22 Aralık 2010 Çarşamba

Sabah Olursa


"Yağma Sofrası" Söz:Tevfik Fikret Müzik:Cem Karaca
24 Aralık;
yıllardan 1867 ...
şair, yazar, düşünür...
hem de zamanında neler düşünmüş olan...
Mehmet Tevfik'in doğum günü...
Her ne kadar bize kendini Tevfik Fikret diye tanıtmış olsa da...

Hani, Dışişleri'ndeki katiplik görevinde yeterince çalışmadığı için
hakketmediğini iddia ettiği devletin ona ödediği maaşları,
Devlet'e iade eden... ardından da istifa eden...

Adımın;
şairin, gelecek nesli temsilen oğluna düşüncelerini anlatıp, ithaf ettiği
"Halûk'un Defteri"inden yola çıkılarak konduğunu çok iyi bilsem de
Halûk'un akıbetine göz atılmış mıydı ?... Bilinmez ?
burası "sen bilirsin" muhabbeti olsa gerek.

Ya da bir Halûk ile ters düşülmüşse bile
ardından gelenlerin de aynı yolu izlememe şansını
kullanmanın cesareti olsa gerek.

Kısaca; görünürde her ne kadar bir isim konmuş gözükse de
aslında bir misyon yüklemekmiş... isim bahane...

Adım; "Bunca sorumluluk beş harfe nasıl sığdırılmış ?"
adına çocuk aklımı haylice karıştırsa da,
"Û" nun üzerindeki "^" dan şüphelenmişimdir hep.
Hani; Edebiyat yerüstü örgütündeki kod adı
inceltme, uzatma işareti ya...
kullanılıp kullanılmamasıyla
savaşın barışa mesafesini bir nefes uzaklığa düşürebilecek
bir bıçaksırtı ağır sorumluluk...

Böyle bir ağırlığın mesûliyetini taşımak
an gelir o kadar zor gelir ki;
ya ezilmemek için omuzdan fırlatılıp
yürünen yolun yörüngesinden çıkılarak
başka köyün imamı kadar uzaklaşılır,
okunan ezan sesinin bile duyulamadığı.

Ya da yolun içinden geçtiği köyde
soluklanmak için duraksandığında
adı "bizim köyün delisi"ne çıkar.

Belki de bundandır
yollarda "Ankara'nın delisi" olarak dolanıp durmam...

Haklı olup olmadığıma örnek olsun diye
oğlunu ikbâl gören
şair Mehmet Tevfik'i de
aynı ikbâle bana sormadan ortak etmiş
babam Mehmet Emin Başaklar'ı da
"Sabah olursa" dizelerinde muhabbetle anıyorum.

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar


Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i mukadderatı,
kavi bir elin kavi, muhyi bir ihtizâz-ı temasıyle
silkinip şu donuk, şu paslı çehre-i millet biraz gülerse...
O gün ben ölmemiş bile olsam,
hayâta pek ölgün bir irtibatım olur şüphesiz;
- O gün benden ümidi kes,
beni kötürüm ve boş muhitimde merâretimle unut;
çünkü leng ü pejmürde nazarlarım seni maziye çekmek ister;
sen bütün hüviyyet ü uzviyyetinle âtisin:
Terennüm eyliyor el'an kulaklarımda sesin!
Evet, sabah olacaktır, sabah olur,
geceler tulû-i hasre kadar sürmez;
âkıbet bu semâ, bu mâi gök size bir gün acır;
melûl olma, Hayâta neş'e güneştir,
melâl içinde beşer çürür bizim gibi...
siz, ey fezâ-yi ferdânın küçük güneşleri,
artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedi iştiyâki var nura.
Tenevvür.... asrımızın işte rûh-i amali;
Silin bulutları, silkin zilâl-i ehvâli,
ziyâ içinde koşun bir halâs-i meşkûra
Ümidimiz bu: ölürsek biz, yaşar mutlak
vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!

Tevfik Fikret

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

17 Aralık 2010 Cuma

Kurşunun başına Akıl sıkmak...

