20 Mayıs 2012 Pazar

Kalabalığa Paşa konmuş!


Bir bade şişesinin dibinin kuruma süresince o; tüneğinde kıpırtısız, cızırtısız topladığı tüm dikkatiyle çevresinde olan bitenin farkına varmanın çabasındaydı, bir o kadar şaşkın sakinliğine inat. Başını yana çevirip tek gözüyle; içeri girenlerin kucaklaşmaları, sarılmaları hatta öpüşmelerini, karşılıklı bonkörce sarf ettikleri zarif iltifatları kelime dağarcığına özenle katmak istercesine, sallanan ahşap bir çubuk üzerinde, ayaklarını önce bir yana atıp diğerini aynı yavaşlıkta yanına bitiştiriyor, sonra hareketlerinin tam tersini yaparken, daha çok sıkışmış küçük bir erkek erkek çocuğun tedirginliğinde, öğrenme isteğini belli edercesine kıpırtılar içindeydi. Daha sonra bilebilmek için, öğrenmeyi öğrendiği her halinden belliydi. Bu noktada, benim farkındalığımı sorarsanız; o, bir kuş olarak farkındalığının peşine düşmüştü. Bir an aklıma, bir yazımdaki; “...taş düşünürse, insan haydi haydi...” düşüncesi çağrışıverdi. Ve hala ikinci bölümünün gerçekleşmesini, bir süngerci karısının inadında umudumu yitirmeden sürdürmekteyim.

Farkındalığa ulaşma inancımı, aklın varlığının ilk belirtisi olarak kabul edilmesine dayandırarak, “Paşa”nın aklını kullandığının farkına vardım. Ancak cehaletimin gölgesi, onu bir bebeğe gösterilen titizlikle yetiştiren baş aşçı Hakan Bayrak’ın sözleriyle aydınlanıyor; “Çok akıllı hayvanlar”. Ve söyleminin kuyruğu uzadıkça uzuyor; “Karşısındaki insanın davranışı ya da içinde bulunduğu durumun farkına varıp, sözcük heybesinden en yakın anlamlı kelimeleri seçmeye başlıyor” ve sonunda, kulaklar da ona tanıklık ederken;
“Ne bu halin?”. Anında doğal savunma devreye giriyor;
“Ne varmış halimde? Sen kendine bak, kafes kuşu. Üç kelimeyle fıstık vermem için beni tavlayacağını mı zannediyorsun?” Dik bakışlarla;
“N’oldu, anlat”

Hem hayvan hem akıllı. Düşündüğü için mi akıllı yoksa, akıllı olduğundan mı düşünebiliyor? Bu tavuk yumurta öyküsünü Ezop’a dayatmadan, dayandırmadan kutsal kitapları düşünüyorum: Ortak söylem o ki; Yaratan şöyle sesleniyor yarattığı insanlara; “Seni, bedensel olarak yaratırken içine ruh koydum, sevebilmen için gönül, bir de düşünebilmen için akıl”

