23 Mayıs 2013 Perşembe

Adam Ustasına Veda...



20 yıl öncesi, içine birlikte sığıştığımız son kare...
Sabah; o günün ışıttığı haberin üzerine ağırlığınca abandığında, yaranın sıcaklığında acı, haykırmaya bile yeltenmemiş, ozanın dediği gibi; üzerinden geçen zaman, sabah be sabah ayrılığı yavaş yavaş ko'masından bir türlü vaz geçmemişti.

Oysa ki öyküler, her ne kadar zamanı hep soldan sağa ya da baştan sona doğru yazsa da acı, ibresini inatla hep sondan başa doğru kendi bildiğince makarasına geriye doğru sarmasını sürdürür.

Hani; son resim, son bakış, son söz, son duruş, gülüştür ya, bellekteki en büyük çözünürlükte yer tutan, aslında “son” diye ayağın takıldığı; bir sonuç değil, öncesinin doğurduğundan ibaret olsa gerek. Ve “son”dan; bir an, bir saniye, bir dakika, bir saat, bir gün, bir ay, bir yıl,... bir ömür öncesi yaşananlar adına dikilen bir andaca dönüşür, sayfalarının ağır ağır parmaklandığı.

Sonrasında; mırıldanılan bir türkü ya da kalemlenmiş bir kelime ya da cümle, “son”un öncesine dair bir özlemi anmak adına atılmış güçlü bir çığlık olarak yankı bulur.

İnsan kendini, anılarda akıl çanını birlikte çalıp, kulaklara sevginin uğultusunu anaforlarken yakalayıverir.(alt satırı tıklayınız)

Ya da sıcacık bir umut olup, belki de bir sonrakinin temennisi dökülüverir dudaklarından, içten, inanarak.


Ancak sevginin gerekçesi olan anılar, hep çocukturlar. Kim bilir, belki de bundandır; çocukluğun, bunca anının arasında baş tacı edilmesi. Sevginin çocuk masumiyetindeki içtenliği olsa gerek, istendiğinde istendiği kadar bir fesleğencesine okşanıp koklanabilmesi.

İşte böylesi rüzgarların estiği mevsimde geldi, gidişinin hüzünlü, omuz çökerten haberi. O an dile giren kramp, izin dahi vermedi büyük büyük şatafatlı sözleri etmeye. Arayışlar nafileydi, kelimelerin üstü başı hoyratça didik didik aranırken. En yalın söylemle; terk ediverdi mahalleyi de, mahalleliyi de. Bizi, bıraktığı anılarını omuzlayıp taşımaya mahkum etti, hem de müebbeten, şimdilik kalanların onu uğurlayan elleri havada kalmış olsa da.

Bebeliğimde; misket yuvarlayıp, kayısıya daldığım, tepelerden tahta merdivenle 10 çocukla birlikte kaydığım, ilk şarabı, tütünü kaçak tattığım, lik kaydırıp, laklakla bileğimi patlattığım, kelek kavundan fener oyup, bisikletle çiftliğe pedal sardığım,... çocukluk arkadaşım, delikanlılığımın sevdalı hoyrat rüzgarı, gençliğimin can ve siyasi yoldaşı, mahallemin bebesi Serdar ko verip gidiverdi, Güneşin tepelerin ardından batışının umarsızlığında...

Avucumuzun içinde kalan anılarla omuzlarımız çökük, köşedeki duvar üstünde öylece bekliyoruz, neyin bizi karşılayacağını bilememenin çaresizliğinde...
 
Hasret dolu Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Çamur Ustası

Yaradılışı anlaşılır kılan, öyküsünün iyi anlatılmasında yatmakta. Evren, Dünya, Canlı, İnsan basamaklarının beden ölçüleri farklı da olsa ortak yanı, hepsinin bir yaratılış öyküsüne sahip olması. Ancak; "yaradılış" kelimesi her niyedir bilinmez, sözünün geçtiği her cümlede hep ilk yaratılana uygun görülmekte. Oysa, Adem'in yaradılış öyküsünün tüm din kitaplarındaki açıklanamaz anlatımı göz ardı edilerek, evrimin deviniminin bir parçası olarak insana yüz dönülürse, her doğum en az Adem'in mistik kitaplardaki öyküsü kadar muhteşem, akla durgunluk verecek mükemmelikte olduğu kuşkusuz. Tabii ki bugünlük konuya "insan" diye başlamamızdan, Evren'de oluşum geçiren her canlı ya da cansız için kullandığım sıfatlar aynen geçerli.