Yasası çıktı çıkıyor ve meraklanmanın, kaygılanmanın yeri de değil, zamanı da. Zira; neslimiz eğitildi, öğretildi; 16 işlevli oyun çubuklarıyla canlı öldürmenin artı değer kazandırdığı, puanlar oranında söz sahibi olunduğu, biriktirdikleriyle de sanal da olsa daha iyi savaşacak, daha fazla canlı nesneleri ortadan kaldıracak silahlar alınabileceği. Bu konuda ya bilgisi olacaktı ya da puanları. Onlar puanları olmasından yana oy kullandılar, tıpkı ağabeylerinin, ablalarının rağbet (rating) puanı toplamak uğruna donlarını bayrak yapmaları gibi. Hatta bu konuda öylesine ustalaşıldı ki, kan bile bir iğrenti yaratamaz oldu ruhlarında, "sevgilim" diyebildiği sevdasını, revaçta olan sanal bir oyundaymışcasına testere ile başını gövdesinden gözünü kırpmadan ayırabiliyor, "Kurtlar vadisi" bir kaç replik onu teselli ya da rahatlamasına yeterken. Tıpkı; çocukluktan itibaren sanal direksiyonlarda ustalaşmış, 18. yaşgününün ertesi günü tarihli ehliyeti ile yollara, hayata kan kusturmaları sıradanlaştırıldı, öyleki; artık Devletin en üst kademesindeki veliahtlar bile umursamadan bir sanatçı canı alabiliyor, dört lastik tekerlekli çağdaş atlarının nalları altında. Sıra, babalarının armağan edecekleri "polat alemdar" silahlarında, dün piyasaya sürülmüş cep telefonuymuşcasına haydan gelenler, huya havadan savurtulacak, umursamazca.

Kutsiyeti tartışılmaz, kabul edilmiş bu metalden materyallere (araba, 3G telefon, taşınabilir el bilgisayarı) karşı beslenen bağımlılığın, sadakatin uçurumdan sarkarak sevgiliye kır çiçeği kopartabilme gözü karalığında, duygusal boyuta taşındığı da tartışılmaz, kimilerinin kendi dört farlılarına koydukları isimleriyle seslenmelerine bakarak.

Kısaca; sıkça anılan "at, avrat, silah" üçlüsü varlığını sürdürse de farklı boyuta taşınması da bir gerçek. "At" yerini, dört tekerliye bırakmış, "avrat"sa eldeki sevdalanılmış metaller sayesinde çağdaşlaşmış. Eh, sıra "silah"a gelmişti. Üstelik, sözü edildiği üzre, toplum hazır güven içinde kullanabilecek bir olgunluk, doygunluk, bilginlik, dinginlik içindeyken.

Vurulanlar,
Vurulacaklarını anladıkları anda
Vurulmayı hiç istemezler…

Vuranlar da,
Vuracaklarını anladıkları anda
Vurmayı hiç istemezler…

O an Vurulanlar Vuranlara
Gün gelir Vuranların da
Siperdeki mevzilerini dahi
Değiştirme fırsatını yakalayamadan
Vurulacaklarını anlatırlar
Geri tepen bir merminin Vurgununda…

Arpacığın ucundan gözükenin adı
Vuran da olsa
Birazdan Vurulan olcaktır;
Mahkeme kararsız, ilamsız, temyizsiz.

Mermi;
İçine nefretle sıkıştırılmış ölümü taşırken,
Ne ve kim uğruna,
Hangi yaşamı sonlandıracağının cehaletindeki
Düşüncesiz aklını,
Bir ayağını kırıp osuruklu kıçının altına alarak,
Üzerine oturur,

Gerçekte kendi aklını kurşunladığının aymazlığında…

ahb
29.6.2004

“Kurşunun aklı açacağı deliktedir…”

Bin türlü ayrışma nedeni yaratılmış bir dönemde, zamanında oyun çubuğuyla tüm maharetlerini sergileyen yeni neslimizin, aynı başarıyı ayrışanların tarafları bertaraf etmelerinde gösterecekleri beklenmekte artık. Öyle ki; "Silah Üreticileri, Satıcıları ve Sevenleri Derneği (SÜSASD) başkanı Cuma İçten diyor ki,
"İç savaş çıkarsa silah gerekir, Boşnaklar silahlanmış olsalardı Sırplar bu kadar kolay katliam yapabilirler miydi?"

Ve böylesi, artık yadırganamayacak bu senaryo karşısında yaşanacakları, içindeki insanı seslendiren Ferzane Zenan da bugün ki köşesinden yasaya karşı duruşunun nedenini şöyle özetliyor;
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16554048.asp?yazarid=357&gid=140
"Ben hiç olmazsa ruhsatlı silahımla vurmuş olurum komşularımı, her şey yasal değil mi?"

