11 Mart 2013 Pazartesi

Kalp-azan

- Eskiden kalma alışkanlık. Önceleri, kasabaya gelen kumpanyaların afişlerindeki şarkıcılara bıyık yapardık. Sonraları, sevmediğimiz parti amblem ve adlarından, desteklediğimiz partinin amblem ve ismini türetirdik sıvası dökülmüş duvarlarda, tuvaletlere yazdıklarımız, çizdiklerimizi saymazsak. Lisedeki sıramın üzerindeki tüm sanat, her yıl benimle birlikte yaşardı, zorla babası yaşında erkekle evlendirilmiş kızlar gibi. Sene başında, bir evvelki yıldan miras sıranın üzerine kazınmış öylesine bir dikdörtgen şekil yıl sonunda, ne hale gelirdi tahmin edemezsin. O karmaşanın arasında orijinal dikdörtgeni ararken şaşkına döner, zeka hanene bir yıldız da kendin koyardın bulmaca gibi çözdüğünde. 
- Yav kardeşim, konumuzun bununla ne alakası var? 
- Sen sormadın mı, ‘Nasıl yaptın’ diye? 
- Hadi oradan, ben sana ‘Bu dolarları nasıl bastın?’diye sordum. Anlattıklarına bak… Yani; nerede, nasıl, niye, kimle ..? 
- Ben de onu söyledim. Bir zamanlar, pahalı fotokopi makinelerinde lüks davetiyeler, biletler çoğaltıyorduk. 
- Ne gibi? 
- Girmek için yüksek bedeller ödenen davetlerin ki gibi. 
- Ee… 
- Ee..si şu ki, şimdi de bilgisayara kaydettiğim paraları basıyorum, eskisi gibi değil; bir alet var ondan kalıp üretiyorsun fotokopi çeker gibi. Gerisi aletin mahareti. Yani, 'mertlik bozulmuş’ durumda. Sen kaç kopya istiyorsan, yani kaç paraya ihtiyacın varsa o kadar basıyorsun. 
- E, senin kaç paraya ihtiyacın vardı? 
- Bana sorarsan, benim beş kuruşa ihtiyacım yoktu. 
- Dikkat et, söylediklerin birbirini tutmuyor. 
- Aksine. 
- E, baksana, parayı basıp ‘benim hiç ihtiyacım yoktu..’ diyorsun. 
- Gerçeek. Parayı başkaları istiyor. 
- Başkaları da mı var? Kim bunlar, kaç kişiler, neredeler,… 
- Hoop, hoop. Sen de dahilsin onlara. 
- Ağzından çıkanları kulağın duyuyor mu? 
- Tabii. Başta bakkal, kasap, manavla başlayalım, sonra pavyon güzeli Nurten, nam-ı diyar Işıl’la devam edip köşebaşında arabaların yan dikiz aynalarını kapattırarak daha fazla aracı park ettiren topal Mustafa’yla uzayıp giden kuyruktakiler, bu paraya her biri diğerlerinden daha fazla ihtiyaçları olduklarını iddia ediyor. 
- E, beni niye bulaştırdın kara parana? 
- Haklısın, doğrudan bulaşmadın. Senin ki zorunluluktan. 
- Nasıl, yani? 
- Devlet parasız kaldığı günlerde finans müdürlerini memleketin karanlık mahallelerinde bu kara paralardan toplatmadı mı? 
- Oldu mu peki? 
- Olmuştur ya da olmamıştır?... Aslında, olmaması için de bir neden yok ortada. Çünkü; senin maaşın ödenecekti o günlerde, ama neyle?  Hep bu tür olaylardan sonra yıllar geçer ve devletin bir sözcüsü çıkar, senin üç beş sene evvel söyleyip de yargılandığın kelimeleri sarf ederek seni teyit eder, her ne kadar ‘münferit’ dese de. Ama geriye dönük bu muhalif sözcülerden kimse dışarı salınmaz. Onlar, hâlâ vatana ihanetten cezalarını çekerler, güçlerini nereden aldıkları bilinmeyen, suratlarındaki kıllardan bir santim uzun saçlı ve sarkık bıyıklı, bakışları dalgın ve donuk bakan, konuşurken cümlelerini bir türlü toparlayamayan, onu dinledikçe onca suçu işleyebilecek esnek zekasından endişe duyduğun, yalnız görüntüsünün haşmetinden başka çekinilecek yanı olmayan, içeride döşettiği koğuşlardan, onun görüşü dışındakilerin ülkeyi terk etmeleri gerektiğini söyleyenlere, inat. 