Bunun güncel anlamı; aklın, üretici tarafından içeriğinde bulunduğuna dair garanti belgesinin mevcudiyeti, hem de hiç kullanılmamış, ilk sahibinden onaylı, yeni alınmış sıfır kilometre arabanın, rodaj denen motor açma süreci, hakkı verilerek sağırlaştırılmadan yapılmasının gereğinde. Tabii ki, kuram-uygulama farkı, gözü kör edercesine karşımıza dikiliyor. Aklın, nasıl ve nerede kullanıldığına bakarak; gelip dayanılan günümüzün naçarlığı, halimizin ortaya düşmüş zavallılığı sanırım durumu kanıtlayan en ciddi belge, Yaratan’a karşı bir şark kurnazlığına bürünülmenin, meteliksiz takiyesi olsa gerek. Ancak, günümüz yükselen değerlerine göz atılırsa; akıldan ziyade, zekadan piyade olmanın tercih olarak ön sıralara doğru hızla rağbet görmesi ve bu yönde kullanma arzusu, her emelin, özlemin önüne geçmekte. Örneğin; gülmenin/güldürmenin bir zeka göstergesine sırtını dayayanlar, ağlanacak halimize güldürerek gerçekten zeka sınırlarını zorlamakta, gülmekten düşünmeye fırsat bulunamadan gözler önünde hayal perdesi dahi kullanılmaksızın sergilenen bu komediyi gerçekmişcesine, gönülden inanarak seyri sürdürülmekte. Zeka üzerinden gidilebilen en kestirme aptallık yoluna itiraz bile etmeden. Birilerinin “çok komik” demesiyle “çok komik”, birilerinin “çok zeki” demesiyle “çok zeki”, birilerinin “başımızda olmalı” demesiyle “başa tac etme” sadık bozacı-şıracı ezeli ortaklığı almış başını gidiyor, gözleri bağlı bir atın bayır aşağı koşturmasındaki şansına güvenerek. Zira bu değneğin iki ucu da malum yerlere batmış çıkmış. Madem güldürücüye “çok zeki” deniyor, o halde gülebilenler de “çok zeki” anlamının “zekası” biley taşında keskinleşiveriyor. Aksi halde, bir “aptal”a da ancak bir “aptal” gülebilir anlamı çıkıyor ki; kimse “Abdal” olamamışsa da “aptal” olmayı kendine reva görmüyor, omuzuna birilerince toplu iğneyle tutturulmuş “akıllı” apoletine yakıştırmıyor. Oysa, tescilli marka niyetine ev imalatı, içinde “akıl” barındırmadan işlenen “akıllı” apoleti, omuz başlarına gönüllü iğnelenmiş.

Zeka’nın eşkalini, aklın su’istimal edilmesine yatkın bir işbirlikçi diye yaparak, cümle içinde kullanırsak;
İnsanlığı bir adım ileriye taşıyacak nükleer bir enerjinin burnunu rota dışına çevirerek, insanlığı topluca yok etmeye yönelik bir silaha dönüştürmenin fütursuz zekası, dehalığın kıçını karaya oturtuyor. İşte bu keskin sırtlı bıçaktan, insanın, insanlığın kazançlı çıkabilmesi, tüm sürecin farkındalığıyla ilintili. Kısaca zeka’ya, aklın şeytan’ı dersek eşkalden pek de uzaklaşılmış sayılmaz. Eldeki tüm bulguları göz önünde tutarak denebilir ki; kullanılacak her zeka zerreciği için akıl, daha sonra düştüğü durumdan utanç duymaması adına, kat be kat fazla mesai yapması, özveri sınırlarını cesaretle zorlaması yerindelik gerektirir ki; ilk tökezlemede “ak’ım derken bok’um” olmasın.

En sevdiği yiyeceğin, sivri acı biber olduğu hatta, acının yoğunlaştığı taneleri konusunda da ısrarcı olduğunu öğreniyorum. Aklımda yanan ışık o ki; bizzat kendimden bilebildiğim, küfürbazların ağzına sürdükleri, istenmedik bir anda, olur olmaz bir yerde tekrarlamaması adına. Bana sorarsanız, niyeti akşam güneşi kadar kararlı görünmekte; küfür etmek için kendini geriyor, bileyliyor ve ettiğinde de efsunlu kalabilmek için küçük yaşta biber acılığına dayanma cesaretini sergiliyor. Ya da her gün gördüğü mevzisini terk eden insanlardan umudunu kestiğinden olsa gerek, önündeki günlerin daha çook iç acıtacağı öngörüsü ağır basıp, dayanıklılığını artırıyor, günü geldiğinde “acıları bal eylemek” için.  
 Dedelerin kahramanlıklarının sözle yinelenmesiyle kendini kahramanlaştırma takiyesi, metres kucağında bulunmuş huzur kıvamında, çıplak hovarda kral anında bir güzel giyiniveriyor; atlas dokumayla, ipek işlemeyle, kürklerin vahşetinin şehvetiyle. Ve sonunda, ne zamandır “Ne bu halin?” denmediği fark edilmeyip, “N’oldu, anlat” diye ısrarcı olunması başka bir bahara kalıyor. Sahi, en son bu soruların ne zaman sorulduğu hatırlanabiliyor mu, mahiyetinin belirsizliğinde nihayetini bireysel benliğe kertmeden.