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

10 Aralık 2010 Cuma

Keçi, kendi Postekisinin üzerinde oturur

Masallar, oldum olası bana hep inandırıcı gelmiştir; duygu sömürüsüne yatkın, gerçek yaşamdan kesitleri zerk etmenin şark kurnazlığındaki yastıkaltı öykülerine inat. Bugün nereden estiyse aklıma geldi bir tanesi, ööylesine. Paylaşayım istedim.

Bir gün iki keçi bir uçurumun ortasına yıkılmış, bir kütükten köprüde karşılaşmışlar. Sorun; yanız birinin geçebileceği ende olması. Keçilerin ikisi de “ben” deyince “biz”e kasketi alıp gitmek düşmüş, her ne kadar masalın sonunda düşen kasket değil keçiler olsa da...
Ne o, daha başından sıkıldınız mı yoksa? “Biz bunu zate biliyozz” sızlanmalarını duyar gibiyim. Ama siz yine de okumayı sürdürün derim. Zira; hergün dereye uçan keçileri saymaktan yoruldum. Korkum o ki, bu gidişle vadi tepeleme keçi leşleriyle dolduğundan, kurumuş bir ağacın devrilmesinin gereksizliğinde keçiler yağmur duasına çıkmayacak.

Madem masaldaki katilin kasabın çırağı afişe oldu bir kere, o zaman La Fontaine’e olan sitemlerimi dillendireyim.

Biir... Keçiler toslaştıkları için dengelerini kaybedip düşmezler. Ama düşüyorlarsa, bunun gerçek nedeni bu olamaz. Keçiler sarp kayalık arazide gerektiğinde ayakta uyuyabilecek yetenekte, şiddeti ne olursa olsun önden alabileceği tüm darbelere karşı da mukavemetli olduğu bilinmekte. O halde? Keçilerin aklı, tos vurdukları başlarının tepesindekini göremediklerinden, gözardı etmelerinin hovardalığında ve boynuzları; ucu çengel, alta doğru daralan ve birbirlerine geçip geri oynadığında, dibinden birbirlerine kilitlenen bir ergonometriye sahip olması; düzlükte sorun yaratmasa da 30 cm.lik kalas üzerinde onlara kurtuluş şansı tanımamakta ve kendi kaçınılmaz sonlarını kendileri hazırlamakta. Sanırım bu; ya La Fontaine’in tasarladığı bir kurgu hatası ya yanlış tercüme ya da “Bunu nasılsa çocuklar okuyacak. Bunca ayrıntıyla genç beyinleri düşündürerek karıştırmanın alemi yok” diyerek yapılmış bir editör âlicenaplığı.

İki... Keçinin inatçılığı nereden çıkmış ya da ihale katırdan (ki eşekten geçmiş kalıtımsal miras) alınıp yandaş keçinin boynuzlarına mı takılmış? Halbuki, keçinin başı geri ittirilmediği müddetçe, sürü içinde son derece munis, yavrularına müşfik iken; eylem gerçekleştiğinde, koşullanmış bir refleks harekete dönüşür ve artık gerisi engellenemez bir tos vurma isteği; denetimden uzak, anlık, izlenebilir bir metamorfoz. Keçinin bu hareketi bizde nedense inat hissi uyandırmış, tıpkı; onca yükün altında ezilmiş eşeğin, “Buraya kadar. Dibim çıktı, şuradan şuraya gidecek takatım kalmadı” dediğinde, sahibinin “Niyekine yürümüyon?” demesinin gafleti gibi.

Üüüç... Her ne kadar bir felaket sonucu devrilmiş, bir zamanların iri gövdeli ağacı, yetmemiş şimdilerde de yakalar arası geçişi sağlamayı üstlenmiş. Peki keçiler neden bir o tarafa, bir bu yana geçmekte. “Piyasa yapıyorlar” dense, başlardaki buruşuk lopların artık ark atmadığı anlamını taşıyabileceğinden, bunu bir neden sayamazsak; o zaman tüm olasılıklar içinde La Fontaine’in belirtmediği hususu, her iki tarafta da keçilerin yaşamlarını idame ettirecek her tür gereğin bulunmadığı anlamına sürükleyecektir. Örneğin; su bir tarafta, korunaklı barınak diğer yanda. Yani, “karşı yakanın keçi kızları bir tutam ot” niyetine yapılan çapkın, deliyürek keçiliği değil, insanoğlunun kimi zaman kendini kaptırıp fazteziye boğulmasına inat.

