Uzun dalgadan yayın yapardı...
Öğlenci öğrenci iseniz;
Saat 10:00 Arkası Yarın
Saat 10:25 Okul Radyosu
Saat 13:00 Öğlen Ajansı
Sabahçı iseniz tekrarını 14:00, 14:25 te dinleyebilirdiniz;
Ejder Akışık’lı, Hepşen Akarlı‘lı, Rüştü Asya’lı, çocuk sesleri Köksal
Engür’lü, Sancar Altuğ’lu..., efektleri Ertuğrul İmer’li, Korkmaz Çakar'lı...
Akşam 18:00 de başlayan reklamlarda Yıldız Kenter’li, Şükran Güngör’lü, Genco
Erkal’lı, Arap bacılı ‘Uğurlugiller’ ya da Orhan Boran ve Altan Erbulak'ın 78lik sesinden başbelası
“Yuki”si ya da “Doğru mu Yanlış mı?” yarışması ya da “Şoförlerin, gözlerini
yoldan ayırmadan kendisini can kulağıyla dinlemesini” isteyen Zeki Müren...
Ardından 19:00 da Akşam Ajansı...
Pazartesi akşamları 9:00-10:00 arası Türkiye sessizdir, Radyo tiyatrosu inadına
çıt çıkarılmadan dinlendiğinden; “Dr. Jivago”lu, “İhtiyar Balıkçı”lı...
Yaşımızın ergenliğinden bir de, orta dalgadan yayın yapan “il radyosu”.
21:00-22:00 arası “Dilek pınarı” ve diğerleri... Bir saat Klasik Müziğin
ardından 24:00 'te “Gece ve müzik”...
Kimi zaman parazitten müzik duyulamazken bile, vazgeçilemeyenler ...
Konuşmanın az, müziğin ağırlıklı olduğu programlardı. Dinleyiciler için,
sunucunun kişisel fikirlerinden çok dinlenenler önemliydi. Yanlış telaffuz
edilmiş bir kelime, yabancı dil bildiğini belirtir, Türkçe’yi yabancı dil
telaffuzuyla konuşma girişimleri eleştiri alırdı günlerce. İstek programlarına mektuplar
yazılır, yaklaşık bir hafta sonra ancak yayınlanabilirdi, akrabalara ithaf
edildiği dillendirilmeden.
İnsanların konusuna göre konuşabileceği ailesi, akrabası, arkadaşı mutlaka
bulunduğundan; herkesin tanıdığı ancak, tanınmışın onu hiç tanımadığı biriyle
istese de, telefon hatlarının anında bağlanma şansı olmadığından, “senin incirinin
çekirdeğini nasıl dolduralım” türü programlar yoktu. Hiç kimse, aşağılanmaktan
ötürü o garip mazoist duygularının ucunu, henüz sivriltilmediği mevsimlerdi..
Espri; yapan için de dinleyen için de bir zeka gerektirdiğinden, var olduğuna
inanılan zekayla övünülmeye gülünmezdi. Bir bektaşi arifliği aranırdı, cümle
aralarında. Hızlı konuşmaktan doğan anlaşılmazlık, o zamanlar için üstelik bir
kusur olarak görüldüğü tozlu günlerdi.
Özetle; belki çok muhteşem değildi o günler, ancak herkesin kendisini mutlu
edebileceği bir çok nedeni vardı; sahip olunan zenginlikler içindeki keyf fakirliği ya
da keyfsizlik yaratma yeteneklerinin henüz geliştirilmediği dönemlerdi; daha
fazla nakde, mülke, cinliğe ihtiyaç duyulmadığı.
Kendi tornetinizi, kendi kızağınızı uçurtmanızı, kendi sapanınızı telden
arabanızı kullanmadan önce yine kendinizin yapması gerektiğini bilmek; emeğe
saygı duymaya, hissedilenlerden tatmin olmaya, kıymet bilmeye, sevginin,
dostluğun, arkadaşlığın, vefanın, kalenderliğin yaşamda bir değer hatta, bir
erdem olduğunun eğitimi vahşi piyasa koşullarına en azından, koşulsuz teslim olmamıştı.
O günlerden bugünlere gelinen noktada; beğenilse de beğenilmese de eldeki kumaş bu. Yanlış biçilmişi, dikişle düzeltmeye kalkışmak nafile. Sanırım bu
konuda söylenecek her köşebaşı soru ya da sorun; Nasreddin Hoca tarafından
“Haklısın... Sen de haklısın... Sen de haklısın” görüşü ile yüzyıllar
öncesinden yanıtlanmakta.
Müsadenizle; her birimizin yaşamına efekt olmuş, Radyo’nun gomalaklanmış ahşap
kasasının içinde dikilen ısınmış lambaların arasında iskan ettiklerinden, yüzlerini hiç
görmediğim tüm emek vermişlere; derin saygı ve sevgi, yitirmiş olduklarımıza rahmet
dilerim.
Sevgilerimle...
ahmet haluk başaklar
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.