İşte bütün bunları becermenin derdindeki, Hakan’ın bir yaşındaki papağanı “Paşa”nın bizi izlemesini gözlerken, nasırlaşmış umudumun bıngıldağı kıpraşıyor. Ha, kılavuzu karga olanın söylemine bakarak, bizi izleyerek, ne kadar aklını kullanabilecek, orası biraz muğlak olsa da.  

Tüm yazılanlar; Bodrum’daki, “Balık Pazarı”nda, kaç yıldan bu yana olmazsa olmazım haline gelen “Kalabalık Meyhanesi”nde, gözümün takıldığı, dükkanın yeni personeli olarak işe başlamış kafesteki “Paşa” ile gözgöze gelmekle başladı. Bir yanda cinsine, cüssesine inat bir çabanın içine yelken açmış düşünme suçlusu gibi, parmaklıklar ardındaki bir papağanın insanlaşma çırpınışları, diğer yanda sadaka niyetine verilen tavizlerle yetinilen hayasız akıntıya, kendini sırt üstü bırakmış, aklın küreğine gerek duymama gafletinde birbirinden ayırd edilemeyenler.

Yaşı henüz genç olan Usta aşçı sözünü şöyle noktalıyor; “Ortalama ömürleri 60 yıl civarında. İşte, çocuklarıma bırakacağım en değerli miras... bu şimdiden belli oldu.”

Sırf bu son sözünü, yukarıda sıralamaya çabaladıklarımın ışığına tuttuğumda gördüğüm filigran; çocuklarına akıllıca düşünebilen bir akıl bırakma isteği, dileği, balık yemenin tutmayı bilmekten, insanı sevmenin kendini bilmekten geçtiğinin serin Hikmetinde.

Gün gelip de Yaratan’a körü körüne kulluk eden, Yarattıklarını hurafelere yok etmekte bir beis görmeyenlerce telef edilmezse, ömrü bizden haylice uzun boylu kalmakta. Ve yeniden Güneşli günleri görme umudu, bizden daha fazla. Tıpkı o şarkıdaki gibi; “biz görmedik sen görürsün...” Paşa.

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Sevdalı Fırtınanın Masalı


Akşam istihkakı; dar bir sokağın iki yanına sıralanmış mavi ahşap sandalyeli, tahta masalarda sunulan pilav üstü maydonozlu ızgara kofteye biranın refakatçiliğinde son verilmiş ve üzerine sıcak yaz akşamında içilmiş iki bardak demli çayın rehavetine, ayçekirdeği eşliğinde açıkhava sinemasında güldükçe oturulan tüm sıranın sallandığı, çakıltaşlarının birbirine sürtünme sesinde seyredilmiş bir Tarık Akan filminin çıkışındaki anılarım canlanıyor gözlerimde, dışından görülemese de. Uygarlığın henüz bizi Avrupa köylüsü ya da Texas görgüsüzü yapmaya başlamadığından, koyu lacivert gökyüzünde yıldızlar alabildiğine parlak, azıcık da küstah yansımaktalar, mehtabın güvencesiyle. Günün yorgunluğuna iki ince belli bardak demli çay naçar kalmış olacak ki, dalgalanan perdede filmin hüznünü seyretmiş bir sinema dolusu seyirci ayaklarını çekirdek kabuklu çakıllara sürüyerek yürüyor, başları herbirinin gözüne düşmüş yıldızın pırıltısında. Sinemanın hoperlöründen tiz tonda “güle güle, yarın akşam da bekleriz” niyetine yankılanan şarkıya sanki nazire olsun diye bir bağırtı kopuyor;
- Kaydı... kaydı... Valla kaydı... gördüm onu...


