18 Ağustos 2010 Çarşamba

gerisi Datça’da zaten mevcut

2025 yılında hayatta olup olmayacağım bile belli olmadığından, “eskilerden kalma kırıntıları sofra bezine dökmem adet oldu nasılsa” diyerek, bir iftarlığı paylaşmak istedim, oruç tutulup tutulmamasının umursamazlığında; kekre, kara, keçi gılliği zeytin niyetiyle, yanında bir arslansütü eksik iftar sofralarına inat.

Aslı bilinmese de, verilmiş bir sözü yerine getirmekteki sadakatti.

Geçen hafta içinde sevgili Dostum Burçak Çubukçu, yıllardır yol bellediği batıdaki son durağı olan Datça’yı kendi meşrebinde anlattığı yazısını ( http://www.burcakcubukcu.com/2010/08/datca-yeni-cazibe-merkezi.html ) keyfle okurken, ona verdiğim bir sözdü;
“Sana, Datça’nın 983’ünü anlatacağım ki, değişim hakkında bir karar verebilesin” diye...

Anlattıklarımın içindeki en sıkıntı veren sözcüğün “ben” olmasına karşın, “ben”i yaşantının içinde tutmanın gayretiyle nasıl “biz” yaparım bilemesem de; sözün başı gibi, yıl 983 ve MTA’da Matematikçi olarak çalışıyorum. Kamuoyunca bilinen adıyla “Sismik-I” gemisinin topladığı verileri işleyerek yeraltı kesitleri elde etmenin derdi olan bir konumdayım. Eylül darbesiyle, yalnızca “Enstitü” olmamız gasp edilmemiş, aynı zamanda kırpışan tek göz kapakları sayesinde de “Petrol Arama” görevimiz daraltılmış ve TPAO’ya devredilmişti. Her ne kadar kimi uzman yorumcu sismikçiler “transfer” edildilerse de, bunun yeterli olmadığı gün gibi aşikâr olması, kara sismik verilerinin işlenmesini hala sürdürmemizin nedeniydi.

O yıl, kısa dönem askerlik görevim bitmiş ve yazbaşında terhis olmuştum. Hemen akabinde çıkılacak yaz tatilinin, onca ay tek tabanca ateş etmiş küçük ailem için meşakkâtli olacağını görmek için kehânete gerek yoktu. Sonraki yıllarda, bilgi dağarcığından akanları avucuma doldurduğum ve doldurduklarımla iş yaşamımda güzellikler üretmekten hala borçlu olduğum birim patronum Necati Gürcan’ın kayınbiraderleri ve yine bir MTA çalışanı olan (sanırım) maden mühendisi Dicle’nin, Datça’da bir küçük apartman kiralamaları ve pansiyona çevirmeleri; o yılki krizi atlamamda hayli kolaylık sağlayabileceğini tahmin etmek için, “matematikçi” ünvanıma hiç ihtiyaç duymadığı gün gibi aşikârdı.