- Bir dakika, bir dakika. Konuşmalarından anlayabildiğim kadarıyla, sen yalnız adi suçlu değil aynı zamanda siyasisin de. 
- Sen değil misin? 
- Sana ne benim siyasi düşüncemden. 
- İzninle, hazır yeri gelmişken bu konuya bir açıklık getirelim önce. Siyasi düşünce mi suç, yoksa senin düşüncenin dışında düşünmek mi? 
- Elbette ki, hepimizin siyasi düşünceleri var ama bu yaptığımız işe hiç bir zaman yansımaz, tıpkı bu ülkede yaşayan diğer insanlar gibi…?.. 
- Ülkeni öyle seviyorsun ki, onu kendinden başkasıyla paylaşmak dahi istemiyorsun, değil mi? 
- Her neyse, konu dışına fazlasıyla taştık. Çeneni artık bu konuda kapatıp sorulanlara cevap vermen için bülbülleşmeni bekliyorum. Hem anlamıyorum, sorgulanan sensin ben değil. 
- Ben halimden memnunum. 
- !?… 
- Son baskıdan çıkacakları bekleyen kuyrukta o kadar çok insan var ki. Onun içindir ki bana pek bir şey yapmazlar bugünlerde. 
- Kodeste de inşallah aynı duyguları hissedersin. Hadi hadi, Türkan Şoray afişlerine bıyık resmi yapma anılarını bırak da, esas Benjamin Franklin’in sırıtan portresini niye bu kadar beğendiğini anlat. 
- Dedim ya normal bir erkeğim. Ben Nurten’e vurulmuştum, o da bu beyaz perukalı adama. Ben ruh vermek istedim, o servet almak istedi. 
- Yahu, sabahtan beri her yerde çarpıyoruz bu kadına. Allasen, nereden çıktı bu Nurten? Yoksa, gizli kuryeliğini yapan metresin mi? 
- Yok canım, ikinci sınıf pavyonun birinde boynu kesilen adak gibi çırpınarak şarkı söylemesini görüp aşık olduğum, çulsuz karatavuğun biri. Gide gele o bana, ben ona iyiden iyiye alıştık. Öyle ki; hani neredeyse ‘Hesaptan KDV yi düşersen fiş de istemem’ diyecek hale geldi, samimiyetimiz. İlk tanıştığımız günden itibaren bastırılmış işe yarar yaramaz her şeye sahip olma duygusunu, yediği rüşveti üçüncü gün rugan ayakkabısından anlaşılan bürokrat gibi yansıtıyordu, konuşmalarında. Çok söyledim ona, ‘Gıcır gıcır paraların üzerindeki sıfırlar şişip sönmez benim yüreğim gibi, saçlarını okşarken gözlerinde ceylanları kovalayamaz, dudaklarında ateş yakamaz benim seni öptüğüm gibi.’ 
- Peki, o ne dedi? 
- Boğazda bir ev, spor bir araba. 
- Aldın mı? 
- ‘Madem ki bunları çok istiyorsun, sana sermaye vereyim iş kur, kazan, istediklerini kendin al’ dediysem de, olmadı. 
- Desene kadın kurbanı olmuşsun. 
- Tam tersine, o erkek kurbanı oldu. 
- !?… 
- Basıp verdim istediği kadar parayı. O da bana verdi. 
- Neyi? 
- Neyi olacak, hayatını. 
- Verecek hayatı mı var ki, zaten orospu. 
- Öyle deme, sen hiç ruhunu şeytanla pazarlık yapıp sattın mı? Ya da satan birini tanıdın mı? 
- Ulan, rapora biz bu şeytanı meytanı yazarsak, memleketin sınır illerinden il beğeneyim kendime, karayolları haritasına bile bakmadan. Şimdilik, bu işi yapma nedeni olarak ‘kadın hikayesi’ yazıyorum. Ama hâlâ ne kadar bastığını söylemiyorsun. 
- En çok ne yemekten hoşlanırsın? 
- …!... Çukulata! 
- Ne kadar yersin, önünde engel olmazsa. 
- Çook...! 
- Ne kadar çok? 
- Dedim ya, dur durak yok. 
- Mesela, iki kilo? 
- Ne ikisi… 
- Beş kilo? 
- Bilmem.. belki? 
- Bir kasa… ne kadar yersin, sen onu söyle? 
- Yediğimi yer, yemediğimi saklar, acıkınca devam ederim. 
- Kaç gün? 
- Günlerce. 
- Bir ay? 
- Ömür boyu. 
- Emin misin? 
- Ne demek istiyorsun sen? 
- Senin çukulatan kadar bastım da, gerisini sen düşle. Düşün bir kere, istediğim her şeye sahip oluyorum. Varsayalım bastıklarımla bu kentin tüm apartmanlarını, eğlence yerlerini, kumarhanelerini, kerhanelerini, ticarethanelerini, fabrikalarını ben aldım. Ne olacak? Yani, Nurten benim olacak mı? 
