31 Mayıs 2011 Salı

Bir kuş uçarsa ya da konduğu yerden konuşursa

Bilinen o meşhur fıkra geldi aklıma, nereden estiyse...


Adamın biri; yalnızlığına son vermek için, dost tavsiyesine kulak verip, ömrünün geri kalanını bir papağan ile sürdürmeye karar verir. Ve soluğu şehrin en büyük kuşçu dükkanında alır. İçeri girdiğinde dükkanın her yeri, kafeslerde ya da tüneklerin üzerinde; birbirinden farklı renk, cins, büyüklükte cıvıldaşan kuşların içinde bulur kendisini. Ardından yanına yaklaşan tezgahtar, satıcı olmanın tadını alırcasına gülümseyerek karşılar.

   
-          Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?

-          Eee.. kuş alacaktım da... daha doğrusu niyetim o...

-          Neden olmasın efendim. Zira burası zaten bir kuşçu dükkanı. Ancak ne tür bir kuş alacağınız konusunda önceden belirlediğiniz bir düşünceniz var mı?... Yoksa...

-          Papağan...

-          Neden papağan?

-          Arz edeyim, yalnız yaşayan biriyim ve artık böylesi bir hayat sıkıcı gelmeye başladı.

-          Neden?

-          Neden olacak, konuşabileceğim hiç kimsemin olmaması kimi zaman karamsarlığa itiyor beni. Kısaca konuşabilecek bir canlıya ihtiyacım var bundan sonrası için.

-          O zaman, neden evlenmediniz ki? Bıkacak kadar dinlerdiniz. Özür dilerim, şaka olsun diye söyledim.

-          Haklısın, yıllarca hep işim öncelikli oldu ve insanlarla ilişki ya da onların sorunlarının sorumluluğunu üstlenmek pek de sıcak gelmedi açıkçası. Üstelik, her insanla da oturup karşılıklı konuşamıyorsunuz. Ya söylediğiniz anlamıyor ya da anlıyor ama tersinden yorumluyor. Kısaca; ben tartışmayı seviyorum ama, konuştuklarımızın sonunun hep kavgayla bitmesi kaçınılmaz oluyor. Ha, kimi zaman, yardım elinizi uzatmış dahi olsanız bile... Neyse...

-          Sakıncası yoksa, mesleğinizi öğrenebilir miyim?

-          Asıl şimdi güleceksiniz ama ben, sosyal bilimciyim. Topluma kitlesel bakıyor, bireysel yönlerini ise ilgi alanıma sokmamaya gayret ediyorum. Daha doğrusu ben Akademisyenim, Teorisyen.

-          Haaa !... garip bir durum ama... sanırım bunu bireysel olarak aşmış ya da görüşünüz sizi buralara kadar taşıdığına bakılırsa kendinize göre durumunuza uygun bir çözüm üretmiş olduğunuz, her halinizden belli oluyor... Beklentiniz nedir, öğrenebilir miyim?

-          Bir arkadaşım tavsiyesi üzerine geldim. Dediğine göre ezberleri iyi imiş?

-          Doğrudur efendim...

-          Azıcık bir akıl olsa, kâfi. Yeter ki; tanımları, önermeleri eksiksiz bir nefeste sıralayabilsin. Bilirsiniz kimi kuramlar vardır, bir kelimesi dahi atlandığında farklı mecralara yol almamak elden gelmez. Benim de yaşım ilerlediği için, artık ezberimde tutmakta haylice zorlanıyorum.

-          Mesela?

-          Mesela..., ben “liberalizm” dediğimde, konu hakkındaki tüm düşünceleri ben kitaptan ne aktardıysam, söylemeli... ya da “toplum etiği” dediğimde, toplumsal ahlâk konusunda ona bütün yüklediklerimi madde madde sıralayabilmeli. O bir papağan olduğu için, söylemleriyle eylemlerinin uyuşması gibi bir beklentinin olması zaten abesle iştigal. Bir anlamda; doğru çağrışımlarda doğru bilgileri bana, yeter ki okuyabilsin.

-          Sanırım sizi anladım. Papağanlar, dipteki salondalar. İsterseniz oraya geçelim. Ben her birinin özelliklerini sıralar, siz de aklınızda bir karar oluşturursunuz... ya da yalnızca fikir sahibi olursunuz.

