18 Haziran 2011 Cumartesi

Kendi Mumum...

Ellisinden gün almak,
Güne elli vermek…

Yarım asırlık 
Bir sinekli bakkal alışverişi işte, 
Bu benimkisi… 

ahb

18.6.2004
“kendi yaktığın mumu
kendin söndürmen…”
 


“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Kırmızı”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Beş Yüz Sekiz...

Onu, en sevdiği şarkıyla anıyorum.

Beş yüz yaşında da kaybetsem

Ölümü yine erkendi…


Annemdi…

ahb
15.6.2003

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

14 Haziran 2011 Salı

FilHakika



Son günlerde, bahaneler türlü gerekçelerle yaşamın bireysel gerçeklerinin kulaklarını kamçılamakta. Belki de; artık inancımı, güvenimi yitirdim, birlikte olduğumu sandığım omuzdaşlarıma karşı. Alt tarafı nohut kadar kömür kadar bir değer taşımadığımı bilmenin hayal kırıklığında. "Eskileri yeniden ısıtıyor" denmezse 6 Kasım 2007 tarihli aynı başlıklı yazımı yeniden paylaşmanın zamanıdır diye düşünüyorum. Nasıl olsa "ekşimiş" diyenin, yemeyeceğinin iç huzurunda.
Okunacakların içeriğini yitirmemesi düşünülenin aksine üzüyor, yazılanın "ben demiştim" deme ukala zaferine inat. Zira, o yıllarda bugünleri bilebilmek ya da kestirebilmek marifet değil, bu güne gelmenin acısını bile bile. Kısaca; "Herkesin bildiklerini" olmuştu utangaç söylemim, her "ne yazıyorsun?" sorgulamasıyla karşılaştığımda. Yine, herkesin bildiği bir kıssadır okunacaklar, kimi kez belki de bir fıkra niyetine gülüp geçmek için anlatılmış olsa da. Bu nedenle, bir ariflik aranacaksa; tümüyle Hoca Nasreddin'in yaşadıklarındadır, eylem söylem takiyesine girmeksizin. 

Hani; "herkesin bir algılama biçimi vardır" derler ya.
Örneğin fil dendi mi; kiminin bir hayvanat bahçesinde gördüğü tonlarca ağırlığına aldırmadan kuyruk sallayıp hortumundan su püskürten o koca yaratık canlanır zihninde. Bir başkası; zeki bakan gözlerinin ardına gizlediği sevginin, hüznün, arifliğin olduğunu öne sürer. Bir başkasının gözü; yediği, içtiği, işediği, pislediği büyüklüğün azametindedir, niteliği niceliğe yenik düşürürcesine. Bir çağdaş zeka ise azametine karşın hantallığının aptallığından kendi övüngen zekasının varlığına olan memnuniyetini kusar.

Sonuç; fil deyip geçmemeli; an gelir kimilerini kütük köprü üzerinde karşılaşmış iki keçiye döndürür ki, ehil olanların bile birbirine takılmış boynuzları ayırabilmesi nafile öfürdenmiş derin nefeslerin ötesine taşıyamaz.

Uzun gevezeliğin özü; madem fil dedik, benim aklıma da eski bir fıkrayı getirir. Eski dedik demesine de, aslında herkesin bildiğini bilsek de ben yine n'olur n'olmaz diye anlatayım.


"Hindistan'a bir ziyaret yapan dönemin Sultan'ı yanında bir fil ile geri dönerken yolu Hoca Nasreddin'in köyüne düşmüş. Halkın hayvana gösterdiği yakın ilgiye bakıp;

- Ey, ahali. Gördüm ki fil sizden, siz de filden çok hoşlandınız. Hem ben iki de bir sefere çıkıyorum. Ben yokken bakımı ihmal edilebilir, o da kendini yalnız hissedebilir. Sözün özü; Hindistan Kral'ının bana hediye ettiği bu fili ben de size hediye ediyorum. Ona çok iyi bakacağınızdan hiç kuşkum yoktur. Haydi, hepinize hayırlı olsun.

diye koca fili köy halkıyla baş başa koyarak sarayının yolunu tutar.

İlk günler durum iyidir. Herkes evinden bir kap yemek, kuyusundan bir kova su getirerek beslemeye başlar. Artık çocuklara da oyun çıkmıştır. O şaklabanlık yaptıkça köyce herkes mutluluktan adeta uçar.

Ancak birinci hafta bitiminde bir bakarlar ki ilk günkü ilgi yerini angaryaya terketmiş. Köylü filin karnını doyurmak için yiyecek yetiştiremez olmuş. Hayvancağız da yeterince beslenmediğinden bağa bahçeye dalmaya, önüne gelen çiti duvarı yerle bir etmeye başlamış. Hemen köy ihtiyar heyeti toplanmış. Buna bir çare olması için her gün sırayla bir ev halkının görevli olmasına, yemesi içmesi, tüm ihtiyaçlarıyla ilgilenmesine karar vermiş.