Hani yıldızlar yanıp sönerken 
Hani bir yıldız kayar da insan 
Hani bir telaş duyar da birden 
İşte öyle bir şey...


     Şimdinin, ye iç bedava tatilköylerinde Bingo yapmış kadar kıvanca bürünmüş nara sahibi, kalabalığın gölge karanlığına çoktan karışmış bile. İkramiye çıkan talihli dahil kimse neye, kime yazıldığını aklının ucuna bile getirmiyor. Her başın gözlerinde “Ben de bir tane yakalayabilir miyim?” in derdi düşmüş çoktan.
     Halbuki; daha bir buçuk yıl öncesinden aşinayız bu nota ustasına, tuş ustasına. Oysa, Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümünün bir öğrencisinin, 45 saniyelik bir müzik yarışmasının açılış şarkısını belleğimize kazımasının üzerinden bir arpa boyu yıl geçmiş. Dönem sınavlarının yığılması her ne kadar onu, o gece Ankara’ya taşıyamıyor ve siyahın beyaza feyk attığı bir ekran karşısında gözyaşlarına boğularak izlerken, yetmezmişcesine “Bunu ben mi yaptım?” diye kendine hayret bile edebiliyor, henüz o yıllarda magazine meze olma cüretine sahip olmamışsa da. Aynı yıl, yarışmaya üç parçaya güfte yazmış şarkısözü yazarıyla bahtlarından ark atlatmaları, işte bu 1975 yılındaki Erovizyon Şarkı yarışması neden oluyor, onları bekleyen geleceklerini o an bilemeseler de. Henüz yüzyüze karşılaşamamış bu iki insanın göğüs kafeslerinde, “Bir fırsat olsa da... birlikte çalışsak” temennisi, birbirlerinden habersizce yankı buluyor.
     Bu kayan yıldızın arandığı kıyı kasabasındaki bir Festival, onları ilk kez bir araya getirmeye aracı oluyor. Gecenin üçüne kısmet oluyor Küçük Bebek sırtlarındaki Cevdet Paşa Köşkünde; onunla, önceki evliliğinden doğmuş kızı ve annesiyle ilk karşılaşmaları ve kendi kelimeleriyle; “...bilmiyorduk 8 sene 3 gün sürecek bir yolculuğa çıktığımızı...” diyerek, yoldaşlıklarına kıvılcım çakışları. O gecenin seheri sonrasında, çayına hiç limon istemiyor artık, kendiliğinden önüne öyle geldiğinden. Yine bir gün limonlu çay içerken, “başka besten var mı?” sorusuna karşılık, küçük teybe o an canlı kaydedilmiş besteye güftenin dökülmesi iki gün alıyor. İşte “İşte öyle bir şey”in dolgunluğuna, doygunluğuna inat kolay doğumu...
     Artık, ardından boşalan bu beste sağanağı, güfte raketinde değer bulup keyifle geri dönüyor ve ikili oluşlarının tanımı, tarifsizliğe bürünüyor. Bunun üzerine; “Artık yabancı müzik parçalarına, Türkçe söz yazmama” kararını alıyor ve bu ilkeyi, kendisi dışındaki meslektaşlarına da aşılamaya başlıyor.
     Yabancı tınıların dışında, yerli müzik bir kişilik kazanmaya başlıyor ve eski ustaların desteklerine mazhar olmaya başlıyor. Müzik ritminin bizden olmasının yanı sıra; dönemin ilkeli güzellikleri, basit mutlulukları en yalın sözlerle ifade ediliyor. Kısaca ülke yeni bir güzellikle karşı karşıya kalıyor, Ruhi Su’nun sesi kadar, sözü kadar, sazı kadar güçlü bir devinimi gerçekleştirircesine.
     Sopot Müzik Festivali, onları dostluktan sevginin kucağına düşmelerine neden olmuşsa da aralarındaki yaş farkı, sevgilerindeki sıcak aşa soğuk su dökmenin çekincesi, ikisinin de içlerini için için kemiriyor.