-          Tamam tamam, çok iyi. Geçelim.


Tezgahtar ile birlikte iki salon geçip, duvarları taşla kaplanmış odanın loş ışığına gözlerini alıştırmaya çalıştı. Yüksek tavanlı odada, diğer kuş reyonlarının aksine tam bir sessizlik hakimdi. İki yanda basamak basamak yükselen setler üzerinde, kimi süslü kafesler içinde kimi uzun çubuklar üzerinde tünemiş renk cümbüşündeki papağanlar dikkatle onları süzüyordu. Yer yer köşelere konmuş zambak ve lotus çiçekleri vakar içinde görselliği tamamlıyordu.

-          Bunlar?... diye işaret etti eliyle; tüyleri rengarenk, alımlı papağanı gösterek. Tezgahtar, dudağında müstehzi bir gülücükle;

-          Boş verin onu, o size yaramaz. Konuşamaz bile. Tüm özelliği gösterişi, azametidir. Süs niyetine.

-          Ya bu? diye işaret etti, yanıbaşındaki tünekteki küçümen papağanı işaret ederek.

-          O konuşmasına konuşur da, boğazına düşkün olduğu için habire yer. Haliyle, konuşurken ağzından fırlayan parçacıklar nedeniyle ne söylediği tam seçilemez.

-          Ya bu?...

-          Evet olabilir.Düzgündür. Ne dediği anlaşılır. Ancak tek dil seslendirebilir. Fiyatı da 1000 liradır.

-          Nee? Bir de farklı dil mi biliyorlar?

-          Tabii tabii...

-          Hayret! Önce, ne söylediğinin anlamını dahi bilmiyor ki, farklı dillerde konuşmasının bir anlamı olsun?   

-          Öyle demeyin. Gırtlaktan çıkardıkları seslerle telaffuz etmeleri öyle kolay değil.

-          Sahi... doğru... peki ya bu?

-          O üç dil bilir? Ancak solunum yollarında sorunu var. Bu nedenle, söyleyeceklerini ancak cümle cümle tekrarlayabilir. Yani, bir çırpıda söyleyeceklerini dinlemeniz için biraz sabırlı olmanız gerekli. Bunun da fiyatı 1500 lira.

-          Kısaca dil başına 500... iyiymiş.

-          Ama şu tepedekini önerebilirim. Hem dört dil bilir, hem konuşması anlaşılabilir, hem de görüntüsü, türünün tüm özelliklerini taşır. Yalnızca, liderlik duygusunun aşırı gelişkinliği, diğer kuşlar üzerinde tahakküm kurmasını engelleyememekte. Bu nedenle, alt sıralara koysanız bile ne yapar ne eder gider en tepeye konar ve başka kuşların kendi yaptığını yapmasına, izin vermez. Fiyatını soracak olursanız, 2500 lira.

-          Benimle aşık atmasına da ben katlanamam... başka önereceklerinize geçelim isterseniz.

-          Bu, iyidir ama, o da konuşmanın ödülünü hep bir dişi kuşla gidermenin peşindedir. Kısaca uçkuru gevşek dersek yanlış olmaz. Ama yine de sizin için bir sakınca teşkil etmiyorsa, fiyatı 2000 liradır.

-          Duvara asılmış elek misali, bir de bu yaştan sonra kuşa çöpçatanlık yaparak, eşe dosta rezil olamam.


Birden bir kaç kanat çırpışıyla omuzuna tombul yanaklı bir papağan kondu.

-          Augubudankaşlaka darvidi dedi, bir özlü sözle durumu özetlemişcesine kendinden gurur duyarcasına kibirle bekledi. Ta ki; tezgahtar ağır hareketlerle, onu bileğinin üzerine kondurup yerine götürene dek.

-          Hayırdır? Cesaret yüzde bin beşyüz anlaşılan ya da aşırı evcil. Garibimin bir de anlamlı üç beş kelimesi olsaymış...

-          Yok yok, onun derdi sosyal ilişki eksikliği. Bu mahrumiyetini, önünden her geçen, kaçanla böylesi bir el ense tokat muhabbetiyle gidermeyi yeğliyor.

