16 Temmuz 2011 Cumartesi

O zamanın düşlerinin ayakları, şimdinin gerçeklerinden yere daha sağlam basardı.

Marmaris - 70'lerin başı
O yıllarda; henüz Marmaris’in adı ne şenliklerle ne de devletin o kocamanlarının isimleriyle birlikte anılmadığından, kendi halinde bir sayfiye kasabasıydı. Yunan adalarından gece konaklamaksızın, günü birlik gelen üç gemiyi saymazsak sakin bile sayılabilecek bakir bir tatil mekanıydı. Elektriğin dahi ulaşamadığı, karadan yolu olmayan, yegane denebilecek gözde koyu Turunç, fosforlu mağara, Pamucak dışında kimsenin ağzında ne Aksaz, ne de Kızkumu vardı. Ancak Datça yolu, aynı dehşetli kıvrımlarını o günlerden bu güne taşıyabilen tek mirastır. Zaman zaman virajlarda canı sıkılan tekerlerin uçurumu seyretmek istercesine, kısa süreliğine bir bakış atma gereği duymalarından olsa gerek, Sakar’ın inişi tam sakardı. Şimdiki iskele meydanı, meydan değil “L” biçimli bildik bir sıradan ahşap iskeleydi, kordonboyu rengarenk tenteli pancar motorlu ufak gezi teknelerinin sıralandığı. İskeleden sonra ilk buruna kadar eskiden kalma bakımsız bir kaç evin arasından onarılması her yerde olduğu gibi unutulmuş Kale, ziyaretçisizlikten kendi halinde uyuklardı. Bir seferinde Kale’yi yerli çocukların kılavuzluğunda, gezmeye kalktığımızda çökebilecek gizli tuzakları tavşan kıvraklığında atlaya zıplaya zirvesine tırmanmıştık. Etrafımıza bakındığımızda bizi getiren kısa saçlı, Güneş’in tenini kararttığı çocukların biraz aşağıdan bizi seyrettiklerini gördüğümüzde, durduğumuz burçta bile can güvenliğimizin tehlikede olduğunu fark edip üç dakikada yeniden toprak sokak arasına kendimizi zor bela atıvermiştik. Ardındaki koyun kenarında küçük tekne imalatlarının yapıldığı tersane, ardında da Güllük ormanı. Kerli ferli Piknik alanıydı Güllük, oturulan tahta piknik masalarından kalenin ayıplı diğer yakasının seyredilebildiği. En keyifli mekanlarının ise; çarşı içindeki “İmren” lokantası, iki açık hava sineması, son gece tüm pazarlığımıza rağmen bütün paramızı yatırdığımız Karadeniz Lokantası. Lokanta deyince aklınıza başka hayaller gelebileceği korkusuyla söyleyeyim, üç direkli bir hasır çardak. Bir de unutulmaz “Merhaba” pastanesi. Yine ekleyeyim; kocaman bir bahçe içine çakıl taşlı, onca tahta oynar ayaklı masasına rağmen üç masası en fazla on beş dakikalığına dolu kalabilen, küçük hizmet binasındaki lambalı radyosundan parazitli şarkı, türkü yankılanan daha çok bir çayhaneydi. Ancak; yatmadan önce hanım göbeği, şekerpare, sade dondurmalı kalburabastısı gece yarısı, özellikle iki kadehten sonra insanı kendine getirtirdi. Evlerinin odalarını kiraladığınız pansiyoncunun kızını bankada, oğlunu hediyelik eşya satan bir dükkânda, eşini postahanede, kocasını motorcu olarak her an karşınıza bulabilirdiniz, sabahları işlerine kendi ellerinizle uğurlamış olsanız da. Caddenin iki yanındaki dar kaldırımlara dikilmiş palmiyelerin yaprakları, yürürken baldırınızı her an çizebilirdi. Önceleri İzmir kaynaklı, sonraları Ankara, daha sonraları da İstanbul’dan gelen serbest meslek erbapları sıra sıra kasabayı doldurdukça, yalnızca Hıdrellez gecesi çiçek hırsızlığı yaşanan, kapıları açık uyunan evlere, tek tek kilitler takılmaya başlandı ve kararmış çubuk anahtarlar paspas altlarında saklandı. Belki de büyük depremde bile böyle sarsılmadılar yıllar yılları kovalarken. Lisenin sağ tarafı ise neredeyse üç yüz metrelik bir kordondu ve burada yol biterdi. Yolu barikat gibi kesen, “Sini” adındaki iki katlı, sakin, arka bahçesinde az sayıda çadırın konaklayabileceği bahçeli bir evdi aslında. Daha ilerisinin kıyıları bataklık, içleri muz bahçelerinden oluşurdu. İleride kibirle “Lidya” otel bir başına denizi seyrederdi. Daha sonrası, öncesi gibiydi “İçmeler” e kadar. “İçmeler” dediğiniz, yine üç direk bir hasır çardak çayhanesi, ardında da sırtını ona yaslamış “içmeler” çeşmesi. Son koyun karşı düzlüğü olduğu gibi İhsan Doğramacı’nındı, ya da Hacettepe’nindi de biz kısaca öyle seslendirirdik edindiğimiz alışkanlıkla. Orta yerde duvarları ve çatısı oluklu aliminyum kaplı iki üç kulübe dururdu, isteyen Hacettepe’li gelip tatil yapsın diye. Tabii ki; bu koca tarlanın ortasındaki çıplak barakaların içi gündüz Güneş altında, Hitler’in fırınlarını andırsa da mutlaka inat etmiş üç beş öğrenciye rastlanırdı, kendilerini doğal olarak Che Guevara hissedebilen. Üç eksik beş fazlası, hepsi hepsi bu kadardı, bir mimarın yaptığı hatadan ötürü asılışını anmak için adına “Marmaris” dendiği rivayet edilen meşhur sayfiye kasabası. Doğrudur; o günlerden bu yana, ağaç dalı kesenden mimari hata yapana kadar herkesin cezasının kelle olduğu, işin ciddiyetinin boyutunu gösterse de, bizler ancak Harem kültürünü taşıyacak kadar ciddiyetsizle kaldık hep. 