Halbuki; yaradılışlardaki anlaşılmazlık her ne kadar dinsel açıdan mucizevi hali yüceltilmiş olsa da, bilimsel yönden tüm fen bilim ve dallarına sırtını dayar. Bu kez de sıra, tüm fen bilimleri konusunda anlatılacak ayrıntıyı anlayabilecek kadar bilgi sahibi olmaya gelir. İlgilenip de bilgilenenin ancak kendi öğrenimi -o da varsa-kısmında ukalalık etme hakkına sahip olması, tümünü tartışabilecek insan sayısının nadideliğinden ötürü bir türlü becerilemez. Kısaca, öğrenim görmemiş bir duvar işçisinden; hem biyoloji, hem genetik, hem kimya, hem matematik, hem geometri, hem trigonometri, hem fizik, hem mekanik, hem akışkanlar, hem elektrik, hem elektronik, hem mekatronik, hem tarih, hem coğrafya, hem sosyoloji, hem psikoloji, hem antropoloji,... ve oluşumu sağlayan nice dallar konusunda tümüne hakim ve tartışabilecek düzeyde olma beklentisi bunca düşük bir katsayıya karşılık gelirken, evrim ve evrim kuramlarını anlayıp kabul etmesinin, iyi niyetin ötesine geçemeyeceği bir gerçek olsa gerek. Bu nedenle, sonu gelmeyen öykünün algı sınırını göğüslemesinden sonrası için, en kısa öykü olarak "Tanrı yarattı" diye verilmesi, bence en uygun düşen yöntem.
 
Hangi bilim olursa olsun, hal dönüp dolaşıp yine öyküye ya da temelini oluşturan; dil, cümle, söz, sözcüklere gelip dayanmakta. Açıklanamamış bir problem, anlatılamamış bir deney, tanımı yanlış anlaşılmış bir kavram bunun gibi yetersizlikler, sonucun burnunu aksi yöne çevirmesi kaçınılmaz.
İşte böylesi bir niyetle, insanın yaradılışının öykü iskeletini oluşturan dört temel kelimenin; sözlük değil de, gerçek anlamlarından yola çıkarak yaptığım sosyal bir atölye çalışması, bugün sizinle paylaştığım. 

Niyet: Belki de en kolay teşne olunan ve iradesizliğin, sebata inat sabırsızlığın had safhaya eriştiği aceleci icraatın, akıldaki yansıması olsa gerek ki; icraat, toplum önünde "3" diye hedef belirlemeyi aşamadığından, namütenasip sınıfına girmekte ve ben de buna ayak uydurarak, icraat kelimesinin eylemselliğinden vazcayıp söylemselliğiyle yetiniyorum.
İcraat: Ancak her niyet, kuluçka dönemi ile örtüşemediğinden, sonuç alınması yalnızca tadı damakta kalmış tozlu bir anı olarak kalır ya da niyet akla hiç gelmemişken, ansızın yakalanıldığında, dünden niyetliymişcesine toz kondurulmaz.

Hamilelik: Her ne kadar gebenin beklediği bebek zannedilse de; aslında günlerdir, gelecektir neler getireceğinin belirsizliğinde.
Doğum: Tarafların ilk karşılaşmasıdır, her seferinde bu buluşma aşk doğurmayıp, işçi-işverenin aralarındaki symbiosis yaşam ilişkisinde sürse de.

Buraya kadar, her dişi cinsiyetin taşıdığı güdülerin yol haritasıdır; anatomik yapıları el verse, erkekte de olsa aynı duyguların taşınacağı, eylemlerin yaşanacağı kuşkusuz. Ve Annelik bir meslek olarak kabul edilirse, başlangıç tarihi doğumun bitimiyle başlar ya da o tarih geçse de mesleki ilgi, bilgi, beceri eksikliği ile anneliğe ulaşılması her sabah ertesi sabahtan medet umar, katlanarak artan, altından kalkılamaz borçlar gibi karabasana dönüşür. Bu ise; süreç içinde umursamazlık, aldırmazlık olarak vücut bulur ya da vücudun bulabildiği ancak budur. Sonuçta doğurulan büyütülür, doğan da büyür. Bir canlının büyümesi; temsil ettiği sınıfın yüz karası da olabilir, alnının akı da. Canlılar içinde insanın taