30 Ağustos 2012 Perşembe

Bağımsızlığı korumak zordur...

 

Bağımsızlık adına, 
korkmadan canını feda etmiş tüm isimsizlere;
kadın, erkek, yaşlı, genç atalarımıza, dedelerimize
can borcu olduğumuzun bilinciyle 
Anıları önünde Saygı ve Sevgiyle eğiliyorum. 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Sünn-et

Nedenini bilemiyorum, ama çalan her korna sesini, dibi gözükmeyen bir kuyuya düşerken hissedilenlere benzetirim, mutlaka kötü bir şeyler olacağı inancını içimde taşıyarak. İşte, kıllı bir elin, direksiyon simidinin ortasından ayrılmamasıyla oluşmuş kirli sesli bir günde geldi, bunlar aklıma. Arkası kesilmeyen bu debdebeye doğru döndüğümde, yazın cehennem sıcağı içinde, üstü açık bir arabanın üzerinde, gladyatörlerini aslanlarla birazdan dövüştürecek Sezar edasıyla, elinde bastonu, bembeyaz giysileriyle, arkasında uçuşan kırmızı pelerinin içinde gördüm, kurbanlık sünnet çocuğunu. Gözlerinde gurur vardı. Belli ki, daha önce fazlasıyla doldurulmuştu, küçük etinin vücudundan ayrılmasıyla, toplumda artık adam yerine konacağına dair. O mağrur bakışların arkasında, 'Avaz avaz bağırttıracak kadar acıyacak mı?' pazarlığı vardı. Sizler, gözlerin arkasını görebilir misiniz, bilemiyorum? Size baygın baygın bakan o evli kadının, ileride, şimdi olduğu gibi size de ihanet edeceğini, gözlerinin arkasındaki bakışlardan hiç görebildiniz mi? Yıllar evvel, askerliğimi yaptığım Anadolu' nun küçük bir ilinde, her hafta, her şehirde bulunan merkez parkında postallarımızı boyayan, çakmak gözlü, zeka fışkıran o çocuğun, gözlerinin arkasında açlık varken, bizlere tok bakışları hiç silinmiyor beynimden. Beşinci sınıfı birincilikle bitirdiğini, bize getirdiği karnesinden öğrenmiştik, gıpta ederek. Aramızdan bir arkadaş dayanamayıp, kolundaki pahalı sayılabilecek saatini çözüp vermek istediğinde, o şivesini yüzümüze vura vura:
- Bunu kazanabilmek için ben bir şey yapmadım. Bunun hesabını da kimselere veremem.
demişti ve sonuç olarak o kol saatini, gözlerinden çok istediği okunsa bile, küçük usta elinin koluna geçirememiştik. Hiçbir zaman unutamadığım bir çift kömür gözdü, riyâdan arınmış. İşte Sezar'ın gözleri de yapmak istedikleriyle, yapılacaklar arasında gidiyor, geliyordu, uzaklaşırken. Bir an, yıllar önce, büyük şehrin yakınındaki kasabada, abimle birlikte sünnet oluşumuz geldi aklıma. Daha okula bile başlamamıştım. O tarla senin, bu bahçe benim, büyük şehirde oturan akraba, ahbap çocuklarına büyük bir zevkle, boyum büyüklüğündeki çoban köpeklerini üzerlerine saldırtarak, küçük yerlerin nimetlerini anlatmaya çalıştığım dönemlerdi. Tipik, eşi çalışmayan, kendi halinde bir memur ailesiydik. Belirli bir bütçeyle yaşadığımız için, sünnet gibi bir sarp kayalığı aşmak kolay değildi. Yani, babamızın devletten aldığı maaşın, sünnet eti kadar bölümünün elinde kalacağı hiç kuşkusuzdu. Kısaca görünen oydu ki, babamla karşılıklı takaslaşacaktık, elimizdekileri. Kesimden bir iki hafta önce, giyotine gireceğimiz, pembe ortamlarda kulağımıza çıtlatılmıştı, adeta hayvanı ürkütmeden. Bir gün evin önüne, günde bir kez büyük şehre evrak taşıyan cip yanaştı. İçinden, lacivert renkte bir bisiklet indirildi, yanında meşin futbol topuyla. Babam, evin duvarına dayadı bisikleti, yanına da topu koydu. Bizim onu izlediğimiz yere geldi ve üçümüz birden bir anlam veremeden baktık sessizce.