- Değil Nurten, bin Nurten zıplayarak senin olur. 
- Ben bin değil sadece bir tane istiyorum. Birinin sorunlarını çözemeden bininin kaçını, nasıl yatıştırırım, bir düşünsene? 
- Sen de fakirlere dağıtsaydın, elindeki paralar madem bir şeyler ifade etmiyorsa sana. 
- Tamam, varsayalım verdim. Her fakir verdiğim paralarla bir fabrikatör oldu. Kim ‘Bana okuma yazma öğret’ diyecek, kim ‘Yeni fabrika alanlarındaki ağaçları kesmeyelim’, kim ‘Seni seviyorum’ diyecek bir düşünsene. 
- Bu kadar sıkıntının içinde, git gide senin zamanın benim ise sabrım daralmakta. Bak şeker kardeşim, tüm olayı ana cadde üzerinden daracık yan sokaklara saptırmadan anlatabilirsen, ben üzülmem dolayısıyla seni de üzmem. 
- Anlaştık. Sen sor ben cevaplayayım tamam mı? 
- Niye yaptın? 
- Çevremdekilerin ısrarlarına dayanamadım. 
- Kiminle? 
- Enfes ölçülerde bir filin belleğine, saatler sürebilecek bir sevişmeyi bile güvercinler kadar hızlı becerebilecek MegaHertz’e sahip, üç boyutlu ekran kartı sayesinde önden, arkadan, üstten, alttan mermer gibi kusursuz milimetrik görüntüler verebilen, istediğinde sarışın menekşe gözlü istediğinde kömür gözlü bir kızıl afet istediğinde mavi gözlü bir esmer olabilen, yapa yalnız baş başa kaldığında üstün ses kartından insanı baştan çıkaracak sesler çıkarabilen, çok düzgün bir Türkçe’ye sahip klavyesiyle ve hayretten hayrete düşüren hazır paket birikimiyle çağdaş, kültürlü aynı zamanda muhafazakar, geleneklerimize bağlı bir teknoloji harikası bilgisayar ve onun işbirlikçi yazıcısıyla birlikte yaptık. 
- Bozulacağından çekinmesem, neyi saydığı dahi belli olmayan bu alete sperm testi yaptıracağım, miliAmperlerle fuhuş yaptığını kanıtlamak için. Neyse, elektronik seks yaşamını kapat ve anlatmaya devam et. Nerede kalmıştık.. ha.. Kiminle? 
- Bu teknoloji harikasını yaratan karanlık güçleri soruyorsan, muhattabı ben değilim bilesin. Önerim, araştırmaya Bill Gates’den başla. 
- Nerede? 
- Kim? Bill Gates mi? 
- Hayır canım, nerede yaptın bu sahtekarlıkları. 
- Villamın üst katındaki yatak odasında. 
- Bana sorarsan, senin Nurten’e hiç ihtiyacın yokmuş. Bak bunun dırdırı yok, vırvırı yok. İstediğinde geliyor, istediğinde seviyor, istediğinde soruyor. Karışmıyor, gereksiz konuşmuyor. Elektrik parası dışında para da istemiyor. Daha ne istiyorsun? Boşuna başını belaya sokmuşsun. ‘Ne zaman?’ diye soracağım ama korkarım onun için de ‘şömine karşısındaki ayı postunun üstünde yemekten sonra şarabımızı yudumlarken’ diyeceksin. 
- Yok yok, yanıldın. Dostlarım istedikçe… 
- Pekii, yaptığının suç olduğunu kabul ediyor musun? 
- Ben de, benden isteyenler de, benden isteyenlerden alanlar da, benden isteyenlerden alanların verdikleri de… diye sayarsak, herkes her şeyin buz gibi farkındaydı. 
- İlk iki sırayı anladım da, gerisi nereden bilecek, bilse bile elini sürer mi böyle kuyruklu belaya? 
- Kimin neye, neresini süreceğini hiç sorma, kimi zaman ben de hayretler içine düşüyorum. Başta ben de senin gibi düşünüyordum. Ama düşlerim düşündüklerimin üstüne düşmeye başladığında kendime geldim. Zaman içinde öyle insanlarla karşılaştım ki, günlerce açık kalan ağzımdan içeri giren soğuk havadan bir ara zatürre teşhisi bile kondu. 