Şarkıların dediği gibi, “isimleri neydi şimdi, unuttum” diyebileceğim, sıradan dört ODTÜ öğrencisiydi birazdan öykülerini anlatacağım, benim de üniversite kapısına yanaştığım o 1970 li yılların başlarında, orada onlarla tanıştığım. Aramızdaki tanış asma köprülüğünü yapan, Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi bir ahbap çocuğuydu, lise yıllarını içlerinden biriyle geçiren. İskemlelerin ters çevrilip şezlong niyetine yaslanılarak güneşlenildiği tozlu toprak karışımı kumsalında rastlamıştık onlara, habersizce, önceden buluşma talepsiz. “N’aber” faslının çarçabuk geçiştirilme sonrasıydı. İçlerinden üçgen vücutlu olanı avuçlarının her birinin içine bir limon sıkıştırıp, sessizce hepimize “hoşçakal” diye elini sarı sarı salladı havada bir kaç kez. Ardını döndü, yürüdü ayağını yakan sıcak kumların üzerinde. Terlemiş bedenini saran renkli fanilasını çıkarıp elindeki naylon torbaya tıkıştırdı, özenle ağzını boğarak. Torbayı ince bir urganla bağlayıp açıktaki uçlarını çenesinin altında düğümleyip sırtına astı. Dirseklerinden kıvırdığı kollarını iki yanına açarak, sağa sola yalpalaya yalpalaya suya girdi, su seviyesi göğsüne gelene kadar yürüdü, yavaşça açılmış kollarıyla denizi kucakladı ve eski bir sandalın salınışında limonlu kulaçlar bir battı bir çıktı mavi sulara, ıslanmamış saçlı başının arkasındaki süzülen naylon torba, peşinde beyaz köpükler bırakırken. 
- N’apıyor bu? 
- Hakkı mı? Adaya yüzüyor. 
- Hıı.. her yeni gelen yakın zannedip, yüzerim sanır... 
- Boş ver. O günde iki kere gidip gelir karşıya. 
- !... 
- Alışıktır o. 
- Niye? 
- Niyesi mi var? Adam yüzmek istiyor. Adada bir de kayası varmış. Çıkıp üzerine uzanıyormuş. Buralar ona kalabalık geliyormuş. Her halde huzur buluyor orada. Hatta öyle huzurluymuş ki, istediğinde mayosunu çıkarıp çıplak bile güneşlenebiliyormuş. 
- Denizle koyun koyuna desene... 
- Öyle gibi bir şey. 
- Siz? 
- N’olmuş bize? 
- Siz niye gitmiyorsunuz onunla? 
- Ne işimiz var yav bizim. Adamda enerji fazlası var. O da çareyi bunda bulmuş. Yoksa akşamları çekilir mi bu herif, o daracık çadırın içinde? 
- Ne kadar sürede varıyormuş karşıya? 
- Bir kaç saat aldığını söylüyor. Yarım saat de orada güneşlenip yüzüyormuş... 
- Yani gidip gelmeyi yüzmekten saymıyor desene. 
- Yok o yol. Söylediğine göre, suyla oynaşmak gerekirmiş. Yani deniz de, kendi içinde senin olduğunu hissetmeliymiş. 
- Garip!... 
- Rahat bırak adamı. O da hayatı böyle yaşıyor işte. 
- Limonlar? 
- Onlar seyahat acentesinin ikramı. 
- !... 
- Kolonya gibi. Birini giderken, diğerini de gelirken susuzluğunu gidermek için yiyiyor. Keçiden başka canlının yaşamadığı adada suyu nereden bulacak, bir düşünsene. 

Bu söyleşinin, belleğimin neresinde kesildiğini de unuttum galiba. Neyse, “Akşama bize gelin”le ayrılmıştık sanırım. 

Aradaki konu dışı fragmanları ayıkladığımda; duşumu briket duvarın üzerine kondurulmuş, gün boyu Güneş’in kaynama noktasına getirdiği suyu başımdan aşağı boca eden bidonun dibine kaynakla tutturulmuş fıskiyesinden yapıp, akşam yemeğimi ailemin kurduğu masada yiyerek karnımı doyurmuş ve artık piyasa vakti geldiğinden tam salınmaya hazırlanıyordum ki, sonraları avukat olan arkadaşım kapı ucunda belirdi. Ayağa kalktığımda babam oturduğu yerden boyunu uzatarak; 
- Bu gün erkencisiniz? 
- Gündüz arkadaşlara rastladık da. 
- Nerede kalıyorlarmış? 
- Çadırla gelmişler... Sini’de. 