-          Bir insanla girişmediklerime bir kuşla mı kalkışacağım... sıradaki !

-          Bu ise, ilk sahibinin aymazlığının kurbanı. Tümüyle küfür öğretilmiş. Daha doğrusu; silinemez belleği böylesi bir edebiyatın a’dan z’sine kadar tıka basa doldurulmuş. O da, sonradan ezberlediklerinin arasında istemeden de olsa kullanıyor. Ama bunun dışında bir papağanda olması gereken tüm özellikler mevcut. Haliyle... tehlikeli...

-          Hımmm... düşünülebilir... başka?

-          Bu da fazla kibirli. Bu huyunu, saldırgan ve küstah ses tonundan kolayca anlayabilirsiniz. Yeme karşı düşkünlüğü olmadığı gibi elden yemlenmeyi kendine yediremeyip reddeder. Kısaca, yönetmesi, denetim altına alınması zordur.

-          Hımmm...

-          Bu ise yemlenmeden konuşmaz.

-          !...

-          Bu da insanlardan değil de, diğer papağanlardan duyduklarını belleğine atar. Siz de onu, kendiliğinden dillendiğini zannedebilirsiniz.

-          Desene şark kurnazı diye...

-          Yaklaşık sizin beklentinizden anladığım kadarıyla, elimizdeki uygun papağanlar bunlar. Peki, içlerinden gözünüze çarpan ya da ilginizi çeken ya da aklınıza yatan oldu mu?

-          Valla ne diyeyim; hangisine elimizi attıksa mutlaka bir tarafı eksik ya da abartılı.


Karşılıklı sessiz bakışmaları; yükselen basamaklara yerleşmiş kuşların bulunduğu sağ taraftan adeta yankılanan, bir akşamcının çatlamış öksürüğüyle son buldu. Merdiven görünümlü sekinin yan aralığından, mozaik zemin üzerinde, adeta öksürmesi onu yürütüyormuşcasına, bir durup, bir sallanarak kalkarak yürüyen bir tüy yumağıyla buluştu gözleri. Bir anda tezgahtar kendini toparlayıp, görüntüyü perdelercesine adamın önüne geçti ve alaycı bir tavırla;


-          Önemli değil... ya da buna da mahallenin delisi desek yanlış olmaz...


Son öksürüğünden ağzının içine gelen balgamı yutağından seslice geçiren tüy yumağı, başını derin bir nefes alarak kısık gözlerini aralamadan kaldırdı. Dökülmüş tüylerin aralığından belirmiş pembeleşmiş deri parçası, tepesinde adeta sırıtıyordu. Geri kalan tüyleri ise; bir marangozun atölyesindeki talaşa bulanmış hali gibi, hatlarının ayrıntıları seçilemez boz bir renkte, mahalle kavgasında arada kalmışcasına tarumar, mafyaya borcunu ödeyememişcesine yürüyüşü aksak, kollestrolü, lipiti yükselmişcesine şişman karınlı ve iki yana kaykılarak adımlayan kuş kılıklı, kızgın gözleriyle tezgahtarı aşağıdan yukarıya doğru süzdü.

 
-          Bu ne?

-          O mu... şey... ııı... Kuş canıım...

-          Kuş mu?

-          Evet kuş... aslında, o da diğerleri gibi bir kuş, hem de papağan.

-          Lütfen yapmayın, bunun papağanla ilişkisi kalmamışki. Yoksa ortalığın temizliğinde mi kullanıyorsunuz?

-          Efendim gerçekte, biz de onu anlayabilmiş değiliz. Bu nedenle, ona kalıcı bir yer ayırmak yerine, kendi haline bıraktık.

-          Sanırım, hayrına verecek kapı aranmakta?

-          Tam tersine, onun özelliği ise, değerinin 10000 lira olmasında...

-          Hadi canım... Hem anlatacağım her hangi ona dair bir bilgim yok diyorsun, hem de 10000 lira... ne iş?

-          Çok haklısınız. Bizim için de bir değer taşıdığını zannetmiyoruz. Ancak, mağazamızdaki tüm kuşlar onunla her karşılaşmalarında, ne hikmetse önlerini ilikleyip “Üstad diye sesleniyorlar.  

