24 Aralık 2012 Pazartesi

St Clause’un küçük çanları


  Ataç Sokak 967     

Kendi deyişimle; konuştuklarımın, yazacaklarımdan daha çok akılda iz bırakacağına inandığım yıllardı. Ergenlik dönemimin sonu, ön gençlik diye tanımlanan çağımın başı, Aralık ayının sonundaki günlerden bir gündü. O güne kadar; kendi başıma belediye otobüslerinde geçen serüvenlerle dolu ilkokul yıllarımı ardımda bırakmış, gündüzleri akranlarımla sinemalara gitmiş, mahalle çocuklarıyla belirlenmiş güzergahları izleyerek gecenin karanlık sokaklarından aydınlık caddelerine doğru yaptığımız gezintilerimizde, elimizde suni deri kabına nalçalanmış sapını bileğe geçirerek taşınabilir, pilli ve hatta transistörlü, orta dalgadan yankılanan İl Radyosu’ ndaki Dilek Pınarı’ ndan yayılan müzik eşliğinde, o dönemin tüm efendi serseriliklerini tatmış da olsam, o yıl ilk kez bir yılbaşı akşamını ebeveynsiz geçirmenin heyecanı sarmıştı, yeni yeni tüylenen genç bedenimi.
Hani kimi yaşgünleriniz ya da özel günleriniz olmuştur; tüm olanaklarınızın, ‘Pes doğrusu, bu kadar olur…’ dercesine elinizin altında olmasına rağmen, en büyük eksikliğin bunu paylaşacak en az birini bir türlü bulamadığınız… Hani, ‘çok samimi olmasak da olur…’, … hatta alçak gönüllülüğün sonunda, yalnızca sima olarak tanıdığınız mahallenin çöpçüsüne bile ‘evet’ diyeceğiniz.
İşte tam böyle bir gündü, yılın bitimine gelindiğinde. Çevremdeki kalabalığın ‘teyzemler… bizimkiler…’ bahaneleriyle yok olmasıyla iki ahbap çavuş orta yerde kala kalmıştık bir başımıza. Aslında, biz de ne yapacağımızı bilemiyorduk. Yani; biz mi ona o mu bize girecekti, anlayamamıştık. İlkliğin getirdiği acemilikle; eskisinin kıçına bir tekme mi vuracaktık, yoksa yenisinin başını mı sevip okşayacaktık? Kılavuzluk edecek yakışıklı bir dayımız da olamamıştı, böyle bir durum karşısında ne yapılması gerektiğini söyleyecek. İkimizden birinin evinde oturup iyi aile çocukluğu oynamak da içimizden gelmiyordu, bir tencere zeytinyağlı lahana dolması uğruna. Ama iki başımıza, Sakarya’daki Buhara’da kafaları çekecek kadar da cesaretimiz yoktu, yaşımızın iki arada bir derede kalmasından.
- N’apalım?
- Bade… Bade Pastanesi?...
- N’apcaz?
- Oturur sohbet ederiz…?
Gevezeliğime bile güvenemeyip,
- O kadar saat?…
- Televizyon getirecekmiş bu akşam için… dün gördüm… kapısına ilan asmış…
- Eh, fena değil.
- Sekiz buçuk?...
- Sekiz buçuk.
- Köşede?...
- Köşede.
Bayramlık siyah kumaş pantolon, bayramlık ayakkabı, bayramlık mont… bir de en sevdiğim kalın saç örgülü boğazlı kazağım… O yıllarda; suratımda yeni çıkan kılları kesmek, şehirler arası benzin istasyonlarındaki ‘küçük’ kadar kısa sürse de, o gün ‘büyük’ kadar uzun süren sakal traşı oldum, sırları nemden dökülmüş ayna karşısında. Yurtdışından gelen bir arkadaşının abime armağan ettiği, at başlı traş losyonundan da yanaklarımı ‘şap şap’lattıkdan sonra, mazbut yemek masasındaki aileyi tek tek öpüp, köşeden ıslıklamak üzere karanlığın ortasına dalıvermiştim.