Ellerini baldırlarına dayayarak hızla ayağa kalktı, parmaklarını bekleyin dercesine oynatarak. Birazdan, elinde şişkin bir kesekağıdıyla geri çıktı mutfaktan. 
- Bu ne? 
- Yanınıza alın. 
- İçinde ne var bunun? 
- Siz yanınıza alın, sonra ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Siz değil ama birileri mutlaka memnuniyetlerini dile getirecektir. Hadi, benden de selam söyleyin arkadaşlarınıza. 

Kasabayı ışıtan jeneratör gece saat ona kadar çalıştığından, elimizde el fenerleri ve babamın avucumuza tutuşturduğu kesekağıdıyla sokak ışıkları henüz yanmamış akşam karanlığında Sini’ye doğru yürüyorduk. Yakınlaştıkça, sessiz yaz akşamının ardından bir kaval sesi işitiliyordu belli belirsiz. Anlamsız gelse de biz yürüdükçe ezgi daha açık seçikleşiyordu, köylü kızının kaşı alınmamış güzelliğinde. “Ilgaz, Anadolu’nun sen yüce bir dağısın...” Kötü de çalınsa dinlemesi hoştu, o boşlukta. Çadırları çevreleyen bahçe duvarına yaslanıp, akşamın loşluğuna doğru seslendik. Birden kaval sustu. İki üç karaltı, yüzleri seçilemese de karşımıza dikildi. 
- Siz miydiniz? 
- Başka bir çadırı mı ziyarete geldiniz yoksa? 
- Haa yok. Birisi kaval çalıyordu. Seslenince kesildi. Bizde bağırdığımız için bize bozulmuş bir başka çadırcı sandık da sizleri... 
- Gelin gelin, ama çadır iplerine dikkat edin. Düşmeyin haa.. 

Görmez aydınlıkta kör ebecilik oynarcasına, oturun dedikleri yere bakmadan oturduk. Bir süre bakışıldı, tebessümlerdeki beyaz dişlerin pırıltısında. Gözümüz karanlığa alıştıkça, derme çatma bir çadırın önündeki kilim üzerinde, çember halinde oturduğumuzun farkına varıyorduk. Her ne kadar, ne oldukları seçilemese de orta yerdeki kilimin üzerinde kimi karaltıları kast ederek; 
- Aç mısınız? 
- Yok, biz yedik de geldik. 
- Bakın son kez soruyorum, size ayırdığımız bifteğimiz hâlâ sıcak. 
- Biftek mi? Nerede? 
- Burnunuzun ucunda, işte. 
- Bu ne yav? 
- Biftek. 
- !... Yahu, bu düpedüz beyaz peynir. Ha ha ha... 
- Siz güzelim bifteği beyaz peynir diye çağırıyorsanız, o sizin bileceğiniz iş. Neyse, biraz da salata kalmıştı, isterseniz ondan tadın. 
- Ona da biz ne diyoruzdur Allah bilir!.. heeyy  demedim mi, bu da üzüm çıktı. 
- Çoban salataya da Allah bilir, “Biz ona üzüm deriz” demeyin sakın. Neyse Nazif, baba ya şu ortalıktakileri misafirlerin önünden kaldırıver, bak yemek istemiyorlarmış. 
- Hocam, az önce aramızda epeyce çatal kavgası yaşanmıştı ya... hani diyorum ki, istersen imha planıyla yok etsek de, beni de çöp atma derdinden kurtarsanız, ha? 
- Haklısın sevgili kardeşim... izninizle sevgili misafir kardeşler, biz birazdan yeniden şu anki olağan halimize döneceğiz, göreceklerinizden endişeye kapılmaya gerek yok. Arkadaşlar, lütfen herkes birbirinin hakkına saygı göstersin. Hakkı, aynı zamanda senin adın da olduğu için göstereceğin özen kuşkusuz bizim iki katımız olacağı aşikâr. Ama ne demiştik, ne demiştik, lütfen beyler sınır ihlâllerine dikkat edelim. Hak etmediğimiz bölgeler bizim için haram olmalı. Bak yine hak geçti. Hakkııı, anlarsın ya. Senin için iki kat... 
- Evveet beyler, nerede kalmıştık. Söyleyin bakalım, bu gece birlikte oluşumuzu neyle kutlayalım? Bir şeyler yediremedik ama içeremedik de dedirtmem ben, adama kendimi. Ne içiyoruz? 
- !.. Neler var? 
- Kuş sütümüz yeni bitti, onun dışında ne isterseniz. 
- Bira var mı? 
- Var. 
- Şarap? 
- Kırmızı, beyaz? 
- Kırmızı. 
- Ne marka olsun? 
- Şaraptan o kadar iyi anlamayız. Öylesine, sizinle birlikte içeriz. 
- Nafiz, hadi canım sen iyi mantar açarsın, bir kırmızı şarap aç... haa dipde sakladığımız vardı ya onu çıkart. Hakkı baba, sen de üfle neyine bizi buralardan sök götür uzaklara bir yere... 

Meraklı gözlerle olan biteni izliyorduk. Hem olanları anlamaya gayret ediyor, hem de bir yandan şaka mı yapıyorlar yoksa ciddi mi olduğunu, hatta bütün bunların tümünün bir düzmece olduğundan kuşkulanarak, her hareketlerini bir tenis maçı seyircisi dikkatinde izliyorduk. Gerçekten bir şarap şişesi geldi orta yere. Bir nefeste midelerine indirdikleri beyaz peynirin, ekmeğin, üzümün altına yayılmış gazete kağıdı toplanıp, yerine külâhta alınmış leblebi kağıdı açılarak orta yere serildi, inat etmiş kırışıklıklarını avuç içleriyle ütüleye ütüleye. Karşımda oturan, şişeyi kafasına dikip bir kaç fıslama sesinin ardından, hızla dibini yere sertçe vurdu. Yüzündeki acımış şarabın buruşukluğu, onca karanlığın içinden dahi seçilebiliyordu. Eli orta yerdeki leblebi kümbetine uzanıp, parmak uçlarının arasına sıkıştırdığı üç beş leblebiyi once, tavla zarı gibi avucunun içinde bir kaç kez şıkırdatarak salladı ve açtığı ağız boşluğuna tek tek fırlattı. Bu sırada yanında oturan karaltı, aynı merasimi baştan sona sektirmeden yineliyordu. Hakkı çoktan kavalıyla “Ilgaz”ı çalmaya başlamıştı bile. Artık sıra bana gelmişti, göz açıp kapama süresinde. Hem yaşımın alkolü kullanmamdaki acemiliği, hem de sarhoş olma kaygısıyla dudaklarımı şişenin ağzına götürdüğümde, yanımdakinin içerken bıraktığı ıslaklıkla başbaşa kalıverdim. Hiçbiri içmeden önce ağzını silmemişti halbuki. Ben silersem de, artık bardağı taşıran son damla olabilirdi, bu temizlik sevdam. O da ne? Su bu. Hem de en rezilinden, tam tabiriyle terkos, dibine kadar klor kokulu. 
- Pufff... 
- Leblebi al arkasından, iyi gelir. 
- Bu resmen su yahu... 
- Şşşşş... ayıp oluyor ama haa... 
- Ama... 
- Ayıp ettin arkadaşım. Ne zor misafirmişsiniz yahu? 
- !... 

Karanlıkta pençeleşmiş bir el şişeyi sertçe elimden aldı ve ayağa kalkıp dudaklarına değdirmeden ağzına boşalttı. 
- Bal gibi şarap bu, ne suyuymuş? 

Ortalık buz gibi oldu, o Ağustos sıcağına bir o kadar inatla. Kendimi daha çok bir tiyatro sahnesindeki oyun provasında hissettim. Yaşanan yaşamın dışında, düş gibi, belki de kabus desem yeridir o yıllarıma göre. Ama onun dediği gibi; “bal gibi” gerçekti tüm şahit olduklarım. 

- Her şeyi alt üst ettiniz dedi, en yaşlı gibi duranı. Biz bunları yaşamayı kabullenerek gelmiştik bunca yolu. Paramız yoktu ve buraya gelince de yine olmayacaktı. Her birimizin farklı zevkleri, beklentileri, hayalleri vardı. Herkes her akşam istediği yemeği niyetlenip yiyiyor, istediğini içiyordu. Hakkı’nın bildiği tek şarkı olan “Ilgaz”ı değil, duymak istediği şarkıyı dinliyordu, herkes daldığı kendi düşünde. Ve bütün bunlar, her birimizi ayrı ayrı mutlu ediyordu. Kimimiz kendini Haiti’de, kimimiz kendini Tarabya’da zannediyordu. Ve birlikte yaşadıklarımızın hepsi, bizi yalnızca mutlu ediyordu. Amaç ne yediğimiz ne içtiğimiz ne dinlediğimiz değil, ne niyetle yediğimiz, içtiğimiz, dinlediğimizde idi. Biz kendi aramızda konuşmaksızın anlaşmıştık ve kimse aksini dahi iddia etmiyordu. Ancak, siz bilerek inandığımız bu düşten bizi zorla, tartaklayarak uyandırdınız... Neyse boş verin, bilmiyordunuz, yoksa yapar mıydınız? Asla. Bundan eminiz. İçinizi ferah tutun... Arsızlık demezseniz... gelirken elinizde bir şeyler vardı?... Bize mi getirmiştiniz, bilemiyorum? Sanırım tatil yeri de olsa, Anadolu kibarlığı. 
- Haa, sahi ya... kesekağıdı... evet evet... Garip olacak ama, babam bunu yollamıştı size. İşin gerçeği ben de bilmiyorum içinde ne olduğunu. Ha bir de selam söylememizi istemişti. 

Açılan kesekağıdının içinden; akşam evde yediğimiz kuru köfte, kızarmış patates, kesilmemiş üç beş domates, salatalık, biber, taze soğan ay ışığında sanki keyifle bize bakıyorlardı. Biz en güzel patates nerede yetişirin derdindeyken, yanımdaki hukukçu dostum aramızdan sessizce ayrılıp, yakındaki büfeden iki şişe şarabı kaptığı gibi geri dönmüştü bile, yüzünde yüzümdeki aynı şaşkın tebessümle. Önce sebzeler yıkandı, doğranıp bir güzel salata yapıldı. Hatta bir ara, Nazif yakındaki lokantadan üzerine zeytinyağı bile döktürüp getirdi. Açılan şaraplar, genç bedenleri çarçabuk ele geçirdi ve Hakkı “Ilgaz”ı çaldı, biz “O ağacın altını” söyledik. Hakkı “Ilgaz”ı çaldı, biz “Niksar’ın fidanlarını” söyledik. Gece saat onda jeneratör durduğunda, zaten ışığı olmayan çadır önünde; mehtabı, yıldızları yattığımız yerden izledik karanlığa doğru acemice söylenmiş bir kaç dize şiir refakatinde. 

Gece geç vakit, el fenerlerimizi yakıp, kısa mesafedeki pansiyonumuza birbirimizle hiç konuşmadan geri döndük ve o gece ikimiz de sabaha karşı uykuya dalabildik. En önemlisi; dostumu bilmem ama, ben o geceyi hayatım boyunca hiç unutamadım. 

Ertesi gün, onlara uğradığımızda erkenden çadırı söküp ayrılmışlardı bile, bizlere çizgili kağıda yazılmış bir not bırakarak; 

“İçiniz ne zaman sıkılırsa ‘Ilgaz’ı söyleyin” 

O yüzden; ne zaman dinlesem bir yerlerde çalan “Ilgaz”ı, içimi hem hüzün hem coşku birlikte kaplar; “Keyfiyet senin, hangisini istersen onu seç” dercesine.    

Sevgilerimle...

ahb  

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Paspas Rıza

 

Yine o, içimizdeki parmaklık arkasına itilmiş puslu yıllar, farklı da olsa bölgesi hep aynı insanlar. Yani, diğer insanlardan olan farkın belli olması adına semerlerin gösterilmediği zamanlar. Çulsa çul, utanılacak hiçbir yanı olmayan bineklere atlamanın çırılçıplak keyfi. Çakır gözleri dayanılmaz olsa da semerleri devşirildiğinde tedirgin bir çift eşek kulağıyla başbaşa kalınmadığı yıllar.

Mahallemiz, bıçkın yetiştirmeye müsait olmasa da kendi rolüne uygun düşerdi Rıza. Öyle hayali bir kahraman değil, tam tersine sokak kadar gerçekti. 1.75-80 boylarında ya da bizim yaşımızın küçük olmasından öyle gelirdi. Tepeden tırnağa tam bir eşkâldi, kolayca anlatılabildiği ölçüde zor karşılaşılan. Briyantin ile geriye doğru başına yapıştırarak taradığı siyah saçları, uçları iki yandan havaya kalkık Ustura Kemal bıyıkları, traş olurken perdah attığı için boynunda ya da yüzünde bir kaç kör tıraşbıçağı çiziği, çıplak tenine yapışmış, bileğinin üzerine kadar katlanmış uzun kollu beyaz gömleği, demine göre meşin ama mutlaka düğmeleri iliklenmemiş siyah yeleği, aynı renk düşük belli ütülü pantolonu, arkasına basılı yumurta topuk iskarpini ve içinde seyrek yıkanmaktan eterleşmiş çorapları... Yeleğinin bir cebinde uçsuz (filtresiz) Bafra sigarası ve benzinli muhtar çakmağı, diğerinde, elinde sık sık çevirerek attırdığı sarı kehribar 33 lük tespihi, alçak sesle az konuşan, Cem Yılmaz’ın tersine taşıdığı “mesaj kaygılı” deyiş ya da sözleri kendi jargonuyla söylemekten müthiş keyf alan, cıvımayan, cıvıtmayan, cıvıttırmayan, donuk süzen ve yavaş izleyen bakışları hep sokak ufuklarında takılı kalan, güncel deyimle mahallenin tek ağır abisiydi Rıza.

Bu hayal olmayan kahramanın tanımını yeniden okuduğumda algıladığım izlenim, “sarışın hem de mavi gözlü”ye gelip dayandı, nice sarışın mavi gözlülerin ne saçının sarartısını ne de gözünün deryalığını hatırlamaktan imtina edilişindeki riyakalıkta.

Mahalle çocuklarıyla ilk sohbetinde sözünü ettiği tabansızları; ayağını hızla kaldırıp yere vurarak, “Ağabey, biz ettik, sen etme bize” diye yalvaranları, sigara izmariti söndürürcesine ayakkabısının sivri ucunu bir sağa bir sola kıvırttırıp ayağının altında nasıl da “paspas” ettiğini söylemesi, üzerine yapışarak o günden sonrasında bu lakap ile anılmasının çıkış öyküsüydü. İkinci bir Rıza olmamasına karşın gıyabında “s”leri dille damak arasında tıslatılarak söylenen, o günden sonra da mahallenin anlı şanlı “Paspas Rıza”ydı o artık ve öyle de kaldı mahallelinin anılarında.

Gerçekte; boş zamanlarında aslında yaşanmamış, ama kendince yaşanası hayallerinin kahramanı olarak, aklında ortaokuldan terk eğitimiyle yazdığı senaryolarda düştüğü kurgu hatalarına, inanmasak da inanıldığında Malkoçoğlu’nu kolsaatiyle yakalamışcasına bizi cezbeder, bininci kere de olsa hiç bıkmadan “Paspas Rıza”nın maceralarını dinlerdik. Zira o anki; sokak başındaki bu duvar üstü muhabbeti kaçırmışlara, şanslı izleyiciler aracılığıyla sonradan kendi kelime ve mimikleriyle anlatılmaktan, bunun adı “Paspas Rıza’nın Maceraları” başlığında manşetten haber haline gelmişti. Bu nedenle karşılaşan iki çocuktan biri diğerine ilk;
“Bil bakalım, Paspas Rıza en son ne yapmış ?” diye sorması sıradandı.

