12 Mart 2010 Cuma

Makûs Talih, Malûm Tarih

Belki de en kutsal aşk idi, kitaplar için düşünülenler. Ya kitaplar gerçekten içinde barındırdıklarıyla bu kutsallığı hak ediyorlardı ya da kitaplara olan düşkünlük Ferhat'ın dağına "duble tünel" açacak tutkunluktaydı. Böylesine sevdalanılanlar, doğaldır ki her dönem "sakıncalı piyade"liğini korudu. "Sustukça sıranın geleceği"ni bilsek de şimdilerde "Nutuk"u bulundurmanın devlet tarafından, o dönemlerin "Devrim, Evrim, Eylem,..." isimlerini kullanmaktan daha münafıklık sayılmasına şahadet etmekte.
Söz uzatılmazsa, yaklaşık 40 senedir "batı cephesinde değişen bir şey yok". 40 sene önce bu bize Atilla İlhan tarafından söylenmişti halbuki. Ama o yıllarda neremizden anlayacağımızı tahmin edememişti.

12 Mart'a dair sizlerle, yayınlanmamış bir öykümün sayfa aralarına sıkışmış bir bölümünü paylaşıyorum.
...
Aylardan Mayıs, günlerdense bir gündü. Yemeklerin yenme saati geçmiş, balaban yavrular yuvaya artık sığmadıklarından kimi sandık altına kimi sandık üstüne tünemiş, kimi perde aralığından süzülen düşük voltlu ampulün yaydığı ışığın izbe aydınlığında kostak kostak gurklamakla meşguldüler. O güne kadar karşılaşmadığı bir olaya tanıklık edeceğini henüz bilmiyordu. Aniden camlı balkon kapısının penceresini içeriden gizleyen, rengi hem güneşten hem de kirden yok olmuş perdeler, paslanmış kornişlere inat açılmak üzere zorlanmaya başladı. Perdeyi kenarından pençeleyen sinirli elin sertçe üstelemesine dayanamayıp açıldı sonunda. Balkonda, attıkları voltayla kime dayılandıkları bile belli olmayan iki yavru çoktan sıvışmışlardı ortadan. Kalanlar ve ana kraliçe ise apar topar sandık altındaki açıklıktan tombul yaşlı kadınların puflayan telaşında kendilerini dışarı atıverdiler, içlerinden biri bile onunla yüzyüze gelmeden. Dağa kız kaldırırcasına perdeyi açan aynı güçlü eller, şimdi de kapının yalama olmuş ispanyoletinde denedi kuvvetini. Soğuk ve nemden şişmiş ahşap doğrama, pervazla birleşim yerlerinden “şuradan şuraya gitmem arkadaş” dercesine yerinden bile kıpırdamadı. Ancak ısrarlı sarsıntıların ardı arkası bir an olsun kesilmedi. Önce üst köşesinden oynadı, sonra kilit yerindeki belinden. Ahşap kanırtısı paslanmış menteşe gıcırtısını bastırarak patlarcasına açıldı ardına kadar. Sandığın alt aralığındaki görüntüye bir çift tokyolu çorapsız ayak sabitlendi.

Uzun boylu, gür bıyıklı, yüzü traşsız, kara kaşlı, kara gözlü, kısa saçlı delikanlı boğazlı kazağının kollarını kocaman elleriyle yukarıya doğru sıyırdı sinirli sinirli. Ellerini birbirine sürterek oğuşturdu soğuğu hissetmemek için. Sonra iki yanından beline dayadı, balkondaki her ayrıntıya dikkatle gözünü dike dike. Bakışları, üstünde geçen yazdan kalma kadavralaşmış çiçek kurularının bulunduğu saksılarla buluştu. Uzun ve sessiz bakışlarına inat birden geri dönüp hızlı adımlarla içeriye girdi. Elinde, okunmaktan hırpalanıp yıpranmış eski gazete tomarı ile geri döndü. Desteden aldığı bir gazeteyi ikiye açıp tuhaf bir gizemle kapının iç tarafına doğru yere serdi. Dizlerinin üzerinde doğrulup başını geri çevirdi. Bir süre düşündü. Ve yine aniden fırlayıp ışık hüzmesinin süzüldüğü loşlukta kayboldu. Kısa süre sonra loş da olsa cılız ışık da sönüp karanlığa kavuşuldu. Karanlığın dibinden ellerinde taşıdıklarıyla daha koyu bir gölge olarak geri döndü. Kilim gibi serili gazeteye dizleri üzerine çöktü. Önündeki portakal sandığı üzerindeki saksılardan ikisini mengene elleriyle yerinden alıp, yine özen gösterilen bir sessizlik ve gizlilik içinde kağıdın üzerine bıraktı. Serin havada derin derin soluyan nefesinin sesi artık uzaklardan bile duyulabiliyordu. Aysız karanlığın içindeki kalın ve tahta saplı ekmek bıçağı, yıldızların şavkıyla bile parlayamıyordu. Bıçağı dikine saksı kenarı ile toprak arasına daldırdı. Derinlere indikçe bıçağın donmuş toprağı kesme gücü de azalmaya başladı. Yavaş yavaş aşağı yukarı daldırıp çekerek saksının içinden topraktan ilişiğini kesti. Bıçağı biraz yukarı çekip toprağı dışına doğru yumuşak hareketlerle kanırtmaya başladı. Kışın donu tam çözülmemiş toprak, topak halinde sallanmaya başladı. Bıçağı topraktan geri çekip, bezi değişecek kundak bebeği gibi saksıyı yere yan yatırdı. Bir eliyle saksının ağzından sıkıca tutup, diğeriyle gazı çıkartılacak gibi toprak saksının dibine hafif hafif vuruyordu. Bunca ısrara dayanamayan toprak topağı “tamam tamam teslim oluyorum” dercesine ağız boşluğundan kendini yavaşça dışarı bıraktı. İki eliyle yeni doğanın ana rahminden çıkışına yardım edercesine üzeri kurumuş çiçek kalıntılı heykelleşmiş toprağı incitmeden dışarı çekti.