- Güzel olacak bu gece, bence…?
- Bence de.
- Gelmeyenler kaybetti…?
- Bence de.
Uçuk mavi renkli, formika kaplı yuvarlak pastane masasına paltolarımızı sandalyelerimizin sırtlarına asıp, oturduk. Yan masa komşumuz; geniş siperlikli şapkasıyla bir örnek paltolu kız ve onun annesiyle babası… Diğer yandaki masada bir başka karı koca, kahve ile pasta yiyerek yeni yılı kutluyor. Her masanın konusu ayrı, ancak kimse diğer masaların konusu hakkında bir fikri yok, onlara duyurmadıkları sesizlikle konuştuklarından. Bir de papyonlu garson, yuvaklak tepsili. Kaldırımdan ekran gibi gözüken vitrin camında artık biz de vardık, gelen geçenin hepimizi birden seyrettiği. Masaların, sinema salonu gibi televizyona dönük durmaması, oturanların hepsinin arkadan bakınca aynı anda enselerinin gözükmemesi, hatta guart hastası olmuş gibi fırlamış gözlerin ekrana kilitlenmemesi de, ayrı bir güzellikti.
Gece boyu; iki sevgili gibi hesaplaştık, tartıştık, aklımızdakileri zaman zaman el ele tutuşturduk, dertleştik. Bedensel gelişmemizin bulunduğu nokta itibariyle, incir çekirdeğini bile doldurmayan büyük sorunlarımıza çözümler aradık, hatta kimine kendimizce bulduk bile. Ancak en çok güldük, birbirimizin gözlerinin içine baka baka, içinde hiçbir sahtekarlık barındırmaksızın.
Çerez tabakta hâlâ kalsa da, biralarımız eski yılla birlikte bitti. Bir yandan da cebimizdeki hesabı ödeyecek paranın, yetip yetemeyeceğinin talaşıyla yüreğim çarpıntılar içindeydi.
- Birer çay içelim mi?
- Hesap?
- Ben de n’olur n’olmaz parası var. Boş ver…
O gecenin sonuna geldiğimizde, televizyona kimlerin çıktığını şu an bile hatırlayamıyorum. Bilebildiğim ise; aradan geçen yıllarda öle kala, evlene boşana, çocuklarla çocuksuzluklarla, taşına göçene dağılıp gittik, hepimiz bir yana saçıla saçıla. Şimdilerde birbirimizin ev adreslerini bile e-posta adreslerinde arar olduk boş yere.
Dostumu sorarsanız, yaklaşık otuz senedir Kanada’da göçmen olarak yaşıyor. Ondandır ki, görüşmelerimiz sıklıkla olamıyor. Ama birbirimizin sesini ilk duyduğumuzda, hâlâ o yılbaşının sıcaklığı kaynatıyor damarlarımızda akanları. O yıllarda; bütün günümüzü birlikte geçirir, uzun ayrılıklar öncesinde sarılıp öpüşürdük. Şimdi yaşlandık mı ne? İki senede bir, altı yedi saat görüşebiliyoruz ancak, ayrılırken de üstüne üstlük ağlıyoruz burunlarımızı çeke çeke, hem de çocuklarımızdan bile utanmadan.
Özetle; bir çok insanın düşünü yaşadım gerçekte, kanlı canlı, diri diri ve yeni uyanılmış bir düşün lezzetinde.

(Sevgili Serdar Bilgin; 
dostluğumuz nasılsa baki, 
o nedenle sağlıkla nice seneler diliyorum)

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Canavar Toroslaşırsa

Akşam, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın Küçük Tiyatro’da perde açıp, ülkenin malumu olmuş öyküsünü, sahneye güzel taşıdığı Aziz Nesin’in “Toros Canavarı” adlı oyunu izleme fırsatımız oldu.
Her ne kadar, oyuncular oyunculuklarındaki tüm maharetlerini sergileseler de, senaryo diye adlandırılan metin özensiz, kopuk ya da kuru bir anlatıdan ibaretse; Kerim Afşar gelse, yapacakları nafilenin ötesine geçmeyi beceremeyeceği bir gerçek. İşte bu ayrıntı Aziz Nesin’nin kaleminin gücüyle oyuncuları rahatlatmakta ve onlara yeteneklerini sergileyebilecekleri geniş alanlar açmakta.
Bu noktadan hareketle oyunu izlerken en azından ben, kendi adıma düşündüklerimi dillendirebilirsem; ülke çok da uzun sayılmayacak bir zaman süresinde, palamarları kopuk tünelden geçmiş olduğu gerçeğini, omuzlara tüm ağırlığını vererek çökmekte. Hani hep söylendiği gibi; 40larla başlayan ve tek tek ayrıntıları nakışlanmış bir dokumanın saçaklarının örüldüğü günümüzde, adeta insanın kendine yabancılaşması becerilmiş. O yıllarda da varmış; Zübük’ler, Toros Canavar’ları, Fil Hamdi’ler. Memlekette eksik kalmaması için hayli de uğraş verilmiş, özen gösterilmiş bu uzun sayılabilecek süreçte. Düzenin adamları, memurları, üniformalı ya da formasızları, kruvaze takımlıları, buruşuk pardösülüleri. Bir ayinmişcesine tapınılmış perdelerin ardındakilere, tavassuta tevessülle temessül ede ede.
Kısaca oyunun konusunu bilenler için bir yenilik yok gözüküyor olsa da, sahne sunumu uygun pencerelerden güzel ve yerinde yansıtılmış bana göre.
Yaşamda medyabazlarca başlara vura vura şaşırtılan hedeflere inat, iç seslerin asiliğinde Medya Canavarının yarattığı mahalle baskısıyla dillendirilememiş küçük insanlar ya da ucuz insanlar diye nitelenenlerin, gerçekten küçük, hem de ucuz olduğunu teyit etme şansı tanıyor. Aziz Nesin, saray edebiyatçısı olmadığından, sokağa ve sokaktakilere kolaylıkla ayna tutmakta. Bu da, birden bire mahalleliyle, şoförle, memurla, yetkisiz yetkiliyle insanı karşı karşıya getiriyor.
Bundan sonrası izleyene düşmekte, heybesine attıklarının seçimindeki dürüstlüğe kalmakta.
Seyirci kesiti ise haylice ilginç. Salonda 4-5 çocuk gördüm eski eğitim sistemine göre ilkokul 1-3 sınıfına gidebilecek yaşlarda. Durum oyun başlamadan önce aydınlandı. Belki biliyorsunuzdur; ilk 3 sıra davetiye sistemine göre yerleştirilmekte. Bürokratlar da “bir kaç tane daha ver, çoluk çocuğu da götürürüz...” diyerek, haybeden 5 liralık biletin ucuzluğuyla evi salona taşımanın züğürt hovardalığı, iliklenmiş ceket düğmesiyle boğumlaşmış beden dillerinden açıkça görülebilmekte. Bana sorarsanız arka sıralardan görünen görüntü o ki; oyundaki ibretler, sahnenin ilk sıralarında canlı canlı yaşanmakta. Kısaca sahneyi göremiyorsanız üzülmeyin, dev ekran niyetine ilk sıralardaki bu düzen tutmazlıkları izleyerek de oyunu seyretmiş sayılabilirsiniz.
Ara’da, kapı önünde istemeden bir kaç dakikalığına da olsa göz ve kulak misafirliği yaptığım bir kaç genç çifte bakarak; cinsler karşılıklı olarak, sanat üzerine mesnetsiz atışlar yaparak, birikimsiz entellektüelitelerini birbirlerine dayatma yarışına giriyor gözükmekte. Ancak, bir anda kondurulan anlamsız “eniştem beni niye öptü” busesinin anlamı bu kısır teati içinde gerçekten yer bulamıyor. Olsa olsa, “gönül ne kahve ister ne kahvehane...” söylemindeki gibi, gönüller isteklerine kavuşmuş gözükse de, mekanın kahvehanede ısrarcı kalması hala muğlaklığını koruduğu konusunda, 3.şahıs olarak hak vermemek elde değil.
