27 Şubat 2010 Cumartesi

Kıl Hüzündür

Aşağıdaki satırlar yazıldığında; emekle direnen naylon çadırların direkleri henüz dikilmemiş, siyasi tercihleriyle iktidara getirdikleri onları daha inkar etmemişti... tıpkı 8 Mart'ın neler getireceğinin ya da götüreceğinin bilinmezliği gibi kuru bir ayaz günüydü mürekkebin beyaz sayfalara 60 lı, 70 li yıllarmışcasına bir umutla düşmesi.

Terme

İnsanoğlu var olduğu sürece, yaşamı insanlığın yaşamı refakatinde yolculuk eden “kıl” ile macerası bir türlü bitmek bilmemiş. Köklerinin hormonal denge içinde yol aldığı, varlığını ise testesteron ya da bir genelleme ile “erkeklik” hormonlarına borçlu olduğu bilinmekte. Kıl, beden üzerinde yapısının tanımı gereği aynı fizyolojiye sahip olsa da yeşerdiği ortama göre farklı adlarla anılmış. Başın üzerinde çıkarsa saç, yüzdekine sakal gibi adlar konmuş olsa da saç sınırlarının 2 santim altında çıkana ense kılı ya da sakalın yalnızca burunaltı bölgesindekilerine bıyık gibi çağrışımlar, bedenin altına doğru indikçe yörenin adıyla anılmış; göğüs kılı, bacak kılı, kol kılı der gibi. Kantarın topuzu kimi zaman kaçmış, cinsiyetlerine aşırı hassas olan erkekler için bile etek giymeseler de bacakarası bölgesindekiler etekaltı olarak anılır olmuş. Üstelik etek kavramının bir erkek için utanç verici olduğu genelleme içinde kabul görse de maço kesim bu adlandırmadan hiç rahatsızlık duymamış gözükmekte, artık kadından çok erkeğin kıl aldırdığı bir dönem yaşanmasından olsa gerek.

Canlıların geneline bakıldığında; tek gösterişine, süsüne düşkünü dişisi olan yaratık insanoğlu. Bu; arslandan çatılardaki güvercinlere kadar gözlenebilir bir gerçek. Bir tek Afrika’daki kimi ilkel diye tanımlanan kavimler dışında. Ya onlar evrimleşmiş ya da biz, dikilen gökdelenlerin kat sayısına bakarak her ne kadar onlar küçümsense de. Ancak, kimse oralı erkeklerin makyaj niyetine yüzlerine rengarenk boyalar sürmelerine, küpe takmalarına, minietek kılıklı örtüleri bellerine sarmalarına ses çıkarmadıkları gibi hiçbirini eşcinsellikle de suçlamaya kalkışmamış.

Oldum olası, televizyonlardaki şampuan reklamlarından ikrah etmişimdir, temcit pilavı gibi fönlenmiş süpürge saçları sağa sola sallayan ebleh yüzlü kızları çıkarttıklarından, sanki daha kısa saçlı kadın kısmı şampuan kullanmazmış gibi. Ya o market raflarından ucuza alınmış, günübirlik boyanmış saçlarla sarı civcive dönüşmüş yüzü kırışıklara ne demeli? Ama en dayanamadığım ise ardındaki reklamın kıl dökme kremine ait olması.

Tabii ki kimileri erkeklik hormonlarından payına düşeni hatırı sayılır oranda aldığından hayatı kabusa dönerken, bir kısmı da tersine kıl ektirmek için paralarını saçıp durmakta. Anlaşılan 180 derecelik bir yelpaze. Ekmesiyle, sökmesiyle, dönmesiyle, sevmesiyle, yellenmesiyle koskocaman büyük bir Pazar, kimi penguenlerin gıdısını çenesinin altında toplayıp yırtık bir ses tonuyla söylediği “Dünya’nın krizlerden etkilenmeyen, uzun soluklu, müşterisi hem gönüllü hem de sadık olan en büyük pazarı”.

Öğrendiğim kadarıyla, ortalama bir insan vücudunda 5 milyon kıl kökü bulunurmuş. Bunun 100-150.000 i saçı oluştururmuş. Bir kıl kökünün ömrü 2-8 yıl, kılın ise 6 ay olduğu yazılıyor. Kısaca kökünden geçici bir kullanım, kiralama. Her ne kadar yanında filizlenenlerin hepsi gidenin hemşehrisi olsa da.

İşin özünde, ne kadar debelensek de yemekten kıl çıkmaması bir tesadüften öte ne olabilir ki ? İnsanoğlunun nüfusu, her birindeki kıl sayısı ile çarpıldığında büyükşehirin ürettiği çöpten daha fazlasının yeryüzüne saçıldığı gerçeğiyle eh bir tanesinin de tabağın ya da tencerenin birine denk düşmesinin sıradanlığı artık kaçınılmaz olacaktır.

Toplumun bu kadar sıradan yaşadığı bu kıl hikayesi; bir köşede birikip, mistikleşip karşısına bir tabu olarak çıkıyor. Ancak hayat bir yandan akıyor. Ve kimse kuru bamyadan yapılan yemekte, ipe dizen gençkızın saçının teline rast geldiğinde Jenifer Lopez’i aklına getirmiyor, aksine çimdik yemişcesine bağırıyor; “Rezalet, saç çıktı içinden” diye. Fıkradaki gibi “Rolls Royce vermemizi mi bekliyordunuz? Maliyeti kurtarmıyor, kusura bakmayın.” dendiği, fıkrayı anlatıp kahkaha atan dahil, kimsenin aklına gelmiyor. Hadi tabağından kıl çıkan hazır müesseseyi avucunun içine aldığını hissettiğinden, belki ödemede bir "kolaylık yapılır" niyetiyle avazı çıktığı kadar ortalığı ayağa kaldırabilir. Ya peki, işletmeciye ne demeli ? Aynı eziklik onda da mevcut. Hani, ortam müsait olsa birlikte hönkürecekler. Bir de kıl sahibinin konuya ortak olduğu düşlenebilirse, en vahim durum o olsa gerek. “Lanet olsun başımdakilere...”