Çoğunluğu Hacettepe ve MTA’dan oluşmuş tatil komşularıma bir kaç günlük gecikmeyle erişmiştik, her ne kadar erişmesi, yerleşmesinden uzun sürse de. Daha ODTÜ’nün önüne gelmemiştik ki, Marmaris-Datça yoluna dair tüm şehir efsaneleri otobüsün tavanlarında yankı bulduğundan, havanın klimasız sıcaklığına inat tüylerimiz Mart ayının dikliğindeydi. Yolların bozukluğu muydu yoksa otobüsün konforundan mıydı bilinmez, hoplaya zıplaya geçirilmiş, kısık ateşte pişmiş bir gecenin sabahında, Marmaris’in toprak otogarında, yüzler ancak seçilebildiğinden yanımdaki çift kişilik koltuğun pencere yanındakinin emekli paşa İrfan Özaydınlı, onun iki önünde de Burhan Apaydın olduğunu fark etmiştim. Otobüsün bir kısmı boşaldığı için, 1 yaşına henüz basmış kızım Ekin’i, annesinin yanındaki kendi yerime bırakıp, Paşa’nın yanına seğirttim. O da, torunu olduğundan tecrübesini kendinde saklamayıp, birer torbanın el altında bulunmasının derdine düşmüştü. Tabii ki haklılığına sonradan bizzat tanıklık ettiğimden, yaptıklarını içimden “pimpiriklik” diye algılamamdan utanç duymuştum. O bana Datça’yı anlatırken, bense ona bizim somyanın altında Arabın petrolünün kaçmış olma ihtimalsizliğini ya da 82 Anayasası Referandumu’nda yaşanan Mavi oyların, şeffaf zarfların içindeki seksi görüntüsünden dem vurmuştum. Ha, o yıllarda yüzde doksan küsur ile kabul edilse de, kimse aslında yüzde on civarında seçmenin sandığa gitmediği ya da geçersiz oy kullandığını meraklısı dışında kimse iplemeyip, umarsızca Paşa Paşa Paşa Paşa kabul etmişti. Hakkını yemek bana düşmez ama üstad kapı kapı dolaşıp, Kutsal Kitap’tan alıntıları bizzat “sevgili Halkına” bir bir açıklamış, yetmemiş, üzerine “Rabıta” ile bugünlere gelebilmemiz için mesnet oluşturan ilk resmi sözleşme “işlerin çokluğu ve yoğunluğu nedeniyle fark edilmeden” imzalanmış, sola ve emeğe karşı İH’ler, cemaatler desteklenmiş, bir yandan “açılım” rüzgârı donu bile altından çekilmiş etekleri havalandırırken, bir yandan da “Allah’ın ipine sarılarak” rüzgârdan dahi açılmayacak görüşler doludizgin yol almış, tüm görüşler birleştirilerek tutumlu olmak ve gereksiz yere bireysel düşünme israfına son verilerek, “ben senin yerine de düşünürüm” ilkesiyle ilk özelleştirmeler gerçekleştirilmiş, içeride Fatih Terim’ler üretilirken “Cep Herkül”leri ithal edilmiş, sınırlardan kimse çıkamazken elini kolunu sallayan bize girmiş, bir bilinmeyenli denklemi dahi çözememiş iş(i)bilenler Tahtakale’lerde bavulla döviz taşımış, “herkesin bir bedeli var”ın gölgesinde “işini bilen benim memurlarım” el kaldır, el indirle Ülke’ye de Ülke’nin gidişine de büyük katkılar sağlamış,... eh bütün bunların icmalinde de, 2000 sonrasında oynanan bu hayal perdesindeki gerçek yerlerini tek tek almaları, o kadar şaşırtıcı olmasa gerek... diye düşünüyorum.

Neyse, vücut sularının kayıplarıyla birlikte bütün gece uyumadan gidilmiş 302 li yolculuğun sonunda, Datça’nın bir köşesinde indiğimizde, yüzlerdeki nevir kaçıklığına bakılarak kalan tüm kervan yolcularıyla rahatlıkla bir korku filmi çevrilmesi işten bile değildi.

Yeğenden kalma iki direkli baston pusette kız, bende anasında omuzlanmış valizler, tarif edilen sokaklarda bir sağa bir sola kıvrıla kıvrıla yürüyerek, sonunda söylenen adrese ulaştık. Burası, girişteki ilk koyun yamacında, denize 100 metre mesafe de zemin, 1.kat ve terastan oluşmuş düzgün bir evdi. 10-12 odalık bir pansiyon. Terası çok genişti ve bir tanesi içten süit toplam 5 odaydı. Herkesin beş aşağı beş yukarı aynı yaşta çocuğu olduğundan, bebeklileri terastaki odalara dağıtmışlar, bekar ya da çocuksuzları da diğer kata. Bol miktarda brandalı ahşaptan eski tip şezlonglar, birkaç masa, yine yetecek kadar da iskemle. Sabah kahvaltısı zemin katta küçük bir mekanda hallediliyordu.