Yaşlı ancak, kendi işini kendi görebilen annesiyle birlikte, Yüksel Caddesi’nin daraldıktan sonra İçel Sokak ile birleşse de düz devam ederek Çaldıran Sokağına inişi sağlayan 5-6 metre uzunluğundaki, yanyana iki insanın omuz omuza geçebileceği arnavut taşı döşeli merdivenlerine açılan; tek kapılı, tek pencereli, tek odalı kömürlükten bozma bir evde yaşardı. Kapısı üst kata çıkan merdivenaltına açılırdı.

Genelde yaz akşamları hava karardığında, köşebaşı duvarına istiflenen mahalle çocuklarının sohbetinin sessizliğe bürünmesi, arkadan aldığı loş sokak lambasının ışığında ayağını savurturarak dayı dayı yürüyerek yaklaşan silüetinin görünmesiyle, hep eş zamana denk gelirdi. Ve insanın içini donduran, sessiz sokağı dolduran o;
“Meraba genÇÇlerrr...” toplu selamı birinci gong yerine geçerdi.
Tüm çocuklar onca saat onu rahatça izleyebilecekleri konumdaki yerleri seçerler, gece boyu dinleyeceklerinden gülmeye ya da heyecanlamaya hazırlanırlardı. O akşam birden; hangi zamanda, nerede yaşandığı tam ifade edilemeyen, bu bilinmezliğin de kimsenin umurunda olmayan o gecenin öyküsü, Nobel ödüllü en iyi filmi olurdu, bilet parasız, teşrifatçısız, makinistsiz... Tüm anlatımlarını bize belirli bir mesafeden, elini kolunu aça aça, adeta tam karşısındalarmışcasına hareketleri tüm ayrıntısıyla göstere göstere, yaşayarak anlatırdı. Böylesi, dinleyenlerin de işine gelirdi. Zira her şeyine katlanılabilirdi ama, arkası açık ayakkabısından sızan o keskin ayak kokusuna, asla. Hatta çocuklar arasında bir bilmece vardı, söylendikçe kıkırdanarak gülünen;
“Paspas Rıza’nın geldiği nereden anlaşılır ?” diye. Yanıtı basitti,
“15 metreden duyacağın ayağının kokusundan”. Neyse ki ayakkabı çıkarmak delikanlılık raconuna ters düştüğünden rahat ederdik. Ancak kimi zaman;
“Yahu çocuklar, yine nasırım tuttu, bir felaket” dediğinde asıl o zaman yaşanırdı tüm felaket. Birden karnı ağrıyan karnı acıkan, uykusu gelen babası seyahate giden... Olan en son kalana olurdu, bahane bulsa da geçerliliği Paspas’ça kabul görmeyen. Maceranın tam en heyecanlı yerinde, denetim amaçlı anne seslenmelerine saygılı davranır, hareketini dondurur, ana çocuk dialogunun bitimini sessizce, hareketsiz bekler ve pencere kapanma sesiyle birlikte, buzlar çözülmüşcesine kaldığı yerden devam ederdi. Çoğu kez erkek çocuklardan sıkışan olursa yerinde bir iki zıplar, sonunda eve gidip öykünün en heyecanlı yerini kaçırmamak için, duvarı atlayıp çalılıkların arasından “Paspas Rıza”nın anlattıklarına, şarlayan su sesi efektiyle katkı verirdi. Ve o ayağının altında “paspas”lama sahnesi bir türlü gelmez, delikanlılığa sığanlar sığmayanlarla karışır, replik sahiplerinin buna çoktan teşne olması, durumun anlaşılabilirliğini hepten içinden çıkılmaz kuyuya dönüştürür, sıkıntıdan kıpırdanmaların had safhaya geldiğini hissedince de finali, ayağının altında nasıl “paspas” olduklarını sündüre sündüre anlatarak yapardı. Sanırım şimdi düşününce; o da o zamanlar biliyordu, hikayenin en can alıcı noktasının “paspas” olduğunu. Ardından son yaptığı ayakburnu kıvırtması, onda sigara içme isteği çağrışımına neden olur ve yanımızda gecenin son sigarasını yakar, havaya sert biçimde üfler, ardından da aşağı hiç indirmediği bir kaşının bıçkınlığında derin bir nefes alırdı, ılık yaz akşamının ufaktan ufaktan esen yelinden. Sigarasını yarıladığında veda vakti gelmiş sayılır ve tüm hürmetiyle elinin parmaklarını açarak düğmeleri çözük gömleğinin arasından göğsünün ortasından tüylü tenine bastırıp, “Haydi bakalım gençler, geç oldu. Ben sıvışıyım artık. Eyyvalllah genÇÇlerrr...” diyerek aynı silüetini sürükleyip karanlığın bitimindeki nohuttan odalı evinin yolunu ağır adımlarla tutardı.

Kendisinin biraz kavruğu olan bir arkadaşı vardı. Seyrek de olsa o dar yoldaki merdiven altı kapı önüne küçücük bir sehpa, iki de hasır tabure atıp, kısık ve kalın sesle konuşurken kavun peynirle karşılıklı bir kaç duble rakı yuvarlarlardı.