Salona dönersem; gülme hatta kahkaha anlarında iç yorumlarım hayli karmaşık. Önceleri “işte tam burada gülünecek” diye efekt verile verile tek tipe dönüşen ve kimi şark kurnazı güldürücülerin; “güldürme sanatı zeka işidir” diyerek nalıncı keseriyle güdümlemesi, güdümlenenin de “eee, güldürenin zeki olması kadar, onu anlayıp da gülen için de geçerli olsa gerek” diyerek, keserler nalıncıdan alınıp nalıncılığa soyunulduğundan, ortada kimi zaman ağlanacak halimize gülenlerin müsebbibi olarak değerlendirilebilir.
İki sıra önümde oyun boyunca gülme krizine giren hayli kilolu sarışının, fuayede asabiyet saçması, yargılarımı alt üst etmeye yeterli geldi. Yanımdaki delikanlının ise, “çok iyi yaa” diye diye sallanarak gülmesi ve temsilin bitimindeki tiradın yarattığı soğuk duş sonrası, kerhen oyuncuları alkışlaması da, aklımda soru işaretleri yaratmasına neden oldu.
Genelde kasabın çırağından söz etme isteksizliğime karşın; oyunun yoğun bölümü ya da net özeti; her eserde karşılaşılacağı gibi, perde kapanmadan önceki 2-3 cümlelik tiratta yatmakta. Ardından insan aklını isyan ettiren o son iki kelime ile de boğayı bulunduğu yere çökertmekte. Kısaca; son karanlıkta boğazına yumruk oturanlar oyunu gerçekten izleyenler, bulunduğu sürece sahneden nasiplenenler.
Yaşamı boyunca yaşatılan trajedilere inat, yazdıklarıyla komedi yazarı diye anılan Aziz Nesin, bu ikilemle belki de kendi yaşamı, en dolgun ve doygun Aziz Nesin’lik öyküyü anlatmakta.
Ülkenin Toros Canavarını, oyunun ise bu Canavarı kimin yarattığına yanıt araması üzerine kurulmuş oyun için düşüncem o ki; aranan, ismi belirsiz müsebbipler o an salondalardı, karanlıktan yüzleri tam seçilemese de. Tıpkı; mahallede, çarşıda pazarda, devlet dairesinde, iş yerinde, sahada, hamamda, dolmuşta oldukları kadar çoklukta.
Sanırım sorun geldi dayandı yine “her yol Roma’ya çıkar” dercesine; “ahlak”a, “insanlık onuru”na.
Bir de, sanırım diğer oynanışlarında rastlanmayacak bir küçük notu da ilave etmekte yarar görüyorum, bir tarih düşmek adına. Karakol sahnesinde, Komiser yerdeki zanlının şapkasını “düşürmüşsün, al...” diyerek ayağının burnuyla havalandırıp fırlatıyor. 4-5 metre mesafedeki zanlının ardındaki ayaklı vestiyerin kancasına fötr şapka dönerek oturduğunda, son saniyede kendi sahasından atılan 3lük basketin girmesi coşkusunda alkış alıyor.
Yönetmenliğini Ergun Üğlü’nün yaptığı oyunun, Dekor ve Kostümcüsü Gamze Kuş. Müzikler ise oyundaki yaşamın geçtiği tarihe uygunluğu açısından çok yerinde olmuş. Müzik, Tolga Çebi olarak gözükmekte ama, ezgilerin bestecisi mi yoksa seçicisi midir, bilemedim. Hangisi olursa olsun, ben beğendim. Kendi yayınlarına göre ise oyuncular;
Mustafa Kılıkcı, Burcu Tutkun Oruç, Ozan Çolak, Nagihan Orhan, Hakkı Kuş, Serhat Onbul, Mert Kırlak, M. Alp Sunaoğlu, İlker Alemdar, Serhat Yeşil, Zuhal Lale, Nurşah Aykut, Çisem Erdoğan, Şayan Noyan, Orçun Tiryaki ‘den kurulu.
Bunca sorunun mabadı görülmesin diye oynatılan Hipnoz ekranlara olan bağımlılığı eroinmanlığa henüz erişmemişler için; gidilmesi, görülmesi yerinde olacak bir oyun.
Oyunda emeği geçen, her alnında ışık taşıyana şükranımı sunarım.

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

18 Aralık 2012 Salı

1000.Adam

 
Bugün çok sevdiğim bir Dostum'dan söz edeceğim. 
Sanırım çoğunluk tanımaz. 
Adı, İhsan Baş...
Kendisine çokça yaşam borcum olan bir abim.
Bir 17 Aralık akşamı dost meclisinde, Orhan Veli'den;

Bir insan daha var,
Çok şükür evde;
Nefes var, Ayaksesi var;
Çok şükür, çok şükür

dörtlüğünü okuduktan sonra, "herşey sevgiyle başlar" demiş ve bir kaç dakika sonrasında kendisini bir mum alevinin sessizliğinde uğurlamıştık. Masayı çevreleyenler hep Dost bildikleriydi. Ve bu nedenle, böylesi bir yola çıkışın, herkese nasip olmayacağında karar kılmıştık, titreyen dudaklarımızı durduramamanın çaresizliğinde.

En son kullandığı sözcüğün "Sevgi" olması nedeniyle, ona ithafen yazdığım şu satırlar; "Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Mavi" nin arka kapağında yer almıştı;

Tam “sevgi” den söz ederken
Bu dünyayı terk edebilmek için ;
Ağzında hep “sevgi” olması gerek.

Hep “sevgi” diyebilmek içinse
Yüreğinden “sevmen” gerek.

Günün birinde ayrım yaparsan “sevgi”nde
Mutlak küfredersin kimi zaman birilerine.

Şans bu ya; 
    İşte tam o an 
         Gidiverdiğini bir düşünsene…

                                                                                   ahb
                                                                             11.4.2003 
                                                                  “Son nefesteki sevgi”

Bu gün bize veda edişinin 10. yılı.
Sade taştan oyulmuş lahitinin başında;
Adı, Soyadı, Doğum ve Ölüm tarihleri yazar.
Diğer yamacında ise "Bininci Adam".

Göğüs cebinde taşıdığı; Rudyard Kipling'in "Bininci Adam" şiiri, 
onun yaşam felsefesini oluşturduğundan ona bu çok yakışmıştı.
Her ne kadar taşa bu adı yontturanlar ardında kalanlar gibi düşünülse de,
gerçekte "Bininci Adam"ı yazdıran; yaşadıkları ve yaşattıklarıydı...
Bugün onu anmak adına, oğlu Yener Baş'ın çevirisiyle bu şiiri paylaşmak istedim.


BİNİNCİ ADAM

Bin adamdan yalnızca birisi
Sana kardeşten daha yakındır.
Ve onu bulabilmenin değeri
Kaybedilecek bir ömrü kazanmaktır.
Başkaları sende ne görürse
999 kararsız da onu savunur.
Fakat tüm dünya karşısına dikilse bile
Bininci adam senin yanında durur.

Şöhret, servet, görünüş
999 kişi bizi bunlarla ölçecek
Oysa ne vaad ne yalvarış ne de gösteriş
Bil ki o bu yollarda yürümeyecek
Ey oğul, şayet onu bulabilirsen
Onunla birlikte denize açılabilirsin.
Seni kurtaramasa bile bininci adam
Denize atlayıp seninle boğulacak yegane insan.

Kesesini alsan aklına bir şey gelmez.
O seninkini kullanmak istese bile
Ertesi gün gelip seninle
Hiç borcun yokmuş gibi konuşur.
999 sahte dostun ağzında
Altın ve para vardır her zaman.
Fakat içinden geçenleri bininci adama
Anlatabilirsin hiç korkmadan.

Her zaman ve her koşulda
Onun hakları senin, senin hataların onundur.
Haklı da olsa, haksız da olsa
İsterim ki onun yanında dur.
Felaketin anında ve gülünç olduğun zaman
999 uşak senden kaçar.
Fakat seninle beraberdir bininci adam
İdam sehpasında, belki de daha ötesine kadar. 

Rudyard Kipling 
Çeviri: Yener BAŞ

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.