Döört... "Biir" dediğimizin sonunda, birbirlerine boynuzlarından kenetlenen keçiler, başlarlar arka bacaklarıyla tepişmeye. Bu arbede, yarısı çürümüş kütüğü yerinden oynatmaya yeterli gelir. Kütük başları bir oynar, iki oynar... üç; uçlarından birinin altındaki toprak ya da kaya parçası “cuup” aşağı düşerken, üzerinde kenetlenmiş keçilerle birlikte fedakar kurumuş gövde de ardından ruhunu teslim etmekte gecikmez. Ve kimin kafası, kimin kuyruğu belli olmayan bir çift kenetlenmiş keçi ve bir kütük olanca hızıyla düşer, hangisinin önce dibi boylayacağının önemsizliğinde.

Beeeş... Çal dağının tepesinde, bir ağaç boyu köprüden bahsetmek, dar ama sarp bir yarık anlamını taşır. Keçiler, sonca dence, "belki bir çentiğe tutunur kurtulurum" umuduyla kenarlara doğru hamle yaptıklarında, birlikte düşüşün ağırlığı onları daha dibi boylamadan postlarını kayalarda sıyırmasına neden olur. Kısaca; boğulmaz, parçalanırlar. Hem, o darlıktaki bir yarıkta olabilecek suyun da, onların yüzme bilmemeleriyle bir ilişkisi de bulunmazken.

Sonuç: La Fontaine bu masalı kendi yazmasına rağmen, aşağıdaki sonuca insanoğlu daha sonradan erişebildi.
Zirvede, sürünün bir kısmı bir yakada, bir kısmı diğer yakada kaldı ve  uzaktan birbirlerine bakıp bakıp o ölüm anını düşündüklerinde, derin derin iç geçirerek sürdürdüler kalan ömürlerini. Aralarındaki yaşlı, bilge keçi;
“İkisine de söyledim... hem de bir çok kez. Ama dinlemediler beni... İçim yanıyor, içim... hem de çook” dese de daha önemlisi susuz yakadakiler su, çorak yakadakiler de kendilerine yiyecek aramaya gittiler. Tekerlemenin sonu gibi, iki eli birbirine çırparak;
“Dağ mı? Yandı bitti kül olduuu.”

Yukarıdaki satırlarda, La Fontaine’le fazlaca el ense tokat gibi gözükmüş olsam da, La Fontaine’e bir tek kelime dahi edebilmem haddim bile değil. Zira; o benim sıraladıklarımı zaten en baştan söylemiş ! Nasıl mı?

Onun söylemek istediği; insan olarak canlılardan olan farkımız, düşünmemizi sağlayan aklımız, doğru yönetilmiş zekamızla elde ettiğimiz Akl-ı Hikmetimiz.

Usta,
“Canlılardan olan farkımız olmasaydı” diyerek düşündürmek, rolleri insanlara giydirmek yerine,
Onlarda, bizdeki akıl olmadığından” söylemiyle hayvanlar ve canlılar üzerine kurguluyor masallarını.

Ve bu fabllar küçümsendiği,
“Biz bunların kitabını yazdık olûûûm” ya da
“Biz zate biliyoz. Koskoca adam olarak bunları önüme yeniden getirmeyin. Masal bunlar, götürün bebeler okusun” dendiği oranda insandan uzaklaşıp, canlı haline dönüşüyoruz.

Var mısınız; bu masalı bireysel oyuna çevirmeye? Hangi hırslarımızı engelleyemediğimiz için kimlerle/nelerle didiştiğimizi, ihtiraslar uğruna neleri feda ettiğimizi, aslında bu kör döğüşün sonunda kimleri/neleri madur, mahzun, yoksun ya da yoksul bırakacağımızı seslendirme cesaretini bulmaya?

Bunun için kullanılabilinecek elde tek kaynak bulunmakta... Akıl.

Rol dağılımı, bir çırpıda örneklenebiliyorsa, bunun anlamı gerçek noktayla temas sağlanmış ve insan olmanın tek ayrıcalığından, Akıl’dan nimetleniyoruz, besleniyoruz anlamını taşıyacaktır. Aksi halde yaşamımız, tüm canlıların refleks davranışlarını sergileyerek; açlık, susuzluk, becerme (ki üreme diye adlandırılıyor) güdülerimizi gidermeyi sürdürmek anlamından öteye geçemeyecektir.

Hep, Akıl’da kalmanız dileğimle... iyi masallar.

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

7 Aralık 2010 Salı

İlk Ustam'a Vefa

3 Yıl önce, 8 Aralık 2007 de Erhan Bener Ustayı Kaybetmiştik...

Yazar, komşum, ilk ışıkları aldığım Ustamdı...