     O sonbahar, İngiltere’deki master yapılan bir okulun yurdundaki ilk gecesinde, kopan fırtınadan kesilmiş elektriğin karanlığında tosladığı piyanodan yankıladıklarını, küçük bir teybe kaydedip yurda ulaştırıyor ve öyküsünden hiç söz etmese de, ertesi ay eline geçen bestesinin üzerine yazılmış sözler, onu çok şaşırtıyor. Hepimizin bildiği, “İçimdeki fırtına”, sanki kendi deyimiyle, “ruh ikiz”liğini kanıtlarcasına, gönlü aklını da o gün ayartmayı beceriyor. Her ne kadar bugünlerde, onun için yazılmış kelimeleri zımbalayan mitrayözün yönünü değiştirip, bir cep telefon firmasıyla şapkaları değiştirmişlerse de... Sanki, külâhların altındaki başların yer değiştirmeleri ile aklın kendi kendini vurmasının gafletine, kucak açmanın aymazlığı düşmüş.
     Sevdaları, İngiltere’nin bir puslu gökyüzüne vuruyor bir dağlarına, bir derelerine bir çayırlarına. Bir ömürboyu yaşanacakları bir yıla sığdırıyorlar. Ve bir gün herşeye bir nokta koymaya karar veriyorlar, her ne kadar orta yerde bir nokta görünmemiş olsa da. Yine kendi sözcükleriyle; “...Ondan sonra aramızda konuştuk ve biz artık bunu dost olarak, yani aşk denilen şeyi bir yere koyduk, güzel kılıflarla sardık, yüklüğün en üstünde güzel bir yere kaldırmayı becerdik. Ondan sonra birbirinden hiç ayrılmaz dost olarak sürdürdük hayatımızı. Sonra eşimle tanıştım ve onunla da tanıştırdım. Yani gizli saklı hiçbir şey olmadı aramızda...”
     Bu arada, dışarıda yaşam doludizgin gemi azıya almış bayır aşağı akıyor. Yarattıkları her şarkı mutlaka en sevilen oluyor, yurtiçi yurtdışı festivaller, yarışmalar, davetler, ödüller yaratılarının çarptıkları yerden ses getirdiğine tanıklık ediyor ve şevklerine yeni heyecanlar katıyor, birbirlerine olan bakışlarına onlar her ne kadar “Dost”um deseler de. Gerçekte, içlerindeki yangın kendi bildiğini okurken, aralarındaki ilişki kod adıyla irade dışı sürükleniyor.
     Başta "Hababam Sınıfı" ve diğer ödüllendirilmiş film müziklerinden sonra sıra, ardı ardına perde açan yerli müzikallere geliyor. Ve “Hisseli Harikalar Kumpanyası” sayesinde yazılmış sözlere ilk kez beste yapmak şansına, aldığı “ikiz ruh” desteğiyle altından alnının akıyla kalkıyor. Şöyle özetliyor o dönemi; “8 sene 3 günde şarkı olarak 270 küsur şarkı ürettik. Ve çok yanlış bilmiyorsam bu 273 şarkıdan 106 tanesi Türkiye’de 1 numaraya çıktı...
     Derenin bu akışı iki yıl daha devam ederken, sekiz ay gizlenmiş bir hastalığın ilk alıştırmalarla duyumunu kendi sesinden öğrense de, ona bu koşulsuz teslimiyet hiç inandırıcı gelmiyor ve uzun bir süre gülümseme konusu dahi olabiliyor. Artık yerler takaslanıp, bu kez İngiltere’ye o gidiyor ve yazım imalatı sürenin kısaldığının bilinciyle bütün hızıyla yaşamını ömrünün boyuna denk getirme derdiyle çırpınmalar başlıyor. Bu süre içinde ne kadar kendi tertibi varsa birleşerek ona bir destek gecesi düzenliyorlar. Belki de bu, beyaz çarşaflının ayak seslerinin ilk duyulması anlamına geliyor. Bir kaç ay sonra “Doktor ne istiyorsa yesin” anlamında yurda kesin dönüş yapıyor.