Dökülme debisi artınca yine bir çok adlandırmayla karşı karşıya kalınır. Kimi peruk takar, kimi saç ektirir. Ama en zekicesi, aradan birinin çıkıp da bunun bedendeki cinsel gücün dışa vurumu olarak nitelemesi. Bu noktada saçının telini kendi malıymış gibi görenler başında kıl kalmadığında hala örtünürler mi ya da Sinead O'Connor'a öykünerek kafayı kazıttıranlar başlarını açmalarında hala bir sakınca görürler mi bilinmez ama, dünyada kıl özürlü oranı ortadayken hala başını kaç göçe tabi tutan varsa bu artık bir içsel sorundan çıkıp dışsal soruna, tinselden dinsele dönüşmesi, duyulan saygının yerini saygısızlığa terketmesine neden olacağı da kuşkusuz.

Kılın dönerek verdiği zarar sirkenin küpte yarattığı tahribatı aratır, her ne kadar hekimler sözleriyle küçümseseler de kılı ona sormadan dönene sormalı, gözlerdeki acının gözyaşlarına.

Ancak tüm bu yanyana sıcak soğuk savaşında yansız kalan meczuplar da mevcudiyetini korumakta, bıyığına konan biranın köpüğünü yalamaktan garip bir tad alanlar henüz tükenmediğinden.

Hiç, bir ağdacıdan çıkan kadın üzerine gözlem yapan var mıdır bilinmez, ama özellikle kadın kısmının estetik ameliyatı yaptırmışcasına kendine duyduğu özgüven tarifsizdir, bundan asla söz edildiğinin duyulmaması mahremiyete bağlansa da. Kısaca bu “kıl” işi, insanoğlunun kıllı başının en büyük derdi, üstelik başındakiler ilk sırayı almışken. Uzatsa kırılır, kestirse dökülür. Halbuki biraz sabredilse, 6 ayda düşecek kendiliğinden. Özetle, okşanan yarin zülfündeki her teli geçen yılki değil artık. Şimdileri nerelerde, ne yapıyordur, Bilinmez ? Bundandır, yollarda yürürken hep kendi saçımı ararım yerlerde, hiç olmazsa selamlaşabilmek adına.

Gelirsek sözün belkemiğine; ben bir erkek olarak yeri geldiğinde cinayet nedenine dönüşmüş bir konuya dair “kıl”ın ciddiyetinin hassasiyetinde aklıma gelenleri sıraladım. Ancak, bugün kadınlar bana zırzop diyerek, 8 Mart 1857 yılında 129 hemcinsinin saçlarının dayanılmaz cazibelerine inat neden katledildiğini bir düşünmeli, yere düşenlerin tek tek birer kıl olmadığını, 129 kadının saçlarının telleri yanyana geldiğinde dayanılmaz gücü kırabilmek için öldürülmelerinden başka çözüm bulunamadığını.

Güç; kadınların saçlarındadır, bu topraklarda yüzyıllar öncesi yaşamış, at binmiş, kılıç kuşanmış, saçlarını kuzey rüzgarlarına savurtturmuş Amazonlar gibi.

Sizin kullanacağınız; aklınızı, bedeninizi, emeğinizi, yüreğinizi, saçınızı, bir zamanlar kıl yumağı halindeyken şimdilerde kırkılmış koyun gibi tüysüz dolaşanlara KULLANDIRTMAYIN...

Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun...

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp, yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

25 Şubat 2010 Perşembe

Kaçıncı IV.MURAT ?


Bu gün çıkan bir gazete manşeti olan; 3 kadın öğretmenin Alkol aldıkları gece lojmandan atılmaları üzerine 9 Ekim 2008 tarihli yazıma dayanma gereği duysam da o tarihten bu yana haylice de yol alındığı gözüküyor. Kısaca; aşağıda okuyacağınız o günlerdeki düşüncelerimin son cümlesi, bugünlerde daha güçlü, daha gürbüz görünmekte. Hani deyimi yerindeyse; yıllar, anlamını daha gençleştirip güncelleştirmiş, geçerliliğini her geçen gün haklı kılıyor görünmekte. Beklesek de göreceğimiz alkolün makus talihi tütünden de Tekel işçisinden de farklı olmayacağı gün gibi aşikar. 
Anlaşılan; bu yaştan sonra üzüm yetiştirip, divan altında imbik kuracağız... ya da kurmasını, yetiştirmesini öğreneceğiz.

ahb - 25.2.2010 

Ne zaman DT Büyük Tiyatro'ya gitsek, dönüşte mutlaka karı koca her seferinde aynı sadakatle AOÇ'ye (Atatürk Orman Çiftliği) uğrar, kokoreçlerimizi paketletir, iki de soğuk bira eşliğinde bir kuytuda emekli hovardalığı yaparız. Bu akşam yine refikamın bilet bulma mahareti sayesinde, Büyük Tiyatro'daki "IV.Murat" adlı yerli opera çıkışında arabamız sanki yolu hergün tepercesine; beştepe üzerinden eski "Karadeniz Havuzu" (ki şimdilerde devlet mezarlığı olmuş) önünden, eski "Marmara Oteli"nin yokuşundan bayıraşağı inip "Çiftlik Lokantası"nı aşarak "Şençam Köftecisi"nin köşesinden kıvılarak, şarjördeki mermiler gibi dizilmiş araçların arasındaki ilk bulduğum boşluğa park ediyorum. Yıllardır, aynı lezzeti koruyan kokoreççinin kasasına yanaşıyorum. Önümde bir müşteri paraüstü bekliyor. Ben de ardında. Bu sırada kasiyer kızın birden yüzü aydınlanıyor. Ardımdaki birilerine tebessümle bakarak;

-Hoş geldiniz... N'asılsınız ?

Kafamı omuzumun üzerinden çeviriyorum ki; ince, uzun, başına sarmaladığı beyaz türbanı ve üzerindeki tesettür pardösüsüyle kaymaklı dondurmayı çağrıştıran bir kadın, yanındaki çocuğuyla umursamadan yanımızdan geçip kasaya dayanıyor. Önümdeki müşterinin işi bitip, kasadan ayrılırken kadın beni ya bir hayalet ya da bir aptal yerine koyup siparişlerini sıralamaya başlıyor ki, doğal kıpırdanışımı ardımdan kopan bıçkın bir erkek sesi duraksatıyor;

- Ben yardım edeyim.

Duyulan ses yazılmış olsa, külahlı dondurmaya söylenmiş gibi okunabilir. Ancak; "gelinim sen anla" niyetine seslendirildiğinden kısaca "Kıpraşma lan"dı tercümesi, türban jokerini kullanmanın keyfini sürercesine. Bu arada kadın, sıraladığı siparişlerinden fırsat buldukça "iyi" hem de "çok iyi" olduğunu belirtiyor.

- Özür dilerim, mesleğiniz neydi ?
- Ben öğretmenim. (!)
- Aaa, ne güzel, ne güzel... çok güzel. Özlemişiz... geri dönüş ne zaman ?
- Yok yok, artık temelli buradayım. Dönmeyeceğim. Bitti. Bundan sonra beni sık sık görebileceksiniz.

Kokoreç mokoreç hak getire, ağzım ayran delisi gibi açık kalmış, neresinin "öğretmen" olduğunu keşfetmenin şaşkınlığını yaşıyorum. Derin bir nefes Ankara'nın serin sonbaharından ciğerlerime dolduruyorum, bronşlarımdaki nikotinle birlikte belki şahit olduklarımı da temizleyebilir diye. Sarma dolmadan silkinip, normal yaşamıma burkulmuş yüreğimin üzerine ağırlığımı vermeden sekerek kuzu kokoreçe yöneliyorum. Elimdeki yiyecek torbasını arabada beni bekleyen refikamın, dişi kuşun erkeğinin gagasında getirdiklerinden duyduğu keyifli gururu yaşamasıyla başbaşa bırakıp, arpasuyunun ikmali için ışıl ışıl dükkanların önünden geçiyorum bir bir. Ya yok ya da benim gözler yine bana madik atmakta. Son dükkanın önünde durup soruyorum;

- Biranız bulunur mu ?

Gecenin o saatinde yeni bir müşteri karşılamanın aydınlık yüzü buruşuyor. Kaşları kalkık, yayık bir sesle;

- Biz de yoook... biz de yook...

Zaten külahlı dondurmanın kaymaklısının dışında "muallim"li olanınından yemişim bir şok, bu ikincisini ucuz atlatmaya hiç niyetim yok;

- Nerede bulabilirim ? diyerek üsteliyorum.

Aynı baygın ve isteksiz sesle

- Buralarda bulunmaz.

Diyorum ki içimden; olsa olsa ya gözüm morarır ya da kolum kırılır. Muallimli dondurmanın içler acısı karşılığında ödenecek bedel bu, ama uğruna değer.

- N'olmuş buralara yahu ?, Her dükkan olmasa da yarısından fazlasında vardı. N'oldu böyle ?... Yoksa... ?

deyince, durumu keskin bir dönemeci dönercesine kavrıyor.

- 2003 den önce biz de satıyorduk. Teker teker, derken enson "Şençam" bile satmaktan vaz geçti...

Ancak, ne olsa oradaki sıfatım "müşteri". Üstelik de elim kolum boş, alış veriş yapma potansyelimi hala korumakta oluşum, sanırım aklından geçenleri icra etmekten vazcaydırıyor, morgöz hakkımı bir sonrasında kullanmak üzere "iyi işler" temennisiyle arabamda sabırsızlamış refikamın yanında alıyorum soluğu. Sesimi çıkartmadan arabaya bindiğimde, operalı geçmiş bir gecenin ardından yaşananları anlatarak yaşanacakları birahane tuvaletine çevirmemek için konuyu hiç açmamaya niyetliyim. Ancak; 80 öncesi kuşağın vefakar, cefakar, bir o kadar da metin "lale devri çocukları"yız.
"Neyse bir de ilerideki kokoreççilere sorarız" diyerek, kuru kum kovasını ateş üzerine serpiyor. Geri manevrayla arabanın burununu doğrulttuğumda, farlar "Atatürk Orman Çiftliği Tekel Fabrikası"nın tabelasını nispet yaparcasına aydınlatıyor. İçimden;
"Atatürk'ün adını taşıyan, babalarının Çiftliği olmayan bir yerdeki tezata ağlamalı mı, gülememeli mi ?" diye geçirirken, tesisin ne zaman gülsuyu ya da zemzemsuyu şişeleme fabrikasına dönüştürüleceği kaygısı yüreğime bir çizik daha atıyor.

Halbuki henüz bir saat öncesinde; opera da olsa IV.Murat'ın alkol, tütün üzerine yarattığı ikilemini, doymak bilmez iktidar hırslarını, zorbalığını, halkı bir oyuncak gibi güderken çok sevdiği Nefî'nin katline bile gözünü kırpmadan karar vermesini, "Biraz abartılmış mı acaba ?" ikirciğiyle seyretmiştik. Bir bektaşiyle tebdili kıyafet sohbetinin sonunda zil zurna oluşunu bekrinin eleştirmesini, Nefî'nin;
"Siz gittiğinizde size tek üzülecek olan yanlızca siz olacaksınız" replikleri temizlikçi kadınlar tarafından kulaklarımızdan süpürülmeden gecenin devamında yaşananlar, bu toplumun hiç de hakketmedikleri karşısında isyan etme sınırlarım haylice zorlanıyor.

Gecenin devamını sorarsanız; bira da bulduk, eskiden olduğu gibi yine bir kuytuda başımızı sağa sola eğe eğe yediklerimize arpasuyu umursamadan aynı keyf ile eşlik etti, bu alan; AOÇ'nin uçsuz bucaksız arazisi içinde bir park büyüklüğünde, çevreye sirayet etmesin niyetiyle bir araya toplaştırılmış ve saçılmaması için telörgüyle çevrelenecek boyuta indirgenmişse de.

İnsan olmanın, insanca yaşamanın, önüne yasaklar koyan IV.Murat sayısı, bir zamanların Murat 124 lerini geçmiş durumda. Umudum, zamanla doğru orantılı olarak sayıları gün be gün azalan Hacı Murat'ların akıbetine uğrarlar mı, acaba ?

Ama o şarkıdaki gibi; "Benim artık umudum kalmadı..."

sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

21 Şubat 2010 Pazar

Fikretmek mi, Zikretmek mi ?


Hep bir zamanlardı diye başlar, pişmanlık duygularının bedeni sardığı günlerde anılara sığınış. Sınır ötesi şehir efsanelerinin kulaktan kulağa dolandığı günlerde; “Amerika’da çocuğun biri 50 katlı binaya tırmanırken düşmüş. Annesi de binayı yapanlara tazminat davası açmış, Bu kadar yüksek yaparak çocuğumu tahrik etti " öyküleri herkesce bilinirdi. O diyarlar, bu diyarlara çok uzak düştüklerinden gülmek düşerdi, güncel deyimle bu “geyik muhabbet”lerine. Şimdi dönüp bakıldığında makul gelmiyor da değil hani ! Birileri mabadımızı ellemek için yüzümüze, biz inanmasak da “Küçük Amerika” diyerek gönlümüzü alırdı. Ama artık şehirlerimiz New York’u, San Fransisco’yu aratmaz olmuş. Al Capone’larımız da var, Mc Carthy’lerimiz de. Neyimiz eksik kaldığı söylenir olmuş, Amerika’nın Büyüklüğünün büyüsüne kendini kaptırarak. Düşünce denirse özgür, kaç metre becermek istersen o kadar ıkın, üretiminde. Ama değil düşünmek, eşinle dostunla bile konuştukların; “iktidarı düşürme”k amacıyla darbe yapma girişimi suçuyla düşüncesizlik bataklığının dibine gözü kapalı sürüklenmiş.
Geçen gün; Başkent’in göbeği Kızılay’daki metroda, Süleyman’ın meşhur “Sana” kuyruklarını aratmayan doğalgaz alma girişimim sırasında, önüme 73 kişi almış bekliyorum. Tam arkamda, sıraya girenler arasındaki konuşmalara kulak veriyorum, bir yandan vakit geçer diye. Erkek seslerinin bir tanesi, adeta prostatı tutmuş ergin erkek sabırsızlığında, çevresine duyura duyura
“Hele ben gidip de Mescitte bir namaz kılıp geleyim. Sıradayım. Yanlış anlaşılmasın” diyerek gitti. Sırabaşından gaz alanların sayısı daha yeni beş olmuştu ki; “Hah, geldim işte” derken, önümdeki 68 kişinin gaz almasını sabırla bekliyordum. Arkamdaki muhabbetin helmelenmeye başladığı, bozuk şiveli sıradaşların birbirinin ağzından kelimeleri çalmasından anlaşılıyordu. Dönüp bakmadığımdan ne yaşları ne üstleri ne de başları konusu, belirsizliğini soğukkanlılıkla koruyordu. Böyle anlarda; ilginç gelişmelerin oluşmasından sonra gizemi kaçmasın, sıraboyu biriktirdiklerimle zihnimde yarattığımın ne kadar örtüştüğünü doğrulayabilmek adına, özellikle başımı çevirip yüzlere bakmayı en sona saklarım. Uzatmadan; mescitcinin 3 kız babası, diğerinin bekar olduğu beş abonenin daha gaza kavuşma süresinde anlaşılmıştı. Bekar olan sözü döndürüp, dolandırıp mescitcinin ailesi ve kızlarına getiriyordu. Babayı görmeden Abidin Dino ustalığında olmasa da aklımda kostümsüz çizebildiğim "memleketimden insan manzaraları" kılıklı imge, ailesi için de aynen şekillenmeye başlıyordu. Ancak cümlelerde seken bir yan vardı. Bekar, ne kadar “adamın kızı olması nasıl bi şi ?” dese de, bizimki sözü; “Neden gaz satışı, bu tek bankanın tekelinde ?...” diyerek kuyruğun müsebbibinin banka olduğuna getiriyor, %82 zam görmüş doğalgaz birim fiyatının artışını, içinde deliler gibi sakladığı isimleri zikretmemek uğruna Erbakan kıvraklığında kendince ört bas etmeye çabalıyor, konuyu “uysa da uymasa da...” muhabbetinde camiye, Kuran’a, Peygamber’e, hatta Halife’ye denk düşürmenin cambazlığını yaşıyor, 5 metre çapındaki menzilindekilere de yaşatmaya çabalıyordu. Yine banka dekontu elinde beş kişiyi sayana kadar, ailesinin Suriye’de yerleşik olduğu anlaşılıyordu, her ne kadar burada yaşamaktan duyduğu memnuniyetsizliğini dişlerini sıkarak şikayet etse de. Hatta yeri geldi, bekar olan “E, o zaman niye Türkiye'ye yerleştin ki ?” deyiverdi. Kemlerinin, kümlerde boğulmasını fırsat bilerek sözü sündürdü;
“En çok hangi kızını seversin... yani sevgileri arasında bir fark olur mu ?” dediğinde, lafın belinin o an kırılacağını bilmiş olsaydım sanırım daha hazırlıklı olabilirdim.
“aralarında, bir tanesi var... ben onu severim...”
“Yani, en çok onu mu?”
“ben onu severim...”
“Diğerlerini sevmez misin ?”
“ben onu severim..."
“Niye, diğerlerinden farklı mı ki, o ?”
Uzun bir soluk alarak; “Diğerleri... normal insanlar gibi...”
“Saygı mı göstermiyorlar ?”
“Yohhh, bizde hiç kimse saygıda kusur etmez. Ama diğerleriyle konuşmak bile canım çekmez... aha yanımızdan geçen bu adamlara sen ne hissediyorsan, öyle işte”
“O zaman sevdiğin kızın sana düşkün ?”
“Haa.. belki... ama ben ona başka gözle bakıyorum...” dediğinde ben dahil bekarın donduğunu aramızda boşluk olmasına karşın hissedebildim. İçimden “Hadi hadi, hemen kötüye yorma. Devleti yönetenler bile neler diyor da ben öyle demek istememiştim diye pişkinlikle geri adım atmakta bir sakınca görmüyorlar. Bu da öyle...” diyor ve dua ediyorum “inşalah ben yanlış anlamışımdır” diye.
“Dolgun kızdır... yani... güzeldir...” demesi bekarın azmini kırsa da bekar yılmadan atını sürüyor batıya;
“Sevgi her şeydir, değil mi ? “ dediğinde büyük felaketin geleceğini kestiremiyor.
“Taaam tersine, sevgi diye bir şey yoktur. O, birbirleriyle fingirdeşeceklerin uydurduğu, fuhuş batağına düştüklerinde kendilerini inandırdıkları bir bahanedir. Bak Taallah ne diyor; Dünya’da tek bir sevgi vardır, o da ancak Allah sevgisidir...” dediğinde bekar, bekar kalmasının müebbete dönüşeceği korkusuyla bir umut kapısı aralama derdine düşüyor,
“Tabii ki önce Allah sevgisi de... yani insanların birbirlerine duydukları sevgi yok mudur ?”
“Yoktur, yoktur. Niye duysunlar ki ? Allahın insana verdikleri karşısında, insanın insana verdiği nedir ki ? Lafı mı olur, Peh.”
Bekar, tüm kapılarının kapandığı inancıyla doğru yolu buluyor,
“Doğru...doğru... Ondan daha büyük sevgi ne ola ki ?” demesiyle mescitci kendinin Şeyh'leştiğini hissederek, gücünü kanıtlamasının zamanı geldiğini sezerek;
“Bak, şimdi olay ne biliyor musun ? Hep birlikte tiyatroya gideceksin, eve geleceksin, seyrettiklerini birbirine anlatmaktan Allah’ı anmaya zamanın kalmayacak. Bunlar akıllı, öyle tiyatrolar oynuyorlar ki; akılları çeliyorlar, şehveti körüklüyorlar, Allah’tan söz etmeyeceğin ne kadar ıvır zıvır olay varsa beyinleri aldatıyorlar. Eee, kimse Allah’tan söz etmediğinde kim sevecek Allah’ı ?, kim koruyacak İslamiyeti ? Tabii ki, oturup birbirlerini sevecekler. Hiç, Allah’a gösterilecek aşk bir insana duyulabilir mi ? Kısaca, önce bu tiyatroları kaldıracaksın ki; insanlar akşamları Allah’ı ağızlarına alıp İslamiyeti ruhlarından atmasın. Zaten biliyorsundur, tiyatro’yu kim yaratmış ? ... Kim ?”
“Kim ?”
“Kim?”
“Yahudiler !”
“Bildin... Tabi yaa, tabi yaa... Yahudi oturup düşünmüş. Demiş ki, bu müslümanlara ne yapmalı da Allah’larından kopartmalı diye. Bir tanesi de çıkmış, bu tiyatroyu bulup başımıza musallat etmiş. Yani, islamiyeti kaybetmek istemiyorsak bu tiyatro denen illeti başımızdan söküp atmalıyız. Ne zaman bir Müslüman ülkeyi kafirleştirmek isterlerse önce tiyatroyu sokarlar o ülkeye.”
Son bir umutla;
“Yani çocuklarının hepsi senin kanını taşısalar da hepsi bir arada sevilmiyor... öyle mi ?”
“Öyle... sevilmiyor...”
“Biri hariç... güzel olanı”
“evet, biri hariç... hani o da tam değil... dedim ya, o farklı benim gözümde...”
Sinirlerim, yaşımın gereği gerilmekten bitap düşürdü beni. Son beşe girildiğinde hayal meyal hatırladığım, Bekar’ın “Hocam, senden feyz alacağım daha çok şey var. Telefon numaranı lütfedersen, sana ulaşmayı çok arzu ederim...” alış verişiydi.
Bugünki haberlerde;
"Başkent Ankara’da, Ankara’nın Çankaya’sında 5 kişi bir eve omuz vurup giriyor, kocanın ağzını burnunu dağıtıp bağlıyor, kadını da sürükleyip yakındaki ormanda bir gün boyu güdülerini gideriyorlar.”
“Milas’ta, 6 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edilirken, çığlığına yetişen ana babası sapığın elinden kurtarıyor”
“Gazi Üniversitesi öğrencisini bıçak tehditi ile tecavüz etmeye kalkışanı, kızının çığlığına koşan baba yakalıyor. Gençkızın boğazını kesmesine de elimdeki bıçağa çarptı diye açıklık getiriyor”
Son olarak;
“İntihar eden İstihbarat Daire Başkanı, arabası kara saplandığı gerekçesiyle yaptığı iddia ediliyor.”
“SkyTürk’te Enver Aysever yaptığı programa ara veriyor. Yemin billah çok yorulmasına yorsa da ardındaki, Clint Eastwood gülüşüyle sırıtıyor.”
Sevgili Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerini giyemeyecek kadar kirletildik, tecavüz edildik. Utancımızdan ikrar etmediğimiz müddetçe de daha çok Subaşı’nın üzerimizden geçeceği de ufukta gözükmekte.
Haa..., arkamdakilerin zihnimdekilerle uyup uymadıklarını soruyorsanız; azınlığa düştüğüm ülkemde çoğunluk olmuş, Çinliler kadar birbirin aynı olan iki zevat olduklarından emindim ve bakmaya bile tenezzül etmedim.
Anlaşılamazlığın ortasındaki tek gerçekse; benim de onların da oylarının belirginliğiydi.
not: Yukarıdaki yaşanmışlığı yazmamış olsam, ben de inan(a)mazdım. Siz de öyle yapın ki, bu gerçek yaşanmışlığı bilen tek canlı tanık ben kalayım.