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

24 Mayıs 2011 Salı

Meğer Dün, Günden daha kısaymış...

Oynatma çubuğunun en sağındaki kutuya basarak, "tam ekran" izlemeniz tavsiye olunur
Seyrinizin bitiminde, "Esc" tuşuna basarak yeniden bu ekrana dönebilirsiniz.
Bu, sırtımda taşıdığım o küçük kız mı?
Bu da, oyundaki o küçük delikanlı?
Hatırlamıyorum nasıl büyüdüler,
Ne zamandı?

Kız, ne zaman güzelleşti?
Delikanlı, ne zaman böylesine boylandı?
Halbuki daha dün, küçücük değiller miydi?

Gün doğumu gün batımı, gün doğumu gün batımı
Yavaşça aktı günler.
Ayçiçeklerine bir gecede döndü tohumlar,
Bir bakışta çiçekleniverdiler.

Gün doğumu gün batımı, gün doğumu gün batımı
Yıllar hızla uçtu geçti.
Bir mevsim diğerini takip etti,
Mutluluk ve gözyaşı yüklü.

Yukarıdaki satırlar, dinlemekte olduğunuz "Damdaki Kemancı" müzikalindeki "Sunrise Sunset (Gün doğumu gün batımı)" adlı şarkının sözlerine dair ya da beş aşağı, beş yukarısı.

Kısaca;
tam sevginin ılık sesi seyrediliyordu ki,
telaşlı bir "anne..." söylemi, olgunluk içinde kabullenildi
ya da
yürekli bir gücün gölgesinde huzur tam yakalanmışken,
"baba" diyen ses bir fazla darabanla umursandı.

Alınan sevginin gönül rızası,
günü gelmiş olacak ki;
verilmek üzere aynı sıcaklıkta dikiliverdi,
gözbebeklerinin serinliğine.

Şarkılardaki gibi,
o anın sonrasında
belki de günler yıllara, yıllar günlere özeniverdi.
Bilinemese de gerçek o ki;
bir huninin üçgen ağzına kaykılarak yaslanmış zaman,
anafora kaptırdığı paçasından
hoyratça kendi tükenişini tefekkürle seyr eylemekte.

Ancak yine de belli mi olur yarın, belki de;
bir Ekin tanesinin düştüğü yerden filiz vermesiyle
sıcak bir dede kucağında uyumanın huzuru içinde,
baş parmak sımsıkı yakalanır, beş minik parmağın nemiyle.

Bu durumu sormalı bir de Orhan Veli'ye ;

Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbire oldu;
Mavi birdenbire.
Her şey birdenbire oldu;
Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.
Yemiş birdenbire oldu.

Birdenbire,
Birdenbire;
Her şey birdenbire oldu.
Kız birdenbire, oğlan birdenbire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar...
Aşk birdenbire oldu,
Sevinç birdenbire.

Sevgilerimle...

ahb

not:Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

13 Mayıs 2011 Cuma

Kendi için çalanlara alıştırıldığımızdan olsa gerek...

Şu ara toplumun her kesiminin, kendince peşinden koştuğu bir havucu olduğu orta yerde gözükse de, kabadayı gürültüsüyle karambole getirilmiş, hatta cılızlaştırılmış “elden gidiyor” çığlığını; ya duyamamakta ya da duymamakta ya da umursamamakta, sinir uçları tv kanallarındaki yayınlarla ütülendiğinden.

Önce bu topraklar için toprağa düşmüşlerin anılarına duyulacak saygı, çoktan yerüstünden yeraltına kurtlar vadisi narkozunun etkisiyle çekilmiş. Bir başka anlatımla; birey varoluş nedenini bile inkar edebildiği aymazlığından ortalamasını yükseltip, master, doktora tezi veriyor. 