- İşte, dedi, sünnet hediyeleriniz...
     Bisikletin selesi çeneme geldiğinden, sahibinin abim olacağı açıkça görülüyordu o an. Yani, top benimdi. Ama top diye bıyık altından gülüp geçmeyin. Meşin topun, top olduğu dönemlerdi. Daha hafta sonu alınan gazeteyle birlikte bedava top verildiği dönemler değildi. Topu olmayan mahalleler vardı büyük kentlerde. Küçük aklımla, bütün kasabanın, mutlaka en az bir kez şut atıp, benim de ayağımı sürmeden maç yapacağımız günleri düşünerek;
- Hayır! bisiklet benim, top onun..
demiştim. Babam sabırla, sesinin yumuşaklığını koruyarak, ona binebilecek kadar büyük olmadığıma dair dil döktüyse de, Nuh'lar, Peygamber haline dönüşemiyordu. Kendince, bu kadar para döktüğü bir anda, ortalık tatsızlaşmasın diye fikirler üretmeye başladı, kravatını yakasında gevşetirken.
- Tamam, bu senin, al haydi bin, dedi.                     
     Şimdi düşünüyorum, bir göz kapağını, mutlaka o an açıp kapamıştı abime doğru. Çünkü, bir timsah sessizliğinde itiraz etmedi.  Aldım bisikleti dayandığı duvardan, başladım eve doğru yürütmeye, üzerinde ben olmadan.
- Nereye?
- Eve!..
- Niye?
- Benim değil mi? İstediğim yere götürürüm.
- Ama bu saklamak için değil ki, binmek için...
- !..
- Nasıl binmeyi düşünüyorsun?
     Akıllı çocuktum, binmek için hamle bile yapmadım o an. Zaten köşeye iyice sıkıştırıldığımın bilincindeydim.
- Ben sürmeyeceğim ki.
- Eee...
- Davut'a söyleyeceğim, o beni gezdirecek.
- Niye abin değil?
- O beni gezdirmez. Davut'un bisikleti yok. O bisiklet sürmek için, karşılığında beni gezdirmeyi kabul eder.
- Abin gezdirmezse, ben gezdiririm seni istediğinde. Hem bak, bunun arkalığı da yok. Tek kişilik.
- Sen beni nasıl gezdireceksin, tek kişilikse?..
- Bak nasıl gezdiriyorum seni...
     Yıllar sonra da değişmedim, ama o yaşlarda da bir avuç adamdım. Güçlü elleriyle yakaladı, kartalın pençesiyle havalandırdığı kuzu gibi ve oturttu kral tahtı omuzlarına. Çocukluğumda en hoşuma giden şey, babamın omuzlarına ata biner gibi oturmaktı. Çocukların, babalarına duydukları azametten doğan hayranlık, bende bunun için iki kat olurdu, diğer çocuklara göre. Çoktan bisikletin üzerindeydik.
- Sen nesin ki? Bak şimdi, abine...
diyerek, zafiyet geçiriyor diye zorla içirdikleri balıkyağıyla orkinos yaptıkları abimi, kolundan savurduğu gibi bisikletin gidonuna oturttu. Yavaş yavaş, kasabayı şehre bağlayan yarı asfalt yola çıktık. Nedense çevre çok sessiz gelmişti, o ilkbahar akşamüstünde. Yol boyunca evlerden, insanlar gülerek balkonlara, evlerinin önlerine çıkıp, ağızlarını kıpırdattıklarını hatırlar gibiyim. Yolun iki kenarındaki ağaçları ufak ufak kıpırdatan akşam rüzgârı, yüzümü, kısacık saçlarımı yaladığındaki bakışlarımı, Sezar'a benzettim. En çok güldüğüm, geri dönüş manevrası için daldığımız askeriyenin nizamiyesindeki nöbetçiydi. Gözleri faltaşı gibi açılmış, her an silahını bir yana bırakıp, birazdan düşecek akrobat grubunu çözmeye gelecek gibiydi. Ama asker yanıldı. Düşmeden, kahkahalarla tek katlı evimize dönmüştük, babam bu günkü deyişle, kasabadaki kariyerini hiçe sayarak.
     'Bir yerleri kestirtmeden' bu düğünün olup olamayacağı tartışmasıyla geçti günler. Acı günün geldiğini, o sabah annemin böbrek taşı düşürüyormuş suratından anladım.
- Ne oldu?