Arkamdakine inat, Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

12 Şubat 2010 Cuma

Firari...


Derler ki;

Burnuna sahnetozu kaçan, iflah olmaz bir tiyatro sanatçısı,
Kulağına Tuzlusu kaçansa, iflah olmaz bir Denizci olurmuş...

Öyleyse;

Benim nereme, ne kaçtı da böyle iflah olmaz bir sevdalı oldum...

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

11 Şubat 2010 Perşembe

Guguklu Hukuk


Bugünlerdeki kimi sorunların içinde, tarladaki köstebek kıvamında kumdan tepeler yapmanın işe yarayıp yaramayacağının gitgellerine kapılmışken, iki nefes arası aklımda dedem açıverdi açmazlarımın tam orta yerinde.

Okuma yazmayı ileriki yaşlarda kendi çabasıyla becermiş, doğru insanlarla doğru yerdeki birliktelikleri cebini değilse de gönlünün zenginliğe kavuşmasına yardımcı olmuştu. Hani; ister önden bakılsın, ister geriden, isterse yandan; hep aynı kalıplaşmış alışkanlığa dönüşmüş, öğrenim eğitim çelişkisine dayanıyordu omuzları. Hani, doğadaki tüm bitkilerin neye, nasıl iyi geldiğini bilse de, binlerce kez anlatsa da, Evren kurulalı beri otların içindeki etkin maddelerin varlığının bilgisini, köyün büyücüsü kıvamında “Ba ba ba ...”lanarak akademik kariyerini magazin seviyesizliğine düşüren biri hiç olmamıştı. Oğlu bir hukukçu olmasına karşın; daha gelişkin, daha çağdaş bir adaleti anlatırdı hep bize. Ancak bu adalet duygusu kimi zaman kantara söz geçiremediğinden, nahoş olaylara neden olabileceği korkusu, o evde yokken hepimizin gözlerinden okunabilirdi. Bilirdik ki; yolda, sokakta yürürken bir babanın oğluna tokat attığına ya da bir ustanın çırağını dövmesine, sövmesine tanıklığı onu sanıklığa süreklemesine yeterli gelirdi. Resmilerle karşılaştığında, yaşının yüzyıllık görüntüsünden cesaret edemediklerinden başlarından bir an evvel savarak sonlanırdı, her seferinde. Ona göre bir sabî horlanmaz, ancak kollanabilirdi, hem de ne “çocuk hakları” ne de “çıraklık yasası”nın varlığı ülkede bilinmezken. Bu nedenle, Samanpazarı civarında yaşı tutan, başında dedenin bastonunun baloncuğunu taşıyan haylice usta, esnaf bulunacağı kuşkusuz. Kimse diyemez ki, ceza hukuku Profesörünün yürüdüğü yolda bir çocuk, bir çırak dövülürse, vay haline o babanın, ustanın, esnafın. Ya ? Ceza Hukukunu en iyi bilen diye vasıflandırılan ve adının önündeki titri büyük harfle başlayanlar; 1935 lerden itibaren ithal edilmiş yasa maddelerini hala anlayabilmek, algılayabilmek, diğer maddelerle ilintilendirmekle yetiniyorlar... yeni bir madde eklemek mi ? Sırf bunun sözü bile geçtiğinde Ordu silahlarıyla el koymuş bu ülkenin yönetimine, en çok da yönettirenin tepesine. Amaç adalet niyetiyle, öncelikle kendilerinin her türlü eleştirilmesine ceza-i maddeler oybirliğiyle kabul edilerek yasanmış (yanlışlıkla yaşanmış olarak da okunsa aynı sonuca ulaşılabilir) ve yasandığı yerde nasıl yasandıysa, bugün jiletle kazınsa hala iptal edilemiyor, tıpkı yasayanların kutsal dokunulmazlıkları gibi.