Orta yerde cirit atan türedi mesleklerin ne olduğu bile kuşkulu iken, resmi onayın yetkinliği olarak övünçle dayatılmakta. Sözde, her toplumsal olayda katkıları öne sürülse de; evinin penceresinden görünen manzaranın önünün açılmasıdır ağaçların budanması ya da birbirlerinden habersiz, ayrı malikaneleri paylaşan kumaların sayısıdır kadına verilen değer ya da kaşının arasındaki kılları yoldurup, saçını yüzündeki kırışıklıklara aldırmadan Nuri Sesigüzel gibi boyatmayı, tırnaklarını kuaföre yaptırmayı, kendi özsaygısına karşı sorumlu tutmasıdır ya da kullandığı hap sayısı kadar kendini güçlü hissetmesi, sabah koşarken löpürdeyen bir kalçanın ardına düşüp çarpık çarpık düzensiz adımlarla yürümesi, yaşam merkezlerinde eğilip doğrulanlara bakarak kilo vereceğine inanması, basında okuduğu o Amerikalı uzmanların beslenme tavsiyelerine uyarak sağlıklı olduğu inancını korumasıdır.

Oysa, ülkede ormanlar sahiplerinin bile kim olduğu belirsiz değerli maden işletmelerine, dereler HES’lere, göller denizler belediyelerin insafına terk edilmiş, kırsal kesim; bu ağa babalara değerlerini, gelirlerini, ekmeklerini kaptırmamanın onurlu savaşımını vermekte. Doğanın kendini yenileme özelliği sınırları zorlamakta. Her geçen gün, tarım dışalıma teslim olmakta, elde edilen ürün artık yetememekte, nohut, kömür revaç görmekte, rahmetli annemin “Allah, kimseyi açlıkla terbiye etmesin” sözüne inat, ahlâk sükût etmeyi tüm edepsizliğiyle küstahlaştırmakta, karşı çıkanlar ise; ya çıkarcılıkla ya marjinallikle suçlanmakta. 

İşte bir süredir, benim de sizin de haberdar olduğu bir girişim, inatla doğru bildikleri yolda kararlı yürüyüşlerini sürdürmekte. 

İzleyeceğiniz “Doğa için çal” serisinin 3.südür. İzlemekten çok, dinleyeceğiniz türkülerin sözleri, yöreleri ile yaşamın doğasına ya da doğanın yaşamına dayatılanlar arasında bir ilişki kurmayı deneyin çok yerlere varabilirsiniz. Bulamazsanız da üzülmeyin. Olsa olsa kapatılacak aranın sanıldığından fazla olduğunun bir belirtisidir yalnızca.   

Gürgenin, köknarın, çamın,  
serçenin, turnanın, atmacanın, 
sincabın, tilkinin, karacanın, 
çayın, tütünün, burçağın, 
üzümün, zeytinin, mısırın,
hamsinin, kefalin, çipuranın namusu için; 
Sardunya atılmadan dip kapalıya,
"sese kulak verin ve duyun, duyurun..."


temmuz 2012- ekleme:

"Doğadan çalma, Doğa için çal" şiarına 4.sünü eklemişler.
Yarım mezür teneke çalamazken, dinlenen tınıyı çıkarmayı becerenler, emeklerini nakde dönüştürmek yerine, yeşile çevirme ferasetini, arifliğini göstermişler. Kimileri, inadına başka yeşillerin peşinde koşsa da, çıkılan kapı hep aynı olsa da. Dolar aşkı ya da Din aşkı. Arapta bu iki aşk divaneliğe erişmişse de, ellerinde Doğa kalmadığı en büyük gerçek. Farklı algılatılma teskere oylaması gibi dayatılsa da, dikkatle bakıldığında aynı kapıya çıkan, tıkandığında mutlak tavizler şenliğinin orta yerinde rakkaseye dönülmüş, diğer ucu bilinmez ellerdeki dikey iplerle oynatılan bir tuhaflık, nabza göre şerbetçilik, paran kadar adamcılık ya da sırtı cahil zenginliğine dayamanın kostaklanışı. 
Görünen Emek birliğindeki karşı duruşu sevdim; gösterişli arabasının direksiyonuna değil, çaldığı gitarın ensesine oturttuğu bebesiyle geleceğini sahiplenen bir babanın tellerden yankıladıkları; uyutulmuşluğun, peşinde sürüklenişin, bayır aşağı yuvarlanışın hezeyanındaki vahameti açıkça göstermekte. Ancak hala görülememişse, sanırım akla bir çimdik atmanın zamanı geçmek üzere olduğu acilen düşünülmek zorunda.
Söz yerine ses uzasın diye, dinleyin doya doya, kocaman kocaman. Bittiğinde; yapılacak eylemin basitliğiyle, kocaman bir "HAYIR" diyebilmenin bilincine varabilmenin bilgeliği. 
Sanırım kimse lafı benim gibi uzatmadan buna; "YAŞAMAK" diyor.