     “8 sene 3 gün”ün 8. sene-i devriyesini onun yanında geçirirken, elde son 3 gün kaldığının farkına varıyor artık. İstenmeyen tarihle yüzyüze kaldığında, artık “fırtına sonrası tahribatın hasar tespiti”ne bile gerek duymuyor, içinde ayakta kalan olmadığından.
     Sonrası oyalanma dönemi. Zira ardından; “Erken öldü, yüzde yüz çok erken öldü ama, O 90 yaşında da olsaydı gene bir efsane olarak hayatta kalacaktı. Ben ondan sonra şarkı sözü yazarı olarak onun Ç’sinin çengelini bile bulamadım” diyerek, durumunu özetliyor. Ve yola artık sözsüz devam ediyor. Ancak yarattığı reklam, jenerik müzikleri hâlâ ödül almaya, halkın ağzına ıslık parçası olmayı sürdürüyor.
     Ve gün geliyor, bir akşam oturup biriken tüm becerisiyle “Son Veda”yı besteliyor, belki de bilmeden kendi ecelinin ayak seslerine eşlik etmek istercesine.
     Bir gün beyaz çarşaflıdan o da ayni mesajı aldıysa da ya ciddiye almıyor ya da öyle görünüyor, sonuna gittikçe ona hızla kavuşacağı inancına taraf olduğundan. Yurtdışında ameliyat olup yurda döndüğünde “Gayet iyiymişim” diyerek, onun için meraklananları yine o teselli ediyor. Televizyonda hastalığının gizlenmesi koşuluyla 13 bölümlük “İşte öyle bir şey” adında bir programa başlıyor ve son bölümüne yetişemiyor.
     Buraya kadar, ne sözyazarının Çiğdem Talu ne de bestecinin Melih Kibar olduğunu özellikle belirtmedim. Ya da beste adlarından, şarkı sözlerinden. Zira hangisine Çiğdem hangisine Melih desem diğerine ayıp olabilecek ruh ikizleriydi onlar. Özgür ruhların isimleri olmaz, hele ikizlerin. Kendi adımızdan çok adlarının zikredildiğine bakarak “Onlar öldü” denebilir mi, acaba?
     İşin kötü yanı; telaşa düşeceğim o kadar az yıldızım kalmış ki gecelerimde... seçilip seçilip bir bir götürüldüğünden....
     Çiğdem ile Melih’in masalını başından sonuna tarih cetvelinde paralel koşarak izleyebilmişlerden biri olarak, Melih Kibar’a ölümünün ertesi günü, onun artık olmadığını bilsem de bir mesaj yazmıştım, bulunduğu yerden okuyabileceğini bile bile, e-postasına düşmese de, düşüp okunmamış kalın harfli mesaj olarak hâlâ tozlanmayı beklese de. Noktasına virgülüne dokunmadan;

Date: 08 Nisan 2005 Cuma 09:30 
Subject: Ustaya Saygı 

Usta, 

Başkalarından aldıkların, ardından gelenlerde... Mevlana misali... 
Sıra senden aldıklarını dağıtacaklarda artık. 

Güzel doğdun... güzel oldun... güzel kaldın... iyiki vardın... 
Hep olduğu gibi iyilerden, var olması gerekenlerden bir eksildi... 
Boşluğun koskocaman... 
Bilinen o ki; ne kadar aklın çelinmeye çalışılsa da 
Gitmek için haklı bir gerekçen vardı, kendince... 

Şanslıyım ki; 
Seni görmeden, duymadan da göçmesi vardı bu Dünya’dan... 
Usta, Şükranlarımı sunuyorum. 

Yolun açık olsun... Güle güle... 

Not: Bu yazıyı yazmam için yürek veren, el veren Dostum DüşHekimi Yalçın Ergir’e teşekkürlerimle...
Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.