- Hiiç!..
- Ağlıyorsun ama sen.
- Sevinçten...
- Beni keseceklerine çok mu seviniyorsun?
- Evet!
- Ee, o zaman beni sevmiyorsun...
- Yok oğlum, kesmek dediğin, arı sokması gibi bir şey.
     Beni sokan arı beyinin, büyük şehirden gelen beyaz önlüklü, narkozu olmayan, kesilmiş iki deri parçasının ucunu, bildiğimiz kurdeleyle birleştiren biri olduğunu daha sonra anladım.
     Loş salona girdiğimde, salonun yanmamış ışıkları altında, ortaya kümelenmiş karaltıyı gördüm. Babamın elleri, nedense omuzlarımı daha bir sıkı tutarak, arkadaş gibi girdik salona.
     Haydi gel’ dediler bana, olabildiğince olanı biteni göstermemek için.
- Bir dakika, abim nerede?
- Ne yapacaksın abini?
- Bakıcam, ne yaptı o?
     Bir iki gölgenin kolları arasında, yatağa doğru götürülüyordu, örgüt üyeliğini daha kabul etmemiş öğrenci gibi. Babamın, çizgi filmlerdeki fareyi yakalamak için sırıtan kedinin dişleriyle, sahte sahte gülüşünü hatırlıyorum. Abime doğru dönüp;
- Bak, burada. Nasıl? Acımadı değil mi? Hah, haydi kardeşine söyle acımadığını. Arı sokması gibi, değil mi? Hı?..
     Bir ağlamada kullanabileceği tüm gözyaşlarını, gözünün retinasında hâlâ tutmayı başaran tombul çocuğa baktım. Aralanmış dudaklarının arasından gözüken sıkılmış dişlerinden, tıslayan bir nefes sesi çıktı.
- Hhıı...
- Acıyor mu, acıyor mu?
     Çevremizdeki kalabalık, bu kadar sessizleşebilir. Şimdi tamamlayabiliyorum görüntüyü. Arkamda biriken kalabalık, başıyla, eliyle, gözüyle abime 'hayır, hayır acımadı...' dercesine işaretler yapıyordu. Göz göze gelemedik, sadece kilitlediği çenesini yukarı doğru iki kez kaldırıp, acımadığını işaret edebildi. Tongaya düştüğümüzü artık küçücük beynim bile anlamıştı. Annemin hüngürtüleri, teyze kızlarının bir köşeden, nefeslerini eteklerinin altından hissettikleri köpekleri düşünerek zalimce gülüşleri, babamın tüm kaprisleri alttan alışları ve gülen dişleri. Başımın öne eğilişini bile hissedemedim. 'Oyalanmayalım' dercesine biri beni kafakola aldı. Başladım bağırıp çağırmaya;
- Oğlum, daha bir şey yapmadık ki!..
- Olsun, birazdan yapacaksınız.
     Aslında, olduğum yerden hiçbir şey de göremiyordum. Kafamı arkaya doğru çekiyorlardı, olanları görmeyeyim diye. Hatırladıklarım, çaresiz babamın ‘Baak!’ diye eline geçirdiği kolonya şişesini, havalarda sallamasıydı. Değil şimdi, o yaşımda bile dışarıdan belli olmasa da içimden kahkahalarla gülmüştüm, o kolonya şişesine. Sonra, beni sokacak arının kovanı olan kutu açıldığında, beni sokmak için haylice hazırlıklı olduğunu anladım; penslerden, bistürilerden... İlk pens darbesiyle, mazbut, terbiyeli ailemize yakışmayan, nereden öğrenildiği bilinmeyen tüm edebiyatı, arının suratına, harflerini bile atlamadan söylemeye başladım. İşlem bittiğinde, sünnetçinin kaçıncı kuşağına ne yaptığımı hatırlamıyorum. Anlatıldığına göre, o her sünnet çocuğunun yaşadığı, cinselliğini kaybetme korkusu, acı duygusunu bastırmış ve kendi kendime bağırıyordum.
- Gittii, gittii, anasını..... sünnetçisi.
     Çocuk beynimle, erkekliğimi kazanmanın, erkeklik organımı kaybetmekle mümkün olacağını kabullenemeyeceğimi kimse düşünmemişti o ana kadar. Su taşırken, testiyi kıran çocuk gibiydim.
- Erkek merkek olmak istemiyorum. Getirin, kestiğiniz gibi yerine takıın...