Sevgilerimle... 

ahb 
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

6 Mayıs 2011 Cuma

Akla düşmeye görsün...

1960 Çubuk "En sevgili" ve Ben...



1920 lerin sonu... Dedem...

     Bir Anneler Gününde, söze Dedemle başlamak her ne kadar tutarsızlık gibi gelse de sonraki yıllarda bir Babalar Gününde Annemden “nasıl bilirdiniz?”e dair “hakkımızı helal ettiğimize” şahadet ettiğimizden, ortada bir çelişki olmadığını söyleyebilirim. 

     Bir odadan diğer odaya bastonuna dayanarak gidene kadar, kurufasulyenin düdüklü tenceresiz piştiği bir düşkünlük içinde, yaşını başına haylice almış ancak aklı henüz gitmemiş, önünden her geçişimde başımı öpmeden geçirtmeyecek yüreğe sahip bir dedeydi. Askerde sökmüş olsa da okuma yazmayı, göğsüme kurdaleyi taktığım erken yaşlarda öğretmeye başlamıştı, uzun yıllar sonrasında karşılaştığım akademik öğretileri.
 

Böylesine şanslı yıllardan bir gündü, onu soba başındaki sandalyesinde iki eliyle bastonunu sıkıca kavramış ağlarken yakaladığımda. Islak bakışlarıyla gözgöze geldiğimizde, ortada artık gizlenecek bir sır da kalmadığını anladığından hıçkırıklarının sesini saklama gereği de duymadı. Çocuktum; içim burkulmuş ağıtın bitmesini beklemiştim tüm sessizliğimle.

Yan cebinden çıkardığı çizgili kumaş mendilin dışıyla önce gözkapaklarını, sonra yanaklarından süzülmüş titrek tuzlu yolları, ardından sakalının tellerinin ucunda çiğ tanesi gibi damlamayı bekleyen gözyaşlarını sildi. Katlanmış mendilin ortalarına doğru açık uçlarından bir katı aralayıp, arasına sıkıştırdığı burnundan uzun uzun sümkürdü. Burnundan derin kesik kesik nefes alıp solunum yollarının tıkanıklığını denetlediğinde, sorgu saatinin geldiği artık gün kadar aşikardı.
 

N’oldu?... Niye ağladın?
Boğazına düğümleneni temizlercesine bir iki ses çıkarttıktan sonra;
Anam... anam geldi aklıma.”
“...Eee?
İşte... aklıma geldi... dedim ya.”
 

Dedemin dışgörünüşüne bakıp annesinin nasıl olabileceğini zihnimde canlandırmanın çabası, ne kadar kendimi zorladıysam da beceremeyip kelimelerin anlamı tüm anlamsızlığını korudu. Yavaş hareketlerle diğer odada ders çalışan abimin yanına seğirttim. Sessizce omuzunun ucundan masanın üzerindeki açık kitaba bakmaya başladım, söz hakkımı uygun bir anda vereceği umuduyla. Gözlerimdeki şaşkınlığı anlamış olacak ki;
 

Ne oldu?
Az önce dedem ağladı...”
Derdi neymiş?
Annesini hatırlamış...
 

Gözlerini gözlerimden aynı sakinlikte, düşünceye dalarcasına aşağı doğru kaydırdı, benim de eşlik ettiğim dudağındaki yavaş tebessümle. O gün, benim anlayamadığımı abimin anladığını anlamıştım. Ve onunla en büyük farkımızın yaşımız olduğu bilincinde; anlamam için zamanın, ben de anlayana kadar geçmesi gerektiği sonucuna varmıştım.
 