Merakım o ki; bu yasalar güney ya da doğudan değil de batıdan alındığına göre, şimdiki gibi “anında Türkçeleştirilir” hizmeti de yoktu Google gibi, Yahoo gibi o zamanlar Dünya üzerinde. Peki, yoldaki adam anlamasa da o günün Türkçesine kim çevirdi ki o kalın kalın kanun hükümlerini de hala ne dendiği konusu bir türlü açıklığa kavuşamıyor. Zira, mazeretlerde, bir "tercüme hatası" bahanesi eksik bugünlerde. Ki; yanyana gelmiş iki yüksek titrli akademisyen hukukçu maddeyi yorumladığında köprüde karşılaşmış keçilere dönüşüyor ya da akademisyen hekimler tecavüze maruz kalmış çocuğun bunalıma girmediğinin raporunu verebiliyor, meslek odalarının denetimine inat. Hani, bildiklerimde birazcık kuşkuya düşmüş olsam, bilimin Zülfikar başlı çatal ucuna bakarak inancımı bile yitirmemek elde değil. Kuşkularım yersiz de değil hani; Patagonya’da ekmeğe zam yapıldı diye halk sokağa dökülebilirken, yurdum insanı kadere bağlayıp “ekmeğe yine zam yapmışlar” diyerek sinesindeki diğerlerinin yanına çekebiliyor. Halbuki zammı yapanın aslında kendisi olduğunun hala aymazında. Öylesine uyuşuk bir Pazar günü, sırf “bizim takım kazandı” zaferini yaşayabilmek uğruna, “Aha gördüğünüz şu düzenbaz var ya, ben ona da yapacaklarına da kefilim” diye bağrına mühür bastığı o geniş ama boydan kısa kağıdı zarflayıp sandığa tıkıştırarak yapıyor şikayet ettiği o ekmeğe gelen zammı. Olmamışa olmuş, pişmemişe pişmiş muamelesi göstermenin ucu kaftan öpmeye dayanıyor, cariye olmaktansa Hasekiliğe soyunmak gibi. Üç kafadarın karanlık odada resmettiği küçücük kağıtların kıymetli olduğuna önce çizen inanıyor, ardından bir düşünce ordusu. Gözünü budaktan sakınmayanlar o küçücük kağıt parçasıyla karşılaşmaya görsün, adeta büyüleniyorlar. Büyüleniyorlar da ne demek tapınıyorlar. Sonra da... sonrası tam bir felaket. Bir zamanlar bu kağıtların değer karşılığında Merkez Bankalarında altın bulundurulması gerekirdi. Bir habere göre buna da artık gerek kalmamışmış. Laf vardır ya; “Hem züğürt hem zampara” diye... oturmuş; “suç ve ceza” nın, “silahlara veda”nın kitap yapraklarının banknotların yerini almasını bekliyorum, “borçlar kanunu“ndan, “ticaret kanunu”ndan, “ceza kanunu”ndan”, “aile hukuku”ndan, insan haklarından, çocuk haklarından... umudumu kestiğimden.

Bir de geçtiğimiz yıllarda yenileme çabasıyla okul müsameresinden bozma maddelerle, hukuk ile adeta alay edercesine acemiliklerinde boğulmalarına tanık olunmuştu, koca koca P lerine aldırmadan. 80 sonrası bilim tasfiyesine kalkışanların dolgun P ler dağıtışı, Sultanların sağırlıklarını bile umursamamıştı. Öyle ki; herkes için “bana da çıkabilir”di, şans talih kader kısmet 5 kuruş misali. Dolgunlaştırılmış ama doygunlaştırılmamışların çiziktirdiği bilimsel tasarıda; hiçbir maddenin yönü diğeriyle bir türlü uyuşmadı, buluşmadı, buluşamadı; halka “Cücesin”, iktidara “Yücesin” demekten denk düşmedi, düşemedi, aynı boyda olmalarına rağmen. Ekmek arası alışkanlıklarla çağdaş hukuka bol soğanlı, maydonozlu şeriat sarması. Öyle ki; ters düşmesi bir yana evden baş uzatılamayacak gözküyor ufukta, ayan beyan olmasa da. Eh tabii ki, ümmete de çocuk yapmak düşüyor, sırf vakit geçsin diye. Günde üç öğün yemek. Karnı da doydu mu, üzerine de cigarasıyla demli çayını içti mi, artık gerisinde nefsi çeker garibimin.” Amman ha göbeği düşmesin, canı çekmiş” diye elde belde ne varsa döktürür yiğidim. Bekleriz biz de camlardan Godot gibi nohutu, kömürü... ara sıra da bulaşık makinesini, yiyecek olmadığından bulaşık da çıkmayacağının karanlık açmazında.

Bu virgülde durup Mevlana’yı yad etmeden geçmek olmaz;

Cehalet insanı çirkinleştirir,
Suskunluğum asaletimdendir...
Her lafa verilecek cevabım vardır;
Lakin lafa bakarım laf mı diye,
Adama bakarım adam mı diye...