Kısaca iki tarih arasına sığdırdıkları;

1929 yılında, babasının görevli olarak bulunduğu Kıbrıs’ta doğdu. İlk, orta, lise öğrenimini Anadolu’nun çeşitli il ve ilçe merkezlerinde tamamladı. 1950 yılında, Ankara S.B.F.’ni bitirdi. 1956 yılında A.Ü. Hukuk Fakültesi’nden lisans diploması aldı. 1950-1975 yılları arasında, yurtiçinde ve yurtdışında, çeşitli görevlerde bulundu. ABD’den Hindistan’a, Danimarka’dan İsrail’e kadar çeşitli ülkelerde görev yaptı. 1975 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Emekliliğinden sonra kısa bir süre de avukatlık yaptı. Evli ve iki çocuk babasıdır. Edebiyat yaşamına, 1945 yılında çeşitli dergilerde yayınlanan şiir ve öyküleriyle atılan Bener’in kimi yapıtları yabancı dillere çevrilmiştir. Romanları, öyküleri, anıları, denemeleri ve tiyatro oyunları dışında, çocuk kitapları, çevirileri, radyo oyunları ve sinema-TV’ye yansıtılan romanları ve senaryoları vardır. Fransız-Türk Kültür Cemiyeti, Yunus Nadi ve Orhan Kemal roman ödüllerine, Haldun Taner, Yunus Nadi ve Dil Derneği Ömer Asım Aksoy öykü ödüllerine, Muhsin Ertuğrul Oyun Ödülü’ne, Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyası’na, Fransa’nın l’Officier des Arts et des Lettres (Sanat ve Edebiyat Ustası) unvanına sahiptir.

ESERLERİ:

Anafor
Arabalarım
Baharla Gelen
Böcek
Bürokratlar
Dönüşler
Işığın Gölgesi
İlişkiler
Köleler ve Tutkular
Loş Ayna
Ortadakiler
Oyuncu
Ölü Bir Deniz
Sisli Yaz
Sonbahar Yaprakları
Yalnızlar
Yaralı Aşklar

İlk karalamalarımı "Usta ne dersin ?" diye götürüp onu komşuluk hatırına bir külfete soktuğumda;

"Yazmak, bir inattır, bir karşı koymadır,... Kendisi başlıbaşına bir meydan okumadır...

Yazabileceğiniz neyinizin olduğunu gözden geçirin. Zira yazmak için bildiklerinizin, gördüklerinizden gözlemlediklerinizin olması gerekir. Üstelik her şeyi de aklınıza estiği gibi de yazamazsınız. Ya da yazıldığına çevrenize bakarak şahit olursanız da bunun doğru olduğuna aldanmayın. Bu nedenle yazmak, okumakla yanyana yürür, birbirlerini ayakta tutar. Aksi halde istemediğiniz zor durumlarda kalabilirsiniz ve yolunuza devam edebilmek varken vazgeçiş kaçınılmaz hale gelebilir. Ömrünüz kendinizi donatmakla geçirin. Yazmak, 'Elimden elektrik işleri, tamirat gelir" le aynı kefede değildir. Ya yazarsınız ya da yazmazsınız. Bu kadar basittir. Yazdıklarınız ne sizi bir yerlere getirecektir ne de bir yerlere götürecektir. Yazdıklarınızı başkaları da sevebilir, ama sevmeyebilir de. Önemli olan, yazdıklarınız okurlarınızın okumak istedikleri satırlar olmamalıdır, duygular düşünceler sizin, izlenimlerse onların olmalı. Kelimeler, cümleler, satırlar adınız altında olmaksızın tanınabilmeli. Kısaca; Yazdıklarınızı okuyan çok olacağı gibi sizden başkası da olmayabilir. Bunun da sizin yazıp yazmamanızla ilintisi yoktur. Çok kötü bir kitap yazarsınız ama çok satabilirsiniz, tıpkı tersine de olayın gelişeceği gibi. Canınız ne çekiyorsa onu yazın. Önemli olan yazdıklarınızın sizin için ne ifade ettiğidir. Beğendiniz mi ? Sizin beğenmeniz, başkalarının da beğeninize katılması anlamını taşımaz. Ya da size katılanların çokluğu sizin yazdıklarınızın iyi olduğu anlamını da taşımaz. Bu nedenle komşum, eğer söylediklerim sizin amaçlarınıza, beklentilerinize karşılık geliyorsa yalnızca şunu diyebilirim size; 'YAZIN' hiçbir beklenti içinde olmaksızın. Zira yazmak, bir yaşam biçimidir...