- ‘Para için neler yapmıyorlar, kılıktan kılığa mı girmiyorlar ki’ diyeceksin, biliyorum. 
- Yok, tam tersine paraya dokunan bence ölüyor, vücutları hareket etse de. Tıpkı doğumlardaki ölümler gibi. Yani, yaşama ‘Merhaba’ diyebilmesinden sonra da devam etmesi için birilerinin ölümü göze alması gibi. 
- ? 
- Önce, bir miktar biriktirir ya da kazanır, avantadan gelir, rüşvet olarak yer, yolda, cebinde tesadüfen bulur. İlk zamanlar araları çok iyidir, pehrize başlamadan önce. Onu en baş köşede ağırlar, tıpkı balayındaki çiftler gibi, ta ki doğurtabileceği bir yer bulana kadar. Çevresindekilere danışır, doğumdan sonra başına gelecekler için. Ooo.. bir bakar, ortalık güllük gülistan, yediği önünde yemediği arkasında. Bu güne kadar beklediğine hayıflanır. Biricik paracığını götürüp kendi elleriyle teslim eder para üretim çiftliğine. Nasıl çiftleştirildiklerini, bir ilkokul öğrencisinin akşamları evinin duvarları, kapıları arkasındaki görmeden işittiği yaşam kadar bilebilse de, televizyon ya da sinemalarda seyrettiği aşk filmlerinde gördükleriyle, kendini kırk yıllık doğum uzmanı gibi deneyimli bulur. Çiftlik sahibi, onun tek danasından bir sürü yaratabileceği vaadiyle paracığını onun sıkılmış nemli ellerinin arasından çekip alır. Bundan sonrasını haberlerden, ‘kelin şimşir tarak’, ‘pala bıyıklı hala’ yorumlarından anladıklarıyla hamileliğin gelişimini izlemeye koyulur. Her güzel ya da iyi haber onun beyninde yeni yeni renkli düşler kurmasını sağlar, gün be gün hayallerinin sınırlarını genişleterek. Evine gelen ödenmemiş elektrik, su, telefon faturalarını üst üste istifleyip öfkelenirken, o hâlâ parasıyla ikinci el mi yoksa sıfır kilometre araba almasının mı daha karlı olacağı arasında salıncakta sallanır. Bir gün biri çıkıp şehir dışında on sene içinde gelişecek bir yerden arsa almasını salık verdiğinde kafası iyice allak bullak olur, on sene sonra ‘kim öle kim kala’ diye. Ev yaptırıp oturmayacağı boş bir tarlayı salt parasına para katmak uğruna satın da alır. Plesantası içinde yavaş yavaş kulaç atan kız çocuğunun doğup, büyüyüp elinden az şekerli köpüklü kahve içeceği günlerin keyfini düşleyeceği yerine, evlendirdiğinde alacağı başlık parasından elde edeceği karla yaşayacağı mutluluğu düşler, sabah çayını höpürdetirken. Tatminsizliğini, gerçekleştirmekten mutluluk duyacağı düşlerini de ortadan kaldırması izler. Sonunda, bir bostanın ortasında toprağa oturup, çıkardığı paslı çakısıyla soyduğu hıyarı tuzsuz yeme arzuları olmaksızın, tarlasına bir hamburgerci açma duyguları ağır basmaya başlar, yüreği yerine beyninde. Sonuç; günde elli müşteri ağırlayan bir genelev kadınından alınan tat kadar yaşar kurumuş yaşamını, düşlerindeki dağın yeşil eteklerinde ateşlemediği mangalın başında hiç şarap içemeden, üstelik şişeden. Biriken ‘Varyemez’in para kuleleri’ hayali gerçekleşip büyüdükçe artık hiç dokunamaz olur ona. Görünürde bir dine inancı olsa da aslında kendi yarattığı toteme tapınmaya başlar, tüm yaşamını dışlarcasına. Bir gün gelir, inanılmaz bir gümbürtüyle yerinden sıçrayarak uyanır, uyanmasına da şairin dediği gibi artık ‘vakit çok geç’. Uçları nasırlaşmış duyguları kendini çoktan katletmiş olduğunun farkına varsa da o, eski heyecanını körüklemeye çalışır, kalbi aniden yükselen tempo karşısında ayak uyduramayıp tıkanana kadar. Son noktada; içi gülen gözlere takılı kalır bakışları en son nefesini verirken, filmi başa bile saramadan. 