Bir hafta daha geçmiş. Yine bakmışlar ki eski tas eski hamam. Orta yerde dik duran hiçbir cisim yok. Bir hal çaresi diye köy ihtiyar heyeti yeniden kafa kafaya verip düşünmeye başlamış. Sabır dayanma sınırını aşmış, selametin yanından dolu dizgin kendi bildiğine uzaklaşmakta. Ortak bir karar alıp Hoca Nasreddin'e iletmek üzere haber salmışlar. Hoca'ya durumu tek tek anlatmışlar. Nasreddin ise dinlediği makul her dertleri için köylüye hak vermiş.

- Ey meclis, sorunları zaten herkes biliyor. Siz öneriniz nedir, onu demediniz?
- Hocam, demişler. Önümüzdeki hafta Sultan sefere çıkacak ve yolu yine bizim köyden geçecek. Onu durdurup, olanı biteni anlatıp "biz istemiyoruz" diye iade edelim dememize, sen ne dersin?
- Neden olmasın ki? Söyleriz, o da eşek değil ya. Eti, sütü, otu olmayan köylünün neyinedir fil beslemek, hem de Sultan filini. Her halde hak verip kurtarır bizi sofra azgınından... İyi de beni niye çağırttınız ki ayağınıza?
- Yapmasına yaparız, etmesine ederiz de ahvalimizi söze dökecek senin gibi ağızı laf yapan bir sarıklı gerek bize. Kavil ettiklerimizi Sultan'ın yüzüne bizim yerimize sen söyler misin?

- Eh, n'apayım peki, diyerek evinin yolunu tutmuş.

Gün gelmiş, Sultan arap atının üzerinde köy meydanında toplanmış ahaliye sormuş;

- Ey ahali, filim nasıldır, iyidir di mi?
- İyidir...iyidir...
- Hasta masta değildir di mi?
- Değildir... değildir...
- Memnunsunuz, hoşnutsunuz di mi?
- ...

Sultan da atı da bu sessizlik kaşısında huzursuzlanarak yeniden sormuş;

- Memnunsunuz, hoşnutsunuz di mi?
- ...

Hoca Nasreddin öne doğru tedirgin bir adım atarak;

- Sultanım, bir maruzatımız var.

demiş, sesi titreye titreye. Sultan bir yandan kaşına bir yandan da atına hakim olmanın gerginliğiyle;

- Söyle Hoca efendi demiş. Gel yanıma da de bakalım neymiş maruzatınız, öğrenelim.

Hoca Nasreddin, Sultan'ın sinirlenmesinin hiddete her an dönüşebileceği kaygısıyla, ağır usul meydana doğru adımlamaya başlamış. Huysuz arap atının önünde alnındaki boncuk boncuk teri elinin tersiyle silip demiş ki;

- Haşmetlim... sizin fil var ya... hani bizim fil...
- N'olmuş benim filime? Sahi, nerede benim kıymetli filim?

Hoca fili göstermek için omuzunun üzerinden başını ardına çevirmiş ki ne görsün? Ortada ne fil var ne köylü. Hiddetin yağdıracağı şiddetin kokusu yayılmış olacak ki ahali toz olmuş ortadan. Hoca bir an duraksamış, dudağına bir tebessüm oturtarak;

- Şevketlim, hani sizin fil var ya... bizim bir tanecik filimiz... memnun olmasına memnunuz, hoşnut olmasına hoşnutuz da; garibim, yalnız başına çok sıkıldı zaar... köylü de der ki... mümkünse ona eş olarak... bir tane daha yollar mısın?"


Halbuki yola düzülündüğünde haylice kalabalıktık. Kiminin evrakını imzalayanlar, kiminin hırsızını kovalayanlar, kiminin karne notunu verenler, kiminin kirasını arttıranlar, kiminin atamasını isteyenler takkesi perçinli, türbanı alevli iktidarın seçicileri olduklarından mıdır bilmem, sayımız zaman geçtikçe sadeleşip duruyor, payımız da paydamız da ikiye biteviye bölündükçe bölünerek. Ama en kötü ihtimalle 2/2 olur...

Bir yandan zaten hanidir ikinin ikincisiyiz kağıt üzerinde.
Harften rakama kalemle can verirsek;
2/2 olur.
Onu da yine sadeleştirirsek
=1 eder.

Olsun, o
1 ben de olsam, yine de çok sayılırız.

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.