Yazdığınız, sizin için çok değerli ve elinizi sürmeye kıyamadıklarınızı bırakın bir yana, bitirdiğiniz bir öyküyü yırtın ve yeni baştan yazın. Göreceksiniz ki çok daha iyisini yazdığınızı hissedeceksiniz..."

Verdiklerin için binlerce şükran duyuyor, onurlu yaşamının önünde saygıyla eğiliyorum.

Işıklar içinde yat sevgili Usta Komşum...

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

3 Aralık 2010 Cuma

İstenmeyen Eksiklik bile yok


Şam şekerinin tarihi kadar eskidir Arab'ın yâ-lel-lisi. Ya yeniden keşfinin gereksizliğine sığınmış bekleyen Amerika'ya, ne denmeli? Denilecekler, söylenilecekler, hatta küfredilecekler değişmeksizin saflarını muhafaza etmekte, ısrarcılıkla. Ha hancı olmuş ha yolcu, leyleğin bundan çıkaracağı ders ne ola ki? Üzerinden kaç lider geçmiş de bir türlü insanlık derilememiş, derlenememiş. Zamanı gelip de çaresizlik had safhaya eriştiğinde, İskender'in düğüm çözen kılıcıyla başlamış, bedenlere hasret bırakılmış Akıl; uzaklaştırılsa da gün gelmiş yine bir orman yangınıymışcasına, o baştan bu başa sıçrayıp yine kol gezer olmuş. Bütün bunlar yaşanırken, en büyük yapıları inşaa ederek evrimleştiklerini sananlarsa hiç değişmemiş. Hanedan aklıyla liderliklerini bir sonraki Tiran'a devredip, sürmüş gelmiş o günler, bu günlere. Gelişin endamına bakılarak, gidişlerindeki paytaklık inkar edilemez gaflete bürünmüş. Yani; bugün yaşananlar dün de aynen yaşanmıştı, tıpkı yarında da yaşanacağı gibi...

Sevgilerimle...

ahb


Ya ne yapmak lâzımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Bir ağaç gövdesini tıpkı sarmaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı?
İstemem eksik olsun!

Herkes gibi, koşarak
Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak?
Yoksa nâzırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısında takla mı atmak lâzım her zaman?
İstemem eksik olsun!

Ricaya mı gitmeli?
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim?
Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim?
İstemem eksik olsun!

Tazıya tut, tavşana kaç mı demeli?
Belki kaz gelir diye bana tavuk mu göndermeli?
Yoksa bir fino gibi susta durmak mıdır ki, acep en münasibi?
İstemem eksik olsun!

Bir kibar salonunda kucak kucak dolaşıp boy atmak
Ve sonunda, Marifet şi’re koyup kameri, yıldızları,
Aşka getirmek midir, evde kalmış kızları?
İstemem eksik olsun!

Yahut şan olsun diye,
Meşhur bir kitapçıya giderek, veresiye şiir mecmuası mı bastırmalı?
İstemem eksik olsun!

Acaba bulup bir alay sersem
Meyhane köşesinde dâhi olmak mı hüner?
İstemem eksik olsun!

Bir tek şiirle yer yer dolaşıp da herkesten alkış mı dilenmeli?
İstemem eksik olsun!

Yoksa bir sürü keli sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allah'ın aptalı
Gazeteye bir tenkid yazacak diye her gün?
Yahut sayıklamak mı lâzım: “Adım görünsün aman!” diye
Şu meşhur "Mercure Ceridesi"nde
İstemem eksik olsun!

Ve tâ son nefesinde bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak, bitmek;
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Karşısında zoraki sırıtmak her abusun.
Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun!

Fakat şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya;
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya.
Gören gözü, çınlayan sesi olmak
Ve canı isteyince şapkayı ters giymek,
Karışanı olmamak.
Bir hiç için ya kılıcına veya kalemine sarılmak
Ve ancak duya duya yazmak,
Sonra da gayet tevazuyla kendine;
”Çocuğum!” demek,
”Bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın,
Fakat bil, onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.
Ara hakkını hattâ kendi nefsinden bile.
Velhasıl bir tufeylî zilletiyle Tırmanma!
Varsın boyun olmasın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?

Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına
Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!

Kaynak: Cyrano de Bergerac, Edmond Rostand
Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.