- At, at. ‘Bekâra karı boşaması kolaymış’. Sanki sen, kendi deyiminle para üretme çiftliğini, sefahat hayatı sürdüğün villanın ikinci katına taşımadın değil mi? 
- Yoo… Şu an dört kolluya bindirseler, geride bırakabileceğim bir tek çöpüm dahi yok. 
- Hem bu kadar para bastın, hem kuruşun yok, öyle mi? 
- Evet yok. Yalan mı söyleyeceğim. 
- Ev?.. Arsa?.. Araba?.. Yazlık?.. Kışlık?.. Atölye?.. Fabrika?.. - Hiçbiri… - Nasıl yani?..! 
- Hepsinin geçici sahibi oldum, yani çoğu zaman kiraladım ya da parasını basıp verdim, kullanım hakkım dolana kadar. Hiçbir şeyi satın almadım, sahibi olmadım, kullanıcısıydım hep; ev de araba da otel de lokanta da hatta kadınlar bile. O gün canım sarışın isteyebilir, ertesi gün esmer. Evlat istediğimde, istemediğin kadar birilerine, korunmaya, sevgiye muhtaç çocuk çıkıyordu ki önüme, bu memlekette. Her sahip olduğum şeyin başıma olmadık işler açacağının bilincindeydim. Evlenseydim, karım beni başka kadınlarla paylaşmak ister miydi? Çocuklar birbirlerini yerlerdi mirasın büyüğünü kapabilmek için. ‘Gereği yok’ diye düşündüm. Bakıyordum canım meyhaneye gitmek istiyor. Dükkân sahibinden garsona, vestiyercisinden tuvaletçisine park bekçisine kadar hepsini doyuracak parayı gitmeden basıyordum. Onlar da yaşatabilecekleri hizmetlerin fazlasını veriyorlardı her seferinde. Yani gerektiğinde, gereğinden fazla. İşin püf noktası da bu, benim yakaladığım. 
- Ya dolandırdığın bunca insana borçlarını nasıl ödeyeceksin şimdi? 
- İsterlerse yeniden basıp verebilirim her an, borçlarım ne kadarsa. 
- Sen biraz değil epeyce delisin, gördüğüm kadarıyla. 
- Niye ki? Onların alabilecekleri, benim ise kaybedeceğim hiçbir servetim yok ortada. Alacakları kadar olan bir malı yeniden bastıklarımla onların adına alabilirim. Bu arada benimkiler de diğer aklanan paraların arasında arınmış olur zaman içinde. Onlar da isterlerse satıp alacaklarını gerçek paraya çevirebilirler. Ha yeni ha eski, ha sahte ha gerçek, yani aslında değişen hiçbir şey yok ortada. 
- Kabul ederler mi? 
- Başka seçenekleri mi var ki? 
- Sen de bu arada paranı aklayacaksın, öyle mi? 
- Evet. Bu da bir yöntem. Temel ilke bu, ama herkesin kendine göre yöntemleri var ama küçük ama büyük. 
- Sabahtan beri sen neyi kanıtlamaya çalışıyorsun kuzum? 
- Paranın yaşam için söylendiği anlamda o kadar gereği olmadığını. 
- Ayakların yere basmıyor, uçuk kaçık konuşmaların ise açıkçası bana hiç inandırıcı gelmiyor. 
- Bunları söylemekle sözü nereye getiriyorsun ki? 
- Bohem hayatının bittiğine ve ömrünün sonuna kadar pek de hoşlanmayacağın bir delikte, üstelik Nurten’siz geçireceğine. Haa.. sahi, bu varlık içinde sınıfı iki olan, sana göre paragöz yani ölmüş, anlayabildiğim kadarıyla düşüncelerinin tam tersi bir yaşam sürdüren biri, nasıl oldu da bu ulaşılmazlığı delip hayatına böyle balıklama daldı. 
- Sen bana kafanı fazla yorma. Ortada kimin cebine ne zaman konacağı belli olmayan bunca para uçuşurken kim keser altın yumurtlayan tavuğu. Haa Nurten’e gelirsek… Onda belki de haklısın. Gönülün nereye, ne zaman konacağını kimse denetleyememiş şimdiye kadar, ben mi değiştireceğim? Yaygın görüşün aksine güzellikle, çirkinlikle, akıllılıkla, delilikle, gençlikle, yaşlılıkla… senin anlayacağın, bağlantı kurabileceğin hiçbir kıstası yok bu işin, bunca gerçeğe rağmen. 