     Şu an bile kendimi haklı görüyorum. Çünkü, kimse bana  nereden, ne kadar kesileceğini de söylememişti. Ben, tümüyle alındığı inancıyla sünnetçinin yakasına yapışmış, bağırıyorum:
- Anasını, avradını... sünnetçisi, yerine dikmeden seni hiç bir yere bırakmam...
     Beni, sonunda karga tulumba, beyaz çarşaflarla özenle hazırlanmış, demir başlıklı, çift kişilik sünnet karyolasına yatırdılar. Çevreme emirler yağdırırken, kasabanın çocukları, ilk kez karşılaştıkları böyle bir itiraz hoşlarına gitmiş olacak ki, kıkır kıkır gülüyorlardı, birbirlerini dürterek. 'Erkek olacağız diye kandırıldık' bakışlarıyla yanımdaki şişmana baktım bütün hıncımla. 'Bağır ulan bağır, hatta daha fazla bağır. Ben bir bisiklet uğruna sattım kendimi, ağzımı açamıyorum. Benim yerime de bağır' dercesine bakan donuk, soğuk bakışlarını hiç unutamıyorum. En son hatırladıklarım, komşumuz ve benim can dostum, Havacı Albay Hüsnü Fatsi Amcanın, bir komutan olduğunu hatırlatır ses tonuyla bağırıp;
- Nerede ulan, bu çocuğun kestiğiniz çükü, nerede ha? Çabuk getirin... Hah, işte taktım, bak eskisi gibi yerli yerinde duruyor.
demesiyle, derin bir uykuya dalışımdı.
     Göz kapaklarımın uçuşur gibi açılmasıyla ağlamaktan gözyaşı pınarlarımın dibine çökmüş tortusundan olsa gerek; bulanık, loş, pembe, mırıltılı, ayak tıpırtılı, gevşeyerek gülen çeneli, koşuşturmacalı, mütevazı bakışlı, çatalların tabaklara, kadehlerin kadehlere vurduğu, kiminin papyon, kiminin takım elbiseli, japon etekleri hiç sarkmadan yere paralel duran küçük kız çocuklarla, suyla iyice ıslatılıp geriye taralı saçlı erkek çocuklarla, ayak baş parmaklarımı oynatınca kukla gibi oynayan mavi saten yüzlü, beyaz mitil kaplı yorganımla yüzyüze kaldım.
     “Casss…“
     Yarı aralık gözlerimi, tam dolunay gibi yapan baterinin büyük çanı, beni derin uykumdan da uyandırmış olacak ki, “Bir iki kuple de bunlara mı okusam?” diye iç geçirmeme rağmen, küfür etmekten yorgun düştüğüm ve benim için bir tatmin sağlamadığını anladığımdan, ağzım bir süre öylece açık kaldı.
- Ay canıım, uyandın mı sen? Nasılsın?      
- ?…!…
- Uyandı, uyandı…          
- Kiim?        
- Küçük oğlan. Büyük zaten uyanık, hiç uyumadı ki..
- Nasılsın? Nasılsın?           
- Nasıl oldun?          
     Haşlanıp soyulmuş, sarısı alttan gözüken yumurta gibi olmuş gözlerimi, başımı çevirmeden bir sağa, bir sola, bana her soru sorana anlamsız, soğuk bakışlarla hızla oynatıp durdum.      
- Bunlar da kim?          
- Misafirlerimiz. Aşk olsun. Dayıların, teyzelerin, komşularımız, ahbaplarımız… Yoksa tanıyamadın mı onları?
- Onları sormuyorum. Şu acayip kıyafetli adamlar…    
- Kiim? Haa, orkestrayı soruyorsun sen.        
- Neey?        
- Orkestra… Orkestra Yani müzisyenler.  
- N’apıyorlar? 
- Dinlesene canım, bak alafranga melodiler çalıyorlar.        
- Bizim sazcılar gibi, öyle mi?      
- Evet, aynen öyle.
- Ne zaman gidecekler.             
- Ayy ne biçim laf o öyle? Adamlar daha yeni geldiler. Bizlere şarkılar söyleyecekler. Sahi, bir isteğin var mı onlardan?       
- İstediğimi yapacaklar mı?             
- Tabii oğlum, onlar senin için geldiler bu akşam buraya.              
- O zaman diğerleri gibi, masalarına geçip otursunlar. 
- Bak, bak, bak...  