Hiçbir zaman; bir kıza ilgi duyduğuna, aşık olduğuna dair onun ağzından tek kelime çıktığına şahit olunmamıştı, zira zaten bütün kızlar ona ilk görüşte “kesik”ti. Yani; tek bir kıza bağlanmak, geri kalan tüm kızları, kadınları bile bile ateşe atmak anlamına geldiğini düşündüğünden, hepsine eşit mesafede durarak tümünün efendisi olmayı yeğlemişti kendince.

Hiç işi de olmamıştı ya da bir işte çalıştığını gören, duyan da. E, kolay da değildi hani, koskoca mahalleninin malına, canına, namusuna gönüllü bekçilik etmek. Yoksulluğuna inat, bir gün olsun kimseden borç dahi istememişti.

Ve, bir gün olmadık bir zamanda yanımıza geldi,
“Gençler... ben gidiyorum.” demek için...
ve dediği gibi de gitti, içimizde kendini hep genç bırakarak.
Yani; kendi gitti ama adı hala bilenlerce kaldı yadigar.

Niye mi gittim bu kadar gerilere ? Bugün sabah baktım; biolojik yaşımın bir arttığına telefon kurumu çok sevinmiş olacak ki arsızca kutluyor beni, benim artık o düngünlerdeki ben olmadığımı yüzüme vururcasına. Ama cahil penguen bilmiyor ki; içimdeki “Paspas” hala o “Paspas”, hiç eskimeyen anılarımda.
Yani; ezip geçen yıllar fiske dahi vuramıyor anılarıma... Bak; “Paspas Rıza” hala briyentinli siyah saçlarıyla kaytan bıyıklarını buruyor, on günlük çoraplarından tüten ayağının kokusuyla...

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Canları bende emanet kalmışlara...



Bu şarkıyı dinlediğimiz yıllar, henüz ne denmek istendiğini çözemediğimiz çağlardı. Yaprak dökümü ilk, 20 yaşımıza basıldığında dikiliverdi karşımıza ya da ölüm o yaşta anlam kazandı, yitirmenin pişmanlığında. Bu nedenledir ki; bir anda canımızı yok pahasına, gözü kapalı feda edebiliyorduk, bir çift göze, bir demeçte edilmiş çatal söze. Yaranın tazeliğiyle atlatıverdik, yaşımızın yarısı kadar süren arkadaşlığımızın, bir ömür aynı yolu yürümüşcesine yürek çürütürcesine. Yakın, uzak, dost ya da arkadaş ya da bir akraba, belki mahalleden bir komşu ya da kaçamakları birlikte tattığımız okul yarenliği ya da aynı parkaları paylaştıklarımız, bir an olsun sıralı mı sırasız mı diye düşünmeksizin. Oysa, yaşlı da olsa hepsi gençti ardımızdaki anılara sarmaladıklarımız, omuzladıklarımız, yaş akıttıklarımız, burnumuzun ucunu kızarttıklarımız, deliklerini sulandırdıklarımız. Geriye dönüp bakınca, her biri buruk, bir o kadar kağıda dökülmemiş hüzünlü öyküler; mantarı sökülmüş kan kırmızı şarap şişesinin ağzına dayanmış dudakların bildikleri. Paylaşılanları son yolcusuz yaşama ya da yedeğini, dublörünü arama girişimi, hiçbiri aslının yerini doldurmasa da.

Bizim Şarabi Eşkıyaların, bu konuda birbirlerini gömeceklerini açıkça dillendirmekte sakınca görmeyecek kadar, ziyadesiyle gerçekçi olmaları, kimi zaman şakalaşmanın boyutunu Kırım Savaşına kadar uzatabiliyor, az cenk görmediğimizden, aslında canlarımızı yıllar evvel birbirlerimize emanet ettiğimizden olsa gerek. Ancak boğayı ön ayakları üzerine çökerten, alnına saplanmış ucu keskin kılıç ise bir ortak söylemde vücut buluyor, kapak niyetine konuyu sonlandırırken;
"Birbirimizi gömecek bizden başka birileri mi var ki? Günü geldiğinde, beni de bir gün bu çevrelediğimiz halkadan kalanlar gömecek. Biliyorum ki; musalladan alan, kabire indiren, üzerime toprak atan eller, hep sevgi duyduğum, omuzdaşlıkları ömrümce sürmüş arkadaşlarım..." Şarabi Eşkıyalar...

Hatırladıklarımla cigaramdan bir ömrü nefeslerken şu gerçek çıkıyor karşıma;
En sonuncumuz değilse de, geri kalanı şanslı, kendini uğurlayacak dostlarının varlığını içlerinde, HALA sürdürebildiklerinden. 