Köşedeki ışıksızlıktan sızan kapı gıcırtısı, ikisinin de yüreğine üçer fazla vuruş sağladı, umutla baktıkları karanlıkta. Yalnız bıyıklı zayıf çenesi yansıdı, ıssız sokağın aydınlatma direğine asılmış siyah parlak gözlerinin altında. 
- Müdürüm çağırii… 

İçlerinde küçük ateşler yakıldı, bir yöneticinin personelini ya işe alırken ya da atarken odasına yalnız başına çağırdığını bildiklerinden. 
- Ne bakıyorsun öyle? 
- Asıl sen ne düşünüyorsun, onu söyle? 
- Ne düşüneceğim. Dilini çözdüğüm için soruşturmanın sorumluluğunu bana verdiğini söyleyecek. 
- Haklı olabilirsin… Ama sen yine de kendini hazırla, düşündüğünün tersini de söyleyebileceği için… 

ahb "Sanal Kalemin Gerçek Düşleri"-2000 :Kalp-azan 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

5 Mart 2013 Salı

Diren Ünzile, Diren; Gücün yettiğince

.......
Daha çok, akşama teneke davullu, yırtık sesli mahalle güzelinin eğlendireceği düğün salonunda, gece için grafon kağıdından şeytan merdivenlerini nereye asacaklarını gösteren sünnet sahipleri gibiydiler, garsonla onun kolları ısrarla ayrı yönleri gösterirken.
- Bunu bize nasıl yaparsınız, hem de bugün?
- Efendim, kalabalıkmışsınız, onun için özellikle buraya aldık, sizi.
- Biralar sıkıştırınca tuvalete gitmek kolay olsun diye herhalde.
- Tabii.. şey yok, olur mu hiç. Rahat edersiniz diye..
- Çabuk buranın sorumlusunu bul, bana. Böyle rezalet olmaz canım. Daha doğrusu, siz değil biz rezil olduk, paçamıza kadar. Bu kadar adam ayakta hala, halimize bak.

Karşıdan, arkasına salak garsonu takmış, beyaz ceketinin yakasını aşağı doğru çekiştirerek 'asla taviz verilmez' kaşlarıyla yaklaştığında, gözünün önüne zincire bağlayıp, üzerine su döküp, eşek sudan gelesiye döveceğini düşledi, kızgınlıktan ağzına birikmiş tükürüğü büyük lokma gibi yutarken.
- Parayı bol kazanmaya başladınız ya, artık şımarıklığınızdan yanınıza yanaşılmaz. Lokantanız ilk açıldığında sinek avlarken, en büyük desteği verenlerin haline bir bakın ve utanın.
- Sorun nedir?
- Yarım saattir bu kadar insan ayakta bekleşirken, bu lafı kullanmanızın, bizim anlayamadığımız bir anlamı mı var acaba?
- Rezerve edilen masayı beğenmemişsiniz..
- Hayır efendim. Asıl siz, rezerve ettirdiğimiz masaya başka müşterileri almışsınız.
- Yok efendim, rezervasyonunuz bu masa.
- Hayır efendim, telefonda özellikle istedim bu masayı, karşıdan da itiraz gelmedi.
- Kim aldı rezervasyonunuzu?
- Farz edin, Kemal! İsim, bizim durumumuzu değiştirecek mi? Değiştirecekse, bildiğim tüm erkek isimlerini sıralayabilirim.
- Hayır efendim, bilelim kim yaptı bu karışıklığı.
- Gerçek anlamda rezervasyon defteri tutuluyor mu burada? Yoksa, gelişigüzel isimler mi alınıyor?
- Anlayamadığım, bu masayı niçin beğenmediniz. Bizim her masamız ayrı güzeldir. Hem bakın, ne güzel yer..
- Sizin yemeklerinizden kuşkumuz yok. Onun için mutfağı da bu kadar abluka altına almamıza gerek yok. Bırakalım, aşçılar rahat çalışsınlar, bizler ayaklarının altında dolaşmadan.
- Tamam efendim, tamam, bir yanlışlık olmuş. Rezervasyonu alan aptal, size karşı bizi zor duruma soktu. Ben bunun hesabını..
- Hesabı, kitabı bırakın efendim, asıl bize ne çözüm getirebileceksiniz, şimdi  onu düşünün?
- Anlayışla karşılarsınız ki, sizin masaya oturtulmuş müşterileri, kollarından tutup kaldıramayız. Gelin, bu masaya oturun, biz elimizden geleni yapar, açığımızı kapatırız. İdare edin bizi, bugünlük.
- Sizi de mi?
- Anlamadım?
- Yok bir şey. Şu an, kod altı evin penceresinden dışarıyı seyrediyor gibiyim. Yalnız, aman bizim için daha fazla bir şeyler yapmayın da kapıcı dairesinden pencere resmine bakmayalım.
- Gerisini hiç merak etmeyin. Yeter ki, siz idare edin, bizi.
(burada müziği dinlemeye başlayın) 
-Bu bölüm gerçekte yaşanırken tanıklık edilmiştir, okuyucuya abartılı gelse de-
Ortası mutfak çıkışına, sol kolu tuvalet girişine arka vermiş 'U' masaya oturulurken, açlık gözlerden pırıltılar halinde gözüküyordu. Her birinin önündeki tabaklar düzeltilip, bardaklarına sular konurken, yanyana düşenler, iki ayrı kurumun çalışanından çok içki masasında geceyi geçirecek dostlar gibiydiler. İleride görünen, dış kapı girişinden üç kadın göründü, ikisinin kucağında, birinin karnında bebek olan. Kapının açılmasıyla birlikte kadınların doğurganlıklarının üst sınırının üzerindeki sayıda çocuk uğultusu, dağılmış koyun sürüsü halinde lokantanın masalarının aralarından Kızılderililer gibi başlarının yalnız saçları gözükecek şekilde ortalığa yayıldılar. Delinmiş torbasından yayılan misketler gibi zıplayan, sağa sola çarpan çocukların ortasında, üç kadın Amerikan filmlerindeki sürüyü dağıtmadan güden sığır çobanları gibi kimisini yakasından, kimisini saçından yakalayıp ortaya çekiyordu. Serbest kalan her çocuk, yeniden bir delik bulup, başka yöne doğru ne istediğini bilmeden avaz avaz bağırarak koşuyordu.  
- N'oluyonuz lan!

Sert ve tok bu sesle birlikte dağılmış koca daire biçimindeki sürü, çamaşır leğeni genişliğinde kümelendi ortada. Kapıda, kapı gibi, bıyıklı, yakasının üç düğmesi açık, ne için olduğu belli olmasa da yorgun suratlı, bir kaşı kalkık adamın arkasında, saçı dökük, şişman, kısa boylu adam, kemerinden pantolonunu yukarı doğru çekiştiriyordu. Sessizliğe, koca heyet de dahil olup, boyunlarını devekuşu gibi uzatmış, pür dikkat olanları anlamaya çalışıyordu.
- Yürü lan İlyas...

İriyarı adamla şişman kum torbasının arasından bir cüce belirdi, salyalı ağzındaki kapalı dişlerinin arasından, genziyle 'Iıııı...' sesi çıkaran.
- Siz hâlâ bir  yere ilişmediniz mi?
Korkulu bakışlı kız çocuklarının ortalarına büzüştürdükleri kadınlardan, hiç ses gelmedi.
- Şoraya oturun..
- Bir dakika, bir dakika. Orası rezerveli.
diye fırladı, garsonlardan biri, beyaz reisle göz göze bakışırken.
- Biz, yiyip gideceğiz.
- Gördüğünüz bütün müşteriler, aynı şeyi yapıyorlar.
- Yani, içmeyeceğiz.
- Galiba siz içtiğinizde, sabah kahvaltısını yapıp da ayrılıyorsunuz, gittiğiniz yerden.
- Ne geveliyon Koçum? Ağzındaki leblebileri bir kenara bırak da bize oturacak bir yer göster.
- Kaç kişisiniz?

İriyarı adam, vücudunu döndürmeden, başını arkaya doğru çevirdi. Suratı yeniden geri döndüğünde ya saymasını bilmediği için ya da sayılmayacak çokluk olduklarını belirtir gibi,
- Bilumum..