- Sahi, siz onları nereden tanıyorsunuz?              
     Daha sonraları öğrendiğime göre; orkestrayla, kimi geceler takıp takıştırılıp kırkırdayarak gidilip, yalpalayarak gelinen doktor öyküleri sayesinde, adeta akraba haline gelmişlerdi. O yıllarda çocuklar, her yere el çantası gibi ordan oraya taşınmazlardı. Yasak yerler sıralamasında öncelik, doktorlarındı. Akraba olmayanların nikâhları, ‘yalnız büyüklerin olduğu’ toplantılar, ziyaret ya da ziyafetler ilk ağızda sıralanabilirdi.
- Bu beyefendiler zaten burada çalışıyorlar, garsonlar gibi. Yoksa beğenmedin mi?
- Şu arkadaki eli sopalıya söyleyin, o tencere kapaklarına yavaş vursun. Başım şişti.       
- Olur mu canım?
- Siz demediniz mi “İstediğini yapacaklar” diye?  
- “Sizin istediğinizi” değil “İstediğiniz şarkıyı çalacaklar” dedim oğlum.            
- Anne.
- Efendim yavrum!          
- Bunlar, bizim radyonun içindekiler değil, di mi?   
- Yok yok, değiller, hı hı hı...     
- Hani şu öğlen ajansından önce çalanlar…    
- Yok dedim ya oğlum. Hıh hıh hıh... Bizimkiler evde seni bekliyorlar.        
- Anne.       
- Yine ne var?
- Bizimkiler daha iyi çalıyorlar ama, di mi?         
- Tabii, tabii. Bizimkilerin üstüne var mı? Hem şimdi beni dinle. Dayının bu gece sizlere bir süprizi var.
- Neymiş?          
- Sonra.     
- Hayır, şimdi.     
- Çocuğu üzme.      
- Peki peki. Sizlere ünlü komikleri getirtmiş bu gece.           
- Niye?       
- Bizi güldürürler diye.          
- Niye dayım getirmiş. Kendileri gelemezler miymiş?
- Niye gelsinler ki, durduk yerde?     
- Anlatamadım sana. Niye Dayım getiriyor?
- Demiş ki, “Yeğenlerim sünnet oluyor, düğünümüze gelir misiniz?”.
- Onlar ne demiş?
- Hay hay, demişler.               
- Babam deseydi gelirler miydi?         
- Gelirlerdi gelmesine de… şey… Daha fazla para isterlerdi mutlaka.          
- Çok mu?
- Çook.    
- …Peki, bizi niye güldürüyorlar?         
- Gülüyoruz, eğleniyoruz… mutlu oluyoruz.         
- Yani bizleri güldürüp, mutlu etmek için üste bir de para mı istiyorlar?            
- E, tabii canım, bedava yapacak değiller ya?
- Onlar olmazlarsa mutlu olamaz mıyız?        
- Oluruz, oluruz tabii ki. Onlar, yalnız güldürüyorlar. Asıl, mutlu olanlar bizleriz.           
- Pekii. Onlar olmazlarsa, bizler gülemez miyiz?       
- Biraz zor olur. Ne bileyim işte! İnsanın kendi kendine fıkra anlatıp, güldürmesi biraz zor olur. Bana bak. Senin bir tarafın kesildikten sonra aklın çok mu çalışıyor ne?
- Anne!.. Şapkam yok... Çalmışlar…
- Yok yok, çalınmadı. Yorganının altında.          
- Ama ezilir. Hemen çıkaralım oradan.             
     Resimli romanlarda görülen, Nevada çöllerinin ufkunda masa dağları silüeti gibi duran yorgandaki düzlüğü; şişman, tombul parmaklarıyla darbukacı gibi tıklattı.          
- A, orama ne oldu böyle? Kocaman, tahta gibi olmuş. Şişmiş. Anne, bir baksana, kan mı oturmuş ne?
- Yok oğlum, işte o senin sünnet şapkan.
- Ne işi var orada peki?
- Bir tarafını koruyor.           
- …?… Niye? Kesilince, çok mu kıymetli oluyor?    
- Yok yok. Yorganın değince acıtmasın diye.             
- Donum var ya?
- Ama şimdi donun yok ki altında.          
- Nee? Yok mu? O zaman kıçım gözükecek.       
- Gözükmez gözükmez, merak etme sen.            
- Hani donumu helanın dışında çıkarırsam, o anlattığın hikâyelerdeki adamlar bitiverirdi ensemde.        
- Yalnız bu seferlik. Hem yanında biz varız. Bir şey olmaz, korkma sen.                          
- Yani, artık sizin yanınızda donsuz dolaşabilecek miyim?                  
- Yok yok. Bir tarafın iyileşene kadar. Sonra yine eskisi gibi.          
- Anne.        
- Efendim.              
- Oram, yine eskisi gibi olacak mı?
- Tabii. Hem de eskisinden daha iyi olacak.          
- Anne.   
- Efendiim.
- Çok kestiler mi?              
- Gerektiği kadar. Dedim ya, ucundan küçücük bir parça.     
- Bir kere bakayım mı?               
- Olmaz.     
- Niye?
- Şimdi kötü gözükür sana. Haa, dur senin dudaklarını suyla ıslatayım biraz. Çok kurumuşlar.            
- Niye?                 
- Niyesi var mı? Bu gece birşeyler yiyip içmeyeceksin ya.           
- Yok ya. Niyeymiş?           
- O zaman çişin gelir.        
- Onu da mı yapmayacağım?         
- Bu gece değil. Yarın.  
- O kadar tutamam ama.             
- Hirbir şey yemez, içmezsen zaten ihtiyacın da olmaz.       
     Kopan alkış, teneke trampete inen son baget darbesiyle noktalandı. Liyakat madalyası alıp da sahne basamaklarından yerine dönen, parasız ama onurlu insanların gururlu yüzleriyle masalarındaki yerlerine oturdular; kiminin yaşı, kiminin ruhu genç olanlar. Yaşlı tontonların; sıcaktan mı, yaşlarına göre fazla gelen hareketlerden mi, alınan alkolden mi, yıllarca yan yana olmalarına rağmen bir türlü birbirlerini kucaklamak isteyip de yapamamalarının getirdiği açlığı doyurmaktan mı bilinmez, kızarmış tavuk gibi olmuş suratlarından, boncuk boncuk terler süzülüyordu gıdılarına doğru. Siyah üzerine beyaz çizgili kruvaze takımlı delikanlılar ise, küçük yerlerin gözde kızlarına dokunabilmenin keyfiyle yaşamlarında bu şımarıklığa bir kez daha katlanamayacaklarını bilseler de, sivri topuklarının üzerinde zorlukla yürüyen “küçük hanfendileri”, masalarındaki babalarının yanlarına taşıyorlardı. Paşa şoförlerinin kıvraklığıyla yapılan teşekkürler, “küçük hanfendi”lerine hiç zarar verilmeden gönüllerinin yapılmasının bir insanlık borcu mütevazılığı izlenimi veriyordu. Uzaklaşılırken, ucu sivriltilmiş kurşun kalem bakışlı babalarla hiç göz göze gelmeden.         
     İçeriye, o zaman ilk kez gördüğüm müzik aletleriyle Sanat Müziği sazcıları girdi. Ayaktaki kemancı, oturan diğer arkadaşlarının bardaklarını, kemanının ucuyla su doldurur gibi eğilerek bir sağa, bir sola döndü, tükürüğüyle parlayan altın dişlerini gösterecek kadar açılmış dudaklarıyla. İşte o an, aynı konuşmayı arka arkaya tekrarlar gibi duyulan sesi ilk kez duydum.         
     “Sahnelerimizin yetiştirdiği… ği…ği… nadide… de...de, pırlanta… ta…ta… sanatçı... Ve karşınızdaa… daa…da  Seviim Gülaçmaaazz… azz…azz…”                  
     Erkek ellerden çıkan şiddetli alkışların baskısıyla kadınların isteksiz el çırpmaları arasından, üzerine masa örtülerini bağlamış, dudakları kırmızı mı kırmızı, saçları sarı mı sarı, gözleri siyah mı siyah bir kadın, dişlerine ruj bulaşmış gülüşüyle; bir eğildi bir doğruldu, onu  coşkuyla alkışlayanlara doğru kırıtarak yürürken. Her eğilişinde, elbisesinin açık yakasından taşan karpuz büyüklüğündeki memeleri, adeta yerlerinden fırlayıp da düşecek diye erkeklerin yürekleri ağızlarına geliyordu. Kısık gözlerle, memnuniyetsiz, kaykılmış, kapalı ve kıskançlıktan iyice incelmiş dudaklı kadınları, gözleriyle avlayıp, inadına o yöne doğru bütün hızıyla eğiliyordu. Karpuzların kabukları her an çatlayacak gibi olduğundan, sinirler iyice geriliyordu. Hüngür hüngür ağladıkları yaygarayla kahkahalar koparıyorlardı, su dolu kavanoza düşmüş gibi parlayan gözleriyle.