Sonrasında, arkadan bakılınca daha çok kervan görünümünde yola düzülünüyor. Pusetler zıplaya zıplaya yol alırken, eşler pusettekine yetecek altbezi, mama, su, havlu, yağ,... dan oluşmuş bir küçük “denk”i düşürmeden taşımanın külfetindeler. Hatırladığım, evin önünden geçen toprak inişin ucu, betondan bir iskeleye ulaşıyordu. Daha çok balıkçıların mekanı. Kimi yeni dönmüş, malını pazarlamanın ya da elden çıkarmanın derdinde, kimi ağları tamir ediyor, kimi de ahtapotları vura vura köpürtüyor. Bunu da orada öğrenmiştim; meğer, hayvan canlı yakalanır, vura vura direnci kırılarak yaklaşık bir kaç saatte öldürülürmüş. Zira ani ölümü tüm kasları için kullandığı sıvıyı harekete geçirir, onu kaskatı bırakırmış. Ondan sonra, ne yaparsan yap, nafile. Kısaca, pişirilmesinin lafı bile edilmez pişirmeden öncesinde yapılanların yanında. Sanırım, yasalara inat o zamanının limanını arkadan dolanarak geçer, küçük kumsalından 20 kişinin denize girdiği şemsiyesiz bir koya ulaşırdık. Hemen ardında 1,5 metre yüksekliğinde bir taş bent vardı. Burası, zamanında Osmanlı’nın da ruh hastalıklarının tedavisi için kullandığı ancak şimdilerde bir çok parasaçarın günlük yaşamını sükse olsun diye sürdürdüğü, kaçamakların yakalandığı, gizli pazarlıkların yakasının paçasına dürüldüğü, ihalelerden taşanların yeni yandaşlar ürettiği,... mekanlardan biri görünümünde. Büyükçe, birikmiş bir doğal gölet; onu çevreleyen taş duvarların içinde dalgalanmadan, sakinlik içindeyken, yan terasın ardını yine bir taş eve dayadığı, huzurlu bir ortam. “Osmanlı’nın ruhsal sıkıntısı ne ola ki?” sorusu ile gözümde sahne renkleniyor. Küçük eyvanlardaki kerevetlere uzanmış, Harem’in tiril tiril giyinmiş Avrupalı yazlıkçıları, onları göremeyen diğer eyvanda sazendeler, orta yerde yiyecek taşımanın derdindeki oğlanlar, aradan biri koruk çıktı diye, “yallah” enseden havalanıp arkaya fırlatılan hevenk üzümler, yasaklanan tütünler, zümrüt kakmalı kutucuklardan çekilen enfiyeler, kaynatılan telveli kahveler, kazanlarda döndürülen mesir macunları, kellesini feda etmek istemeyen şehzadelerin parmaklarında parlayan, içi siyanürlü taşlı yüzükler, gözdelik için yüzdeliği artıran, günümüz assolist pazarlayan organizatör kılıklı ama hadım Harem Ağaları, sırdaşlık yapan Arap Bacıları, gözünü kırpmadan doğurduklarını boğduran Kösem Sultanlar,... o an çıkılacak yeni seferin niyetine ne kadar payanda olmuştur bilinmez ama, görünen, akmaz suya inat bu değirmenin çarkını çevirecek suların kesilmemesine mesnet teşkil ettiği kuşkusuz.


Duvarın sahil yanına bir taşma oyuğu açılmış ve fazla gelen suyun tahliyesi yapılmakta. Bu ses de, değirmen suyunu getirmenin derdine düşmüş ruhiyatı bozuklar için çağrışım yapmaktan, günümüz deyimiyle “sitirez”den kurtarmakta... adam yaşadıklarıyla zaten baştan çıkmış, su onun bahnesi,... neyse. Sözün özü; yurdum zekası, bu deliğe bir tarla kanal sürgüsü koymuş. Belli saatlerde açıp, insanlar altına girip 1,5 metreden düşen suyun altında tuzlu suyundan kurtuluyor. Ama işin rengi yine yurdumlaşmış; suyu, yaşla kalınlaşmaya başlayan beline, hareketsizlikten kemer üstünden düşememiş göbeklerine, kalın bantlı, kalın kumaşlı mayo sütyenlerinde hamak sefası yapan memelerine tutuyorlar; incelecek, küçülecek, dikleşecek diye. Ancak makus talih onların niyetleriyle Sadaret’inkini aynı yerde buluşturamıyor, bir değişiklik oluşmadığı fark edildiğinde, tam tersine asude iken “sitirez”e giriliyor. Böylesi ucuz halk eğlencesi olur da, müşterisi olmaz mı? Altına, yere bir traktör ön dış lastiği atmışlar. İki yerinden delik açıp birer ucu düğümlü halat bağlamışlar. Zira, suyun gücü yerinde. Altında iken suya karşı koymak için, yular niyetiyle asılınıyor halata, eşek yerine biniliyor traktör tekerleğine. Ha, bir de beli kapalı ya da vücuda yapışık olduğundan alt kısım idare etse de, özellikle kadınların üstü için durum o kadar garanti değil. Kiminin eskimiş kopçası, onca ağırlığı taşımaktan hazır yorulmuşken, bir de üstüne böylesi bir tazyikli suya dayanamayıp fora edebiliyor ya da dekoltesi derin olan başlıklar, meme tutkusunu bir yana koyup, lastiklerin gevşekliğinden dışa dönmüş kapaklar göbeğinin üzerinden taşanlarla dolmuş bir çift kırba misali suyla yetiniyor. Mekanın tarihi bir adı vardı, hatırlayamasam da. Ancak şimdi farklı bir isim koymuşlar. Biz o dönem kısaca, “Göbeksuyu” demiştik. Zatıflamak uğruna, göz kırpmadan zıkkım(zakkum)ın peki dahi yenebildiği bir dönemde, izdihamı siz düşleyin. Neyse şans oydu ki, o yıllarda Datça’nın turist nüfusu çok az olduğundan, gün içinde sıra bize gelebiliyordu. Sanırım, şimdi hem ücret karşılığıdır hem de randevuludur.

Bu nedenle yeni geldiğimizde sıkı sıkı tembihlenmiştik, rezalete karşı önlem olarak yanımızda bir erkek fanilası götürülmesi hususunda. Tabii, “niye erkek fanilası?” sorusu da o yıllar için öylesine olağandı ki, kimse aksini dahi düşünmemişti.

Genelde, kumsalda 15-20 kişi varken, 15-20 kişi de bu kullanım için tek sıra kuyrukta oluyordu, özellikle denizden çıkış saatlerinde. O gün sıradayız. Eşim bir ritüelin parçasını gerçekleştirircesine benim fanilamı kafasından geçirip, ıslak bedenindeki kaymazlığa inat çırpınmakta. Önümüzdeki 7-8 kişinin başında iriyarı genç bir adam, aynı uzunlukta ve irilikte bir kadın sıranın kendilerine gelmesinin telaşındalar. Adam, iriliği kadar asabi. Kadın, komut ve talimatlardan sersemlemiş, bir o yana bir bu yana çarpıyor, kadın şaşkınlaştıkça adam daha alevleniyor, alevler kadının elini koluna dolaştırıyor. Sonunda, adam kadını itekleyerek suyun altına sokuyor. Kadının yüzünde “E, biz ne yapmak için gelmiştik?” gibisinden düşünceler beliriyor, anlamsız bakan gözlerinde. Adam yine sinirleniyor. Bütün bu olanlar, doğal olarak tüm kuyruk için bir seyirlik oluşturuyor. Bu arada sıradaki yurdum kadınlarının mırıltıları duyulsa da, adam kendi konuşmasından onları duymuyor.
“Üzerinde fanilası yook!”