'U' masanın önünde süren belirsizlik, 'bulduğun yerde, başını ezeceksin' kimin söylediği belli olmayan deyişiyle, oldukları yere çöktürdüler tüm kabileyi. Garsonlar, masaya tek tek sandalye sürmeye başladılar. Bakıyorlar masa bitiyor, hemen yan masayı kaldırıp, bitiştiriyorlar, yeniden fırına ekmek sürer gibi sandalye koymaya başlıyorlardı. Sonunda üç masayla işi bitirdiler, çocukları her sandalyeye ikişer ikişer oturtarak. İşgüzar garsonlar, 'U' masayı kare haline getirdiklerini halkanın içinde hapis kaldıklarında anladılar.
- Daha neler, masayı ne hale getirdiniz.
- Aman ne olur idare edin. Aslında beş masalıktı bunlar, hemen yiyip gideceklermiş.
- Ne yani, bütün konuklar yemek boyunca bunları mı seyredecekler?
- Zaten gündüz programımız yok ki!...
- Nasıl servis yapacağınızı bir yana bırakalım, sizler oradan nasıl çıkacaksınız, merak ediyorum.
- Haklısınız, şimdi biraz açarız arayı.
Yeni üremiş fare sürüsü, cıvcıvlamaya çoktan başlamıştı bile.
- İlyas.. oğlum.. Sen niye öyle sıkışmışın orada.. Kalk kız oradan, sen git başka kardeşinin yanına otur.
- Yaa biz hepimiz, üç kişi oturuyoruz. O, iki kişi oturuyor, daha ne?
- Çok konuşma, otur yerine...İlyas...oğlum… rahat mısın?
- Iıııı...
- Eveet, ne yiyonuz?
Civcivlerin hep bir ağızdan çıkan, 'ben,..ben,..' sesleri birbirine karıştı.
- Kesin lan.. İlyas.. oğlum.. Ne yiyecen?
- Iıııı...
- Neler var yiyecek?
- Tüm ızgaralarımız mevcut...
- Döner var mı?
- Yaptırırız efendim.
- İlyas.. oğlum.. döner yen ni?
- Iıııı...
- Şöyle üzeri yoğurtlu... iskender.. hıı?
- Iıııı...
- Köfte...
- Sen birbuçuk iskender yaptır İlyas'a, yoğurtlu.
Yeniden civcivler alevlendi, 'ben de,...ben de..' diye.
- Analarınız, köfte yiyecekmiş, siz de ondan yiyin.
'Ama ben... iskender... sevmem ki... çok severim... yerim... bir... iki...'
- Tamam, tamam. Sen say, kaç bebe varsa o kadar köfte getir, onlara.
- Peki efendim. Salata yaptırayım mı, ortaya?
- İlyas.. oğlum.. salata yen ni?
- Iıııı...
- Yemen ni? O zaman karpuz kestireyim sana haa?
- Iıııı... 
- E İlyas' ım, hiçbir şey yemiyon sen de  ha. Olur mu? Bir şeyler iç bari. Ne içen?
Oturduğundan beri elindeki oyuncak tabancayı kurcalarken adeta kıçı okşanıyormuşçasına salyaları akarak gülen, sorulara vücudunu iki yana bebek uyutur gibi sallayarak meşhur sesi çıkaran küçük prens, geldiklerinden bu yana ilk kez, hışırtılı ve çatlak bir sesle,
- Kola
dedi, sessizliği yırtarcasına. 'Ben de,...biz de,...' sesleri yeniden yankılandı, alçak tavanlı lokantada.
- Susun lan, fırsatçılar. İlle İlyas'ın yediğinden, içtiğinden mi isteyeceksiniz, her seferinde. O kendi buluyor. Siz de bulun. Mesela, o 'kola' deyince siz de 'su' deyin. Sen onlara su getir, analarına da gazoz. Siz de analarınızdan fırt çekersiniz. Ha bir de, İlyas madem çok yemiyor, ona fırında sütlaç getir, iskenderden sonra.
'Ben de,...ben de,...biz de,...' 
- Çok konuşmayın, bu sıcakta tatlı yenmez, kurtlanırsınız. Önünüze konanı yiyin.
Orta şekerli kahveler, sigara dumanlarıyla höpürdetilirken, 'O' masanın ortası çocuk parkına dönmüştü, ebecilikten saklambaça, çinçandan elim elim üstüneye kadar. Bir alay kız çocuğu, tek erkek çocuğun peşindeydi, belki yemediği iskender kebabını 'O yesin' diye bağışlayabilir umuduyla. 
- İlyas, hadi güzelim, dönerini ye. Yemeyecen ni? Hiç mi? Ama yazık, sonra arkandan gelir. Bak ben yerim sonra. Bak yiyiyom..
- Elleşme kız, çekil oğlanın başından. İlyas'ın yemeğine tebelleş olma.
- Yook, yook, ben o yesin diye numara yapıyom.
- Ha.. iyi..
- İlyas, kolanı içecen ni?
- Oğlan yemeyecek herhalde,...
- Yer, yeer. Ye oğlum ye.. İlyas.. oğlum.. yemezsen ama gücün olmaz, hıı? Peki, peki.. paylaştır bebelere, ziyan olmasın.

Balık lokantasının önündeki çöpe, içeriden çıkan artıkları koyan aşçı yamağının etrafına toplanan kedi yavruları gibi aldıkları tattan kuyruklarını sallayarak yediler, üşüştükleri 'İlyas'ın yemediklerine'.
.....
"Sanal Kalemin Gerçek Düşleri" - 2000: "Kıldan Hikaye"den bir pasaj

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.