      “Açmaam, açaamaam…”
      İlk şarkıya böyle başladı. Biraz evvelki hoplayan zıplayanlar durulmuş, oturdukları beyaz örtülü masalarda sessizleşmiş, belli belirsiz iki yana hafif hafif sallanıyorlardı, şarkının ritmine uyarak.
     “Çüünküü... deriin, deriiin…”      
derken, göz göze geldiği erkeklerin çoktan Ceneviz ticaret teknesi gibi dibe vurduklarını biliyordu, yanlarında yara bantı yapıştırılmış parmak gibi oturan ince dudaklılara çaktırmasalar da.
     “kii... kanıyooor kalb üüüzerindeee…”
     Göz göze geldiği kadınlar, içlerinden “namussuz” diye haykırırken, ‘u’ harfini seslendirir gibi dudakları fiyonk olmuştu sinirden.
- Anne.           
- Efendim canım.        
- Bu kadının söylediklerini kim tekrarlıyor?
- Kim olacak? Yine aynı hanımefendi.      
- Ama ağzı kıpırdamıyor ki...
- Yok yok, yanılıyorsun.        
- Olur mu? O ‘a’ diyor, birileri de ‘a’,’a’ diye yineliyor söylediklerini arkasından.       
- O mu? Mikrofondan olsa gerek.         
- Yani, mikrofonun içinde birileri mi var, söylediklerini tek tek tekrar eden.         
- Iıııı… Onun gibi bir şey.      
- Saygı değer… ğer…ğer… hanımefendiler… ler…ler… beyefendiler… ler…ler… Hepinize iyi geceler… celer…celer… Hepiniz… niz…niz... hoş… ş…ş… geldiniz… niz…niz… İki küçük yavrumuza… uza…uza… geçmiş olsun der… er…er… bahtlarının açık olmasını canı gönülden… den…den… dilerim… im…im… Şimdi… di…di… onlar için bir eser okuyalım hep birlikte… te…te… Sensiz kalan gönlümde… de…de… bil ki hayat virane… ne…ne…                 
     Şak… şak… şak…”
- Anne.      
- Söyle canımın içi.         
- Bu şarkı bizim için mi?      
- Evet yavrum. Öyle dedi ya.       
- Haaa…     
- Niye, beğenmedin mi?     
- …Viran ne demek?     
- Yıkık, dökük, kullanılmaz…    
     Demek ki, halimiz dışarıdan da çok kötü gözüküyordu, üzerimizdeki onca yatak, yorgan, çul çaputa rağmen.        
- Abii…    
     Göz bebeklerinin her birinin içine şarkıcı kadının bir karpuzunu doldurmuş, yanımda yatan şişman, kırmızı dudaklara sabitlenmiş bakışlarıyla salyalı ağzının kenarından mırıldandı keyfi bozulmuşcasına:         
- Hııı…     
- Abi.     
- Ne var?        
- Senden bahsediyor.       
- Hııı…      
- ‘Viran olmuşsun viran’ diyor sana.        
- Sus lan.        
- Anne.       
- Yine ne var?        
- Bu şarkı benim değil, abimin di mi?       
- Peki öyle olsun. Ama sus şimdi.   
- Anne.
- Ay şimdi çıldıracağım. Ne var?     
- Peki, benim için ne söyleyecek?      
- Bilmem ki?
- Benim ki ‘viran’sız olsun ama.        
- Olur, söyleriz.       
- Anne.     
- Özellikle mi yapıyorsun, annen en sevdiği şarkıyı dinleyemesin diye? Söyle n’oldu yine?    
- Bana ‘Katibim’i söylesin. Hani ’eteği çamur…’
     İlk kez giydiğim ve o yaşlarda benim için kadınlığı simgeleyen uzun, beyaz keten sünnet entarisiyle nasıl erkek olabileceğimi bir türlü kestiremiyordum. Erkeklik organımı kestirip kadın gibi olacağım için mi bu giysiyi giydiriyorlardı ya da etek giyenlere niye ‘erkek’ demiyorlardı? Şimdilerde anlaşılamayan bir nokta da, bunları anlattırabileceğim hiç kimse de yoktu. Yani fiziksel olarak varlardı da, anlatıma gelince yok oluyorlardı. Dedim ya, yalnız sevgi alışverişinde ve ihtiyaçlarımı sabırla karşılamanın dışına taşmayan annem ve onun da, benim de, şişmanın da tabi olduğu en büyük otorite babam; bu tür konularda adeta üç maymunu oynuyorlardı. Ne öğrenirsem sokak aralarında, kulaktan dolma, geçtiği kulak sayısı oranında abartılı, kimi hayali, ama içinde de mutlaka gerçek payının bulunduğu bilgiler.’…Katibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır… Katibimin setresi uzun, eteği çamur…’          
- Söyler mi, ne dersin?
- Söyler, söyler.    
- Ya söylemezse?
- Söyler söyler, meraklanma.     
- Ya bilmiyorsa?     
- Oğlum sus. Şu güzelim şarkının içine ettin. Hem bu şarkı, aynı zamanda senin için.       
- İstemiyorum. Ben bunu beğenmedim.
- O zaman sus ve yalnızca dinle.      
     Yankılanan şarkıyı, sulu gözlerini kırpıştıra kırpıştıra dinleyen annem, huşu içinde iki yana başını sallıyordu, ibadet edercesine. Zaman geçiyor, sözlerinin anlamını tam anlayamadığım şarkılar, arka arkaya patlıyordu o yaz akşamı. Uykumun gelmesi bir yandan, söylenmeyen ‘katibim’ bir yandan, iyice huysuzlaştırmıştı beni.          
- Hepinize… ze…ze… güzel günler… ler…ler…, mutlu geceler… ler…ler… herşey gönlünüzce olsun… sun…sun...  Allahaısmarladık… dık…dık…              
     “Şak… şak… şak…”
- Anne.     
- Aman, dur, dur.   
     Şak… şak… şak…”     
- Anne.    
- Dur oğlum, biraz sabret. Şu alkışı bir bitirelim hele.   
- İş işten geçiyor ama anne.     
- Sen ne diyorsun bakiim? Hiç olmazsa böyle bir günde huysuzluk yapma.      
- Bitti mi, gitti mi?
- Evet. Bitti ve gitti. Haydi gözün aydın.    
- Geri gelmeyecek yani?    
- Tabii ki. Sabaha kadar duracak değil ya burada.     
- E hani, ‘katibim’i söyleyecekti?     
- Unuttu herhalde.    
- Söylemedik ki unutsun.       
- Bir daha ki sefere artık.       
- Bir daha mı sünnet olacağım?       
- Aman, Allah korusun.     
- E, ne zaman söyleyecek o halde?    
- Ben sana evdeki radyomuzdan dinletirim, hem de Müzeyyen Hanımın sesinden.     
- Bana ne, bana ne. Ben ‘Katibim‘i istiyorum. Bana ne, bana ne.         
- Oğlum, şımarma...
- Aaauuu… Hani ‘Sizin için yemek vereceğiz’ demiştiniz, bir lokma yedirmediniz ‘kakan gelir’ diye. Herkes bütün gece lıkır lıkır gazozları, suları içti, benim ise dudaklarımı mendille ıslattınız ‘sonra çişin gelir’ diye. ‘Sizin için eğlence yapacağız’ demiştiniz, bir ‘Katibim’i söylettiremediniz içkiyle iyi gitmez diye. Elalem hopladı zıpladı bütün gece, beni yerimden oynattırmadınız ‘bir tarafın acır’ diye. Yastık altına gizlice sokuşturulan paraları aynı gizlilikte ‘Yastığını düzelteyim de rahat et’ el çabukluğuyla anında yok ettiniz, ‘Bizim için yapılan düğün’ masraflarını karşılamak  için. Baksanıza, elimde kala kala bir ’meşin top’tan başka ne kaldı  ki? Ben bunun için mi bir tarafımı kestirttim? Bunun için mi erkek oldum? Bakın kalkıp evlerine gidenlere. Kimin umurunda beni fazla mı kestiler, az mı, artık erkek oldum mu, olmadım mı? Bana ne ya, bana ne. Ben oynamıyorum işte, oynamıyorum. Aaauuuu… Aaauuuu…
"fesleğenin kokusunu okşamak" - 2004
Sevgilerimle...
ahb
 
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.