Adam ardından gelenlerin kendilerini aceleye getirdiklerini sanarak, arada bir ardına keskin bakışlar atıyor. Sonunda, o sinirle kadının başına şampuanı döküyor. Ancak, yurdum kadınları lastiklerin direnme gücünün son kertesinde oluşunun farkındalığıyla seslerini daha yükseltiyorlar. Bu kez adam dayanamayıp, yüzünü kuyruğa çevirerek;
“Ne var lan, ne var? Sıranızı bekleyin. Ne vızıldanıyorsunuz?” diye el kol hareketi yaparken, ardında olanlar oluyor. Kadın gözü köpüklü olduğu için açamıyor ki, Artemis’in iki memelisi gibi yıkandığını fark etsin. Bu kez kuyruktakiler eliyle koluyla işaret etmeye, onlara doğru yönelmeye başladığını fark eden ağır abi, kamburunu çıkartarak gardını alıyor. Ve Şeytan neresini, nasıl dürtüyorsa, ardına yarım bir kaçamak bakış atıyor. Sonrasında yaşanan 10 saniyelik süre için yazacaklarım, sizi yazının sonuna kadar gitmeme kararı aldıracağından vaz geçiyorum. Bir kadına bakıyor, bir kuyruğa. Bir kadına yönelip mayosunu yukarı çekmeye çalışıyor, bir ardındakilere kızgın bakışlarını fırlatıyor. Kadının gözünü kapatmasına neden olan köpük akıp gitmiş olsa da, suyun çavlama sesinden bu kez de kulak biçare kalıyor. Kocasının anlayamadığı haykırışları, mayosuna karşı yaptığı darplar, sonunda onu da çileden çıkarıyor ve
“Yetti beee. Yetti anasını satayım... Nazi kampı mı lan burası...” diyerek elini kolunu sallamak istediğinde, dirsek içlerine asılmış askıların artık taşımakta zorlandığı, içleri su dolmuş başlıkların, pazar filesi ağırlığına getirmiş olması, gözlerini guatrlı hasta gibi açıyor. Mayosunun üst kısmı göbeğinde, askıları dirseklerinin içinde esnemekte, karşısında 20 çift göz onu şaşkınlıkla izlemekte ve en kötüsü baltadan menkul koca bir ona bir kuyruğa doğru havaya zıplamakta. Tedavi eden su sesinden başka gürültü yok ortada. Ve babayiğit kuyruğa dönüp hışımla bağırıyor; “Dönün arkanızı, dönün laaaan...” İnsanlar, mütebessim bir suratla başlarını yana çevirseler de, bu kez de bu sahneyi kaçırmak istemeyenler, çaktırmadan gözetlemek niyetinde. Adam bir kolunu ileriye doğru uzatmış, işaret parmağıyla tehdit ediyor; “Dönün laayn dönüüün arkanızı...” Kadınsa, kollarına düşmüş askılarından önce birini omuzuna asıyor, sonra diğerini asarken öteki yeniden düşüyor. Zira, kadın hala suyun debdebesinin içinde. Sonunda durumu anlayan adam, tutup kolundan çekip akan suyun dışına çıkarmak istiyorsa da, bu kez kadın tekeleğin içinde olduğundan, göremeyip kapaklanıyor adamın üzerine. Bu kez de askılar kollarından tümüyle sıyrılıp çıkıyorlar. Gelinen nokta o ki; suyun yapamadıklarını da onlar becerip, kadın doğduğundaki görüntüsüne kavuşacak. Bunu anlayan kuyruktakiler, sabahın zor olacağını, daha doğrusu hiç olmayacağı inancıyla dönüp, başlıyorlar ardlarına bile bakmadan denize doğru yürümeye, hatta bir kısmı giriyor bile. Kuma serilmiş havlumun üzerinde otururken, elli kollu tartışan çift, sesli sesli uzaklaşıyordu, belki de en kısa sürede Datça’yı terk etmek, belki de bir daha hiç gelmemek üzere.

Bir öğlen, kızışmış havada puseti kumda yürütmenin bezginliğinde, bahçe kapısı kumsalın bitimine açılan lokantanın, girişindeki sütunun yerdeki gölgesine sığınmış, eşimin “göbeksuyu”ndan dönüşünü bekliyorum. Gözüme bir müşteri için götürülen; soğukluğu bardağı dışından buğulamış, buz gibi biraya imrenmiş ve ayaküstü bir tane de kendime ısmarlayınca, garson çocuk yüzüme bakıp elindekini uzatıvermişti, “siz bunu alın, ben müşteriye yenisini götürürüm” diyerek. Yaklaşık 10 saniye sürmüştü, bardağın dibini kurulamam ve aynı süreyi almıştı, mavi Datça’nın pembe Datça’ya dönüşmesi. Hayatımda yaşadığım; en hızlı tüketim ve aynı zamanda en hızlı emilim olmuştu. Kuru bardağı boş masaya bırakırken, karşımda duran tek çocuğumun annesine, hiç çocuğumuz yokmuşcasına bir çocuğumuz olma fikriyle gözlerine bakarken yakalamıştım kendimi. Garabet dışarıdan anlaşılsa da benim gözlerim dışarıda değildi ki, fark edeyim. Bu öndesizlikle;
“Burada hava ne garip değil mi?” demiştim.
“Anlayamadım” yanıtı benim için “Tabii ki hayatım, neden sen istersin de bir çocuğumuz olmasın...” diye algılamamın aymazlığında;
“Baksana her yer pembe” demek cesaretini bile göstermiştim.
“Datça’yı pembe görebilmenin nedeni için kaygılıyım” derken, bu kadar kısa sürede gerçekleşen değişimin müsebbibinin bira olabileceğini aklının ucuna bile getirememişti.
“Haydi oyalanmayalım; daha kıza banyo yaptırılacak, maması hazırlanacak, huysuzlanmadan uyutulacak, sabahtan leğene bastığım altbezleri yıkanacak, yarına kurumaları için güneşe asılacak...” derken, ben kaldığım yerden,
“E, biz?” diye sorsam da, o kendi dünyasını doludizgin koşturuyordu;
“N’olmuş bize... haa anladım. Kızı ben alırım. Sen köşeden kendine bir yarım, bana da çeyrek ekmek arası köfte yaptırıver... benimki her zamanki gibi soğansız olsun... kızı uyuttuktan sonra, terasta birlikte yeriz...”