Kirden yapış yapış olmuş muşamba zemin üzerine bir tabaka naylon serip yanında dikilen kitap kulelerinden üç beşini güçlü parmaklarının arasında kavradı. Bir hizaya getirmek için yere vurup desteleyerek naylonun ortasına koydu ve bir kitapçı tezgahtarı edasıyla hızla paketledi. Hazırladığı bu küçük koliyi ustalıkla boşalttığı saksının dibine özenle yerleştirdi. Döndü bir naylon daha serdi yere. Kitapları desteledi, paketledi. Onu da diğerinin yanına oturttu. Kurbanlık koyun gibi yerde yatan kurumuş çiçekli toprak topağının altından bıçağın ucuyla kitapların kalınlığı kadar kesti. Aynı ustalıkla saksının içine oturtup, kenar boşluklarını ufalanmış toprakla derzledi. Aynı özeni diğer saksıları kullanarak kalan tüm yere istiflenmiş kitapları bitene kadar yineledi. Naylon sürahideki suyu azar azar da olsa saksı kenarları boyunca döktü. İşin bittiğinin göstergesi diye kirlenmiş ellerini bando zili çalarcasına birbirine bir kaç kez çarparak çırptı. Dizlerinin üzerinde uyuşmuş belini tuta tuta homurdanarak doğruldu. Saksılar bütün kışı yerlerinden oynamaksızın geçirdiklerinden hepsinin tabanlarının izleri açıkça görünüyordu. O da her saksıyı yerinden oynatılmamışcasına bu taban izlerine denk gelecek biçimde yerleştirdi. Her saksı kalktığı yere yeniden oturmuş oldu. Yayılmış gazeteyi iki ucundan kaldırarak tüm irili ufaklı toprak parçalarını ortaya topladı. Titreye titreye ayağa kalkıp, yanmayan sobanın yanına gitti ve kenardaki eskimiş kömür kovasının içine boca etti.. Sobanın alt ocak ağzının demir mandalını şakırdatarak açtı. Yan duvara dayalı kül küreğini sobanın küllüğüne sürdü. Kürek kül doldukça sesi değişti. Ve her dolu kürekteki külle, kovadaki toprağın üzerine örttü. Yere bıraktığı gazete kağıdını hışırtılar içinde buruşup sobanın üst kapağını açarak delikten içeriye tıkıştırdı. Belli ki birazdan bir kibritlik canı kalmıştı son delilin de. Dönüp bin bir meşakkat ile açılmış balkon kapısına aynı zorbalığı kullanarak kapattı. Ancak perdeler ona aynı direnci gösteremediler, açılırken üç beş dişi daha kornişten çıktığından. Gece, hüzünlü loş ışığın içerilerden yeniden süzülmeye başlamasıyla sona erip sıradan bir gecenin mahmurluğunda sabahı beklemeye başladı.

Bir kaç gün sonrasının sızmış bir sabahı, güne kapıya atılan tekmeleme, yumruklama sesleriyle uyandı. Daha kapının açılmasına fırsat kalmadan eskimiş kapıdili çoktan kendini teslim edivermiş, üniformalı üniformasız güruhun ısrarlı baskısına dayanamayarak boyun eğmişti. Çıplak ayaklar, kirden siyahlaşmış açık renk plastik terliklere girme şansına dahi sahip olamamıştı ki yere yatırılıverdi boylu boyunca. Hiçbir anlamı olmayan darbeler alıyordu vücudu. Halbuki büyük olasılıkla aklından geçirdikleriydi suça dayandırılan neden. Ama her nedense diğer organlarıydı cebre maruz kalanlar. Kasığına, beline, baldırına atılan postal darbeleriyle sarsılıyordu, üfürükçü hocanın bakir bir bedenden cini çıkarırcasına. O an; ne ne arandığını soran vardı, ne ne aradığını soran, bunca debdebenin içinde. “Niye?” cılız soruları, sertçe belki de mertçe “Yürrü leen...” lerle elleri önünden kelepçelenerek tüm köyü kılıçtan geçirmiş azılı cani gibi yolda linç edilecekcesine itile kakıla evden dışarı çıkarıldığında, merdiven boşluklarını kapı aralıklarından süzerek seyreden “elden ne gelir” bakışlar, onu kendi bilinmez geleceğine yolcu ediyorlardı. Güneşsiz günışığı gözlerine kaçtığında gözü kıpkırmızı, utanç içindeki bir failmişcesine kafasını kaldıramadı bile, mahallelinin biriyle gözgöze kalabilir korkusuyla. Görevliler, önceden biliyormuşcasına başını kapıya çarpmasın diye elleriyle korudular, sivil plakalı araca hızla binerken. Bu kadar gösterilen ihtimam, sakınılan göze batan çöpü hatırlatırcasına, bir kaç gün sonrasında “Başını ranzasının demirine vura vura intihar etmiştir.” raporu ile yine bir sabaha karşı apar topar kimsesizler mezarlığına defnedildi.
...

Doğmaktan vazgeçmiş bir kitabın, yayınlanmamış, belki de hiç yayınlanmayacak sayfalarından.

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.