Ustanın sözünün üzerine söz söylenmese de benim de bir çift sözüm var, koynumda sakladığım;

Görmüyorsam düşlemiyor,
Duymuyorsam bilmiyor,
Dokunmuyorsam anlamıyor,
Koklamıyorsam sevmiyor,
Konuşmuyorsam yazmıyorum

Sanma…

                     ahmet haluk başaklar

                                  2.10.2001
        “Niyet gömlekti, ama pantolonu ödedik…”

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Sarı”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

5 Şubat 2010 Cuma

Aklın Dayanılmaz Ağırlığı...


35 yıl geçse de üzerinden ne notaları ne de sözleri eskiyememiş "O şarkıyı" bir kez daha dinlemek isterseniz;
Yıllar öncesi DT'nun sahneye koyduğu “Mas Grave’in Dansı” oyununun bitiş sahnesinden söz etmek isterim. Başrollerinde Manga Çavuşunu Semih SERGEN, Onbaşıyı Mazhar ALANSON oynamıştı. Hatırladığım kadarıyla; İngiliz kolonilerinden olan, küçük bir ada ülkesine Batmayan Güneşin Britanya Kraliçesi adına bir manga askerin kıyı kasabasına düzeni yeniden sağlamak adına yaşadıklarını anlatıyordu. Sembolik olarak, kasabada yaşayan Papaz, Belediye Başkanı, öğretmen ve diğerleriyle uzak diyarlardan gelen gemiden bir geceyarısı kıyıya yanaşmadan bir flikayla karaya çıkan, bir o kadar uzak kültürleriyle birbirlerini anlamaya çabalayan 10 askerle aralarında yaşadıklarından ibaret.
Bir süre, askerler kasabada olan biteni anlayabilmek için çekimser kalır. Kasabada kurulmuş engellenemez çark döndükçe, bir avuç egemen sınıfın halka uyguladığı baskıcı haksızlık, yolsuzluk ve soygunu farketmeleri üzerine müdahale gereği duyarlar. Bunun üzerine kasaba egemenleri yumuşama siyasetine büründükçe, silahlı 10 kişilik erk de gevşer. Zira, elde ettikleri haksız kazancı İngilizlere kaptıracaklarını anlayan egemenler, halkı eskisi gibi soysalar da kendi ceplerine girmeyeceğini, hatta büyük ortakla orantısız bir paylaşıma razı olmadıklarından, halkı fitneleyerek bağımsızlık mücadelesi gerekçesinin arkasına sığınarak bir gece yarısı baskın yaparlar. Çavuş ve Onbaşı dışındaki tüm askerler öldürülür. Sonunda da ikisini yargılayarak halka ne kadar demokrat olduklarını kanıtlamak isterler. Hakimi olmasa da aralarından birini seçerek bir ayaküstü mahkemesi kurulur. Ve tabii ki, idama mahkum edilirler.
Çavuş eğitimsiz olsa da geleneksel kültürü barındıran, daha çok vicdanına göre karar alan biri. Onbaşı ise kentte yaşamış ama yoksulluğu nedeniyle şehir nimetlerinden hep kaçak yararlanmış, günümüz deyimiyle tam bir “kopik”.
İkisinin boynunda birer yağlı urganla asılmayı beklemekteler. Onbaşı çözülmüş. Ardı ardına kurtulmanın yöntemlerini hızla aklından sesli olarak geçirmekte, zaman zaman isyan etmekte, zaman zaman egemenlerin gücü karşısında kabullenmeyi, etek öpmeyi bile önermekte iken Çavuş vakur duruşuyla sessizliğini korumakta.
Ve sonunda Onbaşı, Çavuşunun bu ölümü kabullenişine isyan ederek;
Anlamıyor musun, asacaklar bizi, öldürecekler, öleceğiz ?... Sahi sen neden böyle suskunsun, tepkisizsin ? Ne yapıyorsun Allah aşkına ?
Çavuş yavaşça boynunu Onbaşıya çevirerek;
Dua ediyorum... Sen de yap.
Ben ne diyorum, sen ne diyorsun ? Anlamıyor musun, asacaklar bizi, asacaklar.
İyi ya, ben de dua ediyorum.
Ne için ?
Ne demiştin az önce; asacaklar.
Eveeet...
Ben de asmaları için dua ediyorum.
Manyaksın sen !
Esas sen, asmazlarsa kork... Zira, o zaman gerçekten ölürüz.
diyerek perde kapanır.

Tekel işçilerinin buzlar üzerine kurulu naylon çadırlarını geçen gün gezerken bu sahne aklıma geldi. Size, direnen işçilerin ekranlardan taşan kimi düşüncelerini hatırladığım kadarıyla yorumsuz, yorumunuza sunuyorum.

Ben kendimi bildim bileli sağcıydım. Bu direniş, benim aslında solcu olduğumu anlattı. Ben şimdi bir solcuyum.

Aldığım maaş 700 küsur TL. Bugün bana bir şey olup ölsem, aileme 1.700TL civarında maaş bağlayacaklar. Ne acı di mi ? ölüm, dirimden daha kıymetli. Bu nedenle ölmekten de korkmuyorum.

Ben tekel işçisi değilim. Ankara’nın bir gecekondu mahallesinde oturuyorum. Televizyonda gördüklerime yüreğim dayanamadı. Belki bir yardımım olur diye geldim. (70 üstü bir köylü kadın)

Pankart Yazısı:     TEKEL İŞÇİLERİ ÜŞÜMÜYORSA, BİZ DE ÜŞMÜYORUZ
                                                       ODTÜ'LÜ DAĞCILAR

Emeğin Kutsallığına Saygı ve Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.