Öğleden sonraları, kadınlar odalarda bebekleriyle uyurlar, erkeklerin kimi tavla oynar, kimi laflar. Rüzgâr tersten esmezse önümüzdeki çakıllıktan denize girerdik. Ancak kıyı kayalık olduğundan ahtapot semti olduğu gözlükle dalanlarca ifade edildiğinden, açıkçası derinliklerde bu sarmaş dolaşı insanın dişisiyle yapma fikri daha sıcak gelirdi... Peki peki... yemezdi. Anlatılanlara göre, gözü keskin olmadığından beyaz renk onu cezbedermiş. Bu nedenle beyaz mayo ile denize girmek, pek salık verilmezmiş. Bir insanla karşılaştığında, “göbeksuyu”ndaki adam gibi ikilemde kalır, önce atak yaparmış, özellikle uzun saç ya da sallantılı mayo parçalarını, beyaz olan ne varsa vantuzlar, sonrada kaçmak için ardını dönermiş. İnsan kısmı çoktan ardını döndüğünden, hasımlar iki ayrı yöne kaçışır, ahtapot kollarında unuttuğu vantuzladığını bırakmadığından onu da gücü yettiğince beraberinde sürüklermiş. Kendini en güvende hissettiği yer evi olduğundan, istikamet kayalıklar. Yavruları;
“Yaşlandın sen Anne, yaşlandın. Bak, yine bırakmayı unuttuğun birini getirmişsin ardında” dediklerinde;
“Ha sahi, ne işimize yarar ki? Eve bile girmez... girse de bir işimizi görmez ki” diyerek vantuzlarını boşalttığında, boğulmuş ceset su yüzüne doğru yükselirmiş. Bu, benim bildiğim değil, dinlediğim bir söylence.

Bir gün motor kiralayıp, bir kaç saat ilerideki “domuz çukuru” adlı, ormandan menkul bir koya demir attık. Çam ağaçlarının bittiği yerden denizin başladığı, bir tek evin, tabii ki tatlı suyun da bir damlasının olmadığı bir bölge. Yine rivayete göre geceleri, adı üzerinde, domuzlar inermiş. Dönüş yolunda, tepesinde yılanlı kalenin olduğu, toprağı çorak, denizi berrak ama hiç olmazsa hasırdan çardak altında çay demleyen yegane tesisli “kargı koyu”. Şimdilerde, helikopter pisti bile vardır diye düşünüyorum.


Bir de anlatmadan geçemeyeceğim bir kısa öykü var: Hanımlar, bir akşamüstü çarşıya dolaşmaya çıkıyorlar. Küçücük çarşı çabuk yoruyor, sırf varmak için iki tepe inip çıkmaktan. Boncuktu, yüzüktü, küpeydi faslı sona erip de dönerken, aralarında birer tost sefası yapma fikri iyice alevlendiğinden yükleniyorlar; yüzü dış yola dönük, yalnızca tost ve ayran satan ufak büfeye. O da ne, satıcı yok içinde. Biraz oyalanıyorlar ki, bizimki karşıdan yalpalaya yalpalaya gelmekte. Diyorlar ki;
”Bize 10 tane kaşarlı tost.” Neredeyse büfenin tüm günlük satışı. Aldıkları yanıtsa sersemletiyor;
“Yok olmaz.” Bizimkiler dirençli,
“Neden?” Aldıkları yanıt daha ilginç,
“Ekmek bitti.” Kadınlar kafaya koymuş, engel dinler mi;
“Yahu şu karşıdaki, görünen dükkan fırın değil mi? Sen al gel, biz bekleriz.” Adamsa şark kurnazı,
“Orası tost ekmeği satmıyor” Bizimkiler pazarlığa alışık,
“Biz zaten tost ekmeğinden değil, fırın ekmeğinden istiyorduk” Sonunda mı ne olmuş; adam “sizinle daha fazla uğraşamam” diyerek dükkanı kapatıp gitmiş. Bir süre bizimkiler şaka yapıyor sanmışlarsa da dükkanın kapısı yeniden bir daha dıştan açılmamış. Dükkan; iki torba tost ekmeği, bir kalıp kaşar, tereyağ niyetine çeyrek Sana yağı, dört beş domates ve hepsini tostlayan pres ızgara ve bir koli ayrandan ibaret. Yani üçüncü bir çeşidi de yok ya da aynı zamanda işlettiği az ileride hediyelik eşya tezgahı da. Hanım, hala arasıra aklına getirip dudaklarını büzüştürür ve endişeyle mırıldanır; “Yok yok, vardı bir şeyler... mutlaka vardı da biz ya bilmiyorduk ya da fark edememiştik...” diye.


