaka gidin diye öneririm. Zira Erzurum'dan gelen bu sanatçı dostların Erzurum'da yaptıklarının, oynadıkları oyundaki Gruşe rolünden hiç mi hiç farkı olmadığı kabullenilmesinde güçlük de çekilse yadsınamaz bir gerçek.

Bu gece her biriyle gözgöze gelmesek de aydınlık sahneden karanlıktaki bana verdikleri için Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun tüm ekibine
Şükranımı Sunarım...

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.