Yolcu ettiğim sıladakilere, Hasretimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Alevler Hala Küllenmedi


2 Temmuz; 18 sene öncesinde Sivas'ın elleriyle gözlerini kapattığı günün sene-i devriyesi, her ne kadar bugünlerde ülkede elini neresine, ne zaman götüreceğini bilenlerin sayısı gün be gün yok olsa da. 1 Mayıs ve diğerleri gibi hayalden bir gündü, karalar basmış bir kabus görürcesine. Elde yitenler, elde gidenler dışında sanki hiç yaşanmamış kadar gerçek; ne faili ne fiili ne de fikri kalmış biçare ellerde. Her ne kadar elimizdeki sıfırın başını sevgiyle, şefkatle okşasak da 35; sözümüzde, yüreğimizde boğaza takılmış bir ayıboğan ayvasının lokmasında tükenmiş gözyaşının kuruluğuyla yutulamıyor bir türlü. Hani, insanın aklına da gelmiyor değil; "bütün bu tür Aziz Nesinlik olaylar niye hep Aziz Nesin'in başına gelmiştir? ... yazsın diye mi yoksa yazıyor diye mi?" kabak onun başında patlamış hep, ticani-ülkücü dayanışma gösterisine dönüşen 6.Filo Amerikansever saldırıları dahil, ama somut cenazeler soyutlaşıp da elden kayarken, çözülmemesi talimatı ellerine ulaşmış olay yetkililerinin, düştükleri çukurda sahtekarlıklarını bir zeka pırıltısı olarak sunmalarını, ancak bir öyküsünün bir paragrafında bize okutmasının dışında. Üzerinden yıllar geçtikçe inşaata kat çıkanlarla uğursuzların piyasa kuru; eli kalem tutandan, dili söz edenden, sesi göz edenden daha kıymetli oldu artık, "amman ha borsa düşerse" korkusunun kaygısızlığında. 

İlkel Ortaçağ Engizisyonunun gazabına uğramış;


1) Behçet Sefa AYSAN Şair - Ankara
2) Yeşim ÖZKAN Sanatçı - Ankara
3) Nurcan ŞAHİN Sanatçı - Ankara
4) Muhibe AKARSU Misafir - Ankara
5) Muhlis AKARSU Sanatçı - Ankara
6) Murat GÜNDÜZ Sanatçı - Ankara
7) Handan METİN Sanatçı - Ankara
8) Ahmet ÖZYURT Sanatçı - Ankara
9) Huriye ÖZKAN Sanatçı - Ankara
10) İnci TÜRK Sanatçı - Ankara   

11) Özlem ŞAHİN Sanatçı - Ankara
12) Yasemin SİVRİ Sanatçı - Ankara
13) Asuman SİVRİ Sanatçı - Ankara
14) Uğur KAYNAR Şair - Ankara
15) Sehergül ATEŞ Sanatçı - Ankara
16) Gülender AKÇA Sanatçı - Ankara
17) Gülsün KARABABA Sanatçı - Ankara

18) Mehmet ATAY Sanatçı - Ankara
19) Hasret GÜLTEKİN Sanatçı - Sivas
20) Serkan DOĞAN Sanatçı - Ankara
21) Muammer ÇİÇEK Sanatçı - Tokat
22) Belkıs ÇAKIR Sanatçı - Ankara
23) Asaf KOÇAK Karikatürist - Ankara
24) Edibe SULARI AĞBABA Misafir - İsviçre
25) Menekşe KAYA Sanatçı - Ankara
26) Koray KAYA Çoçuk - Ankara
27) Serpil ÇANİK Sanatçı - Ankara
28) Erdal AYRANCI Yönetmen - Ankara
29) Asım BEZİRCİ Yazar - Ankara
30) Sait METİN Sanatçı - Ankara
31) Carina Cuanna THUIJS Misafir - Hollanda
32) Nesimi ÇİMEN Sanatçı - İstanbul
33) Metin ALTIOK Şair, Yazar - Ankara
34) Kenan YILMAZ Otel görevlisi - Sivas
35) Ahmet ÖZTÜRK Otel görevlisi - Sivas



'tan hangisi; askeriyeyi, adliyeyi, sıhhıyeyi, hariciyeyi, dahiliyeyi, maliyeyi, maarif vekâletini takiyeli takkeyle tekkeye çevirdiğini, icraattan çok ne vefalı siyasi yoldaş olduğunu kanıtlayandan ya da Polat Alemdar'dan, Abdullah Çatlı'dan daha mı değersizlerdi ?...
Geçen yıllarda Latife Tekin, II.Sivas'ı Karabük'de yaşayacakmış az daha. İçine düştüğü durumu, "Birden Madımak geldi aklıma" diyerek açık ve sade bir dille özetliyor, nasıl da cadılar gibi son anda diri diri yakılmaktan kurtulduğunu, insan olan herkesin içine kazınanların endişe ile kararlılık arasındaki med cezirini ifade ederken.
Birden; eline tutuşturulmuş şiiri okuyanın, "kazara ya aşağıdaki satırları da yazabilmiş olsaydı ne olurdu ?"yu düşününce kasvetli bir garabet çöküyor omuzlarıma. Gerçekten ne olurdu, bir düşünsenize, zira şair Başbakan da görmedi değil bu ülke. Kuşkusuz; ya bu yazının böyle bir yazarı olmazdı ya da bu yazarın böyle bir yazgısı... 

Sevgilerimle... 

ahb 

Günlerden öyle bir gündü;
Üstüne tarih düştüğüm.
Gözümün önüne geldi birden
Balkıyan güzel yüzün.

Ve yüreğim yandı söndü,
Ter bastı avuçlarımı.
Bir işlek kovan uğultusu
Kapladı kulaklarımı.

Uzandım usulca cigarama;
Yavan ömrüme katık.
Ben o gün öldüm gülüm,
Bir daha ölmem artık..

Metin ALTIOK 
Yanan 35 Aydından yalnızca biriydi. 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.