Akşamlar ise, limandaki bir lokanta ile fix mönü üzerinden anlaşma yapıldığından, toplu gidiş ve gelişle sonlanırdı. Tüm ekip gece 10 gibi terasa öbeklenir. Bebesini uyutan her anne, terastaki odalarda kalmasa da, ilk boş bulduğu cam önü yataklardan birine yatırırdı, hangi oda olduğuna bile bakmaksızın. En geç 10:30 da terastaki tüm odaların pencereleri açık, içeride uyuyan bebe ordusu, açık camların önünde ana babalar, bakkaldan alınmış o günki mey istihkaklarını paylaşmaya başlardı. Genelde mum ya da renkli ampul ışıkları en iyi aydınlatma olurdu. Hayatımda bu kadar çok yıldızı, gökyüzünün 180 derece kubbesinde, bu kadar net parladığına ikinci bir yerde tanık olmadım. Gecelerce kayan yıldızın haddi hesabını bile tutmaya değer bulmazdık. Adeta geniş ekran bir gözlemevi gibiydi. Dem etkinleşmeye başladığında, önce müzik enstrumanları yerlerinden çıkartılarak, göz kararı akortları yapılırdı. İşletme ortağı Dicle, aynı zamanda MTA’nın TSM korosunda ut çaldığından, farklı enstrumanları da yanında taşırdı. Kimi zaman o uda, ben kanuna, kayınçolar darbukaya, defe oturur; gece fasılla başlar, “hey onbeşliyle” son bulurdu. Arasıra nereden bulduklarını bilmediğim bir bağlama çıkar ortaya; ben çalar, sesinin güzelliğine aldırmayanlar eşlik ederdi. Ya da o gece Dicle gitarını alır ve klasik çalardı. Ya da ışıklar en kısığa alınarak, bekarlardan gökyüzüne karşı okunan kelimelerle üzeri yıldızlanırdı. İşte böylesi gecelerin birinde, işret çivisinden çıkmış tam gaz sona yaklaşıyoruz ki, Kayınço Tayfun, efendi hareketlerle terasa birilerini köşedeki masaya oturturken sessizleşmiştik. Çünkü; bizim dışımızda patronum Necati Gürcan, onun arkadaşı ve HÜ İstatistik bölümünden öğretim görevlileri; Osman Saka, Ergün, yine HÜ Yerbilimlerinden Faruk Çorapçı, aynı zamanda Voleybolcu olan Süha, şimdi adını hatırlayamasam da Hıfzıssıha Enstitüsünde çalışan bir biyolog ve unuttuğum ama tanış olduklarım. Yani o an, tanımadık birilerinin varlığı bizi tedirgin edivermişti. Loşlukta görünen oydu ki; bir karı koca ve orta son/ lise 1 çağında uzun sarı saçlı, mahçup bir kız ve ilk okullu, bir eli kulağındayken dirseğiyle masaya yan yatan bir erkek çocuğu. Tayfun son derece terbiyeli bir edayla ortakları Dicle’ye yanaştığında, Dicle telleri tıngırdatmaya ara verip göz etti;
“Nereden buldun bunları?”
“Abiii, tiyatrocuymuş...” diye fısıldayınca, hepimizin kafası yeniden alıcı gözlerle konukların üzerine döndü.
“Kimmiş?”

Kısaca, dinlediklerinden hoşnut olmamış görüntüsüyle yüzünü ekşiten Alp Öyken, yanındaki kızı Aslı Öyken ve diğerleri.