Üzerinden çok ama çok yıl geçti; onca deprem, onca yalan, onca talan, onca idamlı iki ihtilal, liberal, demokrat, hatta sosyal demokrat, milliyetçi, cepheli, muhafazakar, türbanlı, ampullü iktidarların her tür cambazlığı milletine mübah kıldığı uzunlukta. Ve ben de her adem gibi Annemi; belki filiz verir, filiz çiçek açar, o çiçek bir sevgilinin sevdalısına yüreğinde hissettiklerinin karşılığı niyetine verir diye toprağa ektik.
 

Sonrasında yine bir vakit geçmişti üzerinden, her ne kadar ben dedemin bir zamanlarki o yaşına henüz gelmemiş olsam da. O sabah, işyerinde mesai öncesi kahvaltı yapmak için kafeteryada otururken geldi başıma. Önce boğazıma takılanın yediğim poğaça olduğunu zannetmiş olsam da gözümden bana aldırmadan akanlar, bahane aramamam gerektiği gerçeğiyle yüzleştirdi beni. Aklıma gelmişti... Annem... O an gel de Dedemi sevgiyle yad etme. Herkesin algılaması farklı olduğundan; ben ancak o gün, yıllar öncesi doksanlık bir adamın aklına anasını düşürüp ağlamasını anlayabilmiş ve o an ona sonuna kadar hak vermiştim. İşte yazının sonunda okuyacaklarınız, o gün masadan kalkmadan yazılmış, üzerindeki nemi kurumamış kelimelerdir. Hâlâ olmadık anlarda aklıma gelir ve aynı sahneyi tekrar tekrar yaşarım.
 

Annemi yitirmeden önce kendi annesini kaybetmiş bir dostum anlatmıştı; “Aklıma esiyor, genelde de aklımın ya da işlerin karıştığı günlerde, alıp başımı gidiyorum anneme. Ayakucuna oturup biraz sohbet ediyorum, biraz dert yanıyorum, biraz şikayet, kimi zaman bir sitem. Sonunda da bir güzel ağlıyorum, bazen anıra anıra. Ohh bee. Annemde gerçek huzuru bulup, kuş kadar hafiflemiş olarak dönüyorum yine aynı keşmekeşin içine. Beni bir süreliğine idare ediyor, ta ki yaşam beni yeniden boğacak noktaya getirene dek.
 

Dostumla aramızda geçen o konuşmadan sonra, aynı yöntemi ben de kullanır oldum.
 

Dostların hoşgörüsüne sığınarak son bir ukalalık etmeden geçemeyeceğim; Pazar günü çay içip kek yemek, sizin için sarılmış dolmaları mideye indirmek yerine, onu öpmeye, koklamaya gidin. Zira; hiçbir söz, tenin tene verdiği sıcaklığın yerini asla tutmuyor.

Bu sabah
Birden Annem düştü aklıma;
Ağladım.

Gözyaşlarım, bir nedene bile gerek duymadılar,
Tepenin yamacından aşağı merdivenle kayan
Elleri buz tutmuş bir avuç çocuğun
Coşkusuyla süzüldüler;
Her damlası erimiş kartopunun bereketinde.

Hasretine yapışmış sevgisine karışıp çamur oldular.
Ben sildikçe bulaşanlar
Öpücük oldu yanaklarımda,
Başımı yasladığım göğsün
Kokusunun kıvamında.

Anlayacağın
Ağlamaktan değil ama öpülmekten boğuldum
Bu sabah…
 ahb
“Akla düşmeye görsün”

Şubat 2004
Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Kırmızı”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

bir sabah, güneşe uyandırılmamak

 Yerine getirilmemiş bir "son isteği", siz dinledikçe paylaşıyorum...
Son fotograf...






"Bir yürüyüş eyleme" zamanı...


 En önde ve elindeydi bayrak...
 
 


aşk olsun sana çocuk, aşk olsun
acıyorsam sana anam avradım olsun

elbette türkiye’de de en uzun koşuysa devrim
o, onun en güzel yüz metresini koştu
ilk o fırladı lüverden en sekmez mermisiynen
en hızlısıydı hepimizin,
ilk o göğüsledi ipi...

acıyorsam sana anam avradım olsun,
ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Can Yücel 
 ve bir 6 Mayıs sabahı güneş doğmadan yitirdiği üç fidana
 
bir başka 6 Mayıs'ta kavuştu...
anıları ışık, cesaretleri yürek olsun...
ahb 
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.