“Nasıl/Nereden buldun?” sorusunun yanıtı basitti;
“Gecesonu alkol ikmâli için tam şarapları kucaklıyordum ki; Alp Öyken kafayı uzatıp bakkala, kalınabilecek bir yer bilip bilmediğini sordu.”
“Sen ne dedin?”
“Şarap sever misiniz?... ya yıldızları?... biraz müzik?... gerisi Datça’da zaten mevcut.”

Şimdileri, o günlerin sihrini bozabilirim endişesiyle Datça konusu her açıldığında gitmekten yana, bu nedenledir ayaklarımın geri geri gidişi, Marmaris için de; zamanında “prens”in, “kurbağa”ya dönüştüğündeki halim, hala aklımdan çıkamadığından olsa gerek.

Gecenin sonu, geceyarısı 1:00 civarında demlenmiş çayların höpürdetildiği king masalarında sonlanırdı, ertesi günün mey sahipleri belirlenmiş olarak.

Şimdileri kestiremiyorum;
Can Baba o tarihlerde yerleşmiş miydi Datça’ya,
bilemesem de?
“Mutlaka gelip yerleşeceği kesindi.”

Anmadan geçmek olmaz, bir dem olsun gökkubbeye;

...
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim...” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
...
Can YÜCEL

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Karnı büyük, obur Dünya

Mars mıdır müsebbibi bilinmez ama,
Ay'dan bakıldığında;
Karnı şiş, hamile görünür Dünya.

Savaşa gebedir en azından Barış kadar,
Öfkeye gebedir en azından Sevgi kadar,
Ölümlere gebedir en azından Doğumlar kadar...

Bunca döllenenler için,
Dişi gametler orta yerdeyken
Gözler polenleri arar,
Biçare bakışlarla.

Kilometrelerce uzaktan atılan,
Başlıkları Mahmutpaşa'dakilere bile sığmayan roketler mi,
Yoksa, iki adımdan taranmış mermiler midir?
Yoksa, mütevazı evdeki demlenen tarhanadan öte
Zeus gücündeki, artık karşılığı altın bile olmayan para mı,
Yoksa yoksa, mülkiyet duygusunun zirveye taşıdığı bayrağın
Gönderinden karnına saplanması mıdır?
Zinaya, tecavüze dönüşmüş bu garip,
Rahmine istemediği titrek kuyrukluları kaçırmış Dünya'nın
Üzerine yayılmış sevdalar.

Ancak; hergün yeni belalar doğursa da bu gebe
En çok insan aklına ihtiyaç duyacak,
Hiç olmazsa nüfus kayıtlarında gözükmese de
Babası belli hilkât gariplerini doğurmayı red edebilmek için.

ahb

7.8.2010 - bodrum
"Karnı büyük, obur Dünya..."

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp eski günceleri okuyabilirsiniz.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Sıcak Güneş Işığı Sonatı

Havalar, yine orospulaştı son günlerde,
Sabah oldu mu;
Beyaz bulut sıyırıveriyor eteğini
Mavi baldırından yukarıya, gökyüzünde.

Belki de,
Güneş'in yuvarlak kalçası,
Ucundan daha tahrikkâr görünür diye.

Aldanıp da;
Üsttekiler, baştakiler fora edilirse yaka paça,
Önce; yaş, yüze vuruyor
Bir köşede pısıp kalmış
Barutu nemli gençliği,
Bir ateş, bir öksürük,
Limonun naneye olan kifayetsizliğini.

Onun aklı, birazdan yağacak baranda
Kendince; sırılsıklam edip,
Zatürreden düşürmek yataklara,
Ardından esecek boranla
Nefesleri kesecek aklı sıra.

Bulutun aralanmış dantel yırtmacından
Gördükçe Güneş'in yarım küre kıçını
Kendi kıçı kesiliyor yerden aslında
Kırk sekizin, on sekizin kucağına
“Nasıl oturabilir acaba?”nın biçare açmazında.

Yalnızca, seyrin keyfi olsa gerek
Ceviz kabuğuna sarınmış bu tenle
İşaret parmağı bile kıpırdamadan, kıpırdatamadan.

Bundandır; pürtelaş bu vazcayma,
Çıplak sırta vuran soğumuş nemden telef olmaktansa,
Yün çorabı dizden aşağı kaydırmak,
Güneş de özenir belki, soyunarak
Bakarsın, o da kalıverir gökyüzünde,
Bir başına, çırılçıplak...

ahb

4.8.2010 - bodrum
“Sıcak Güneş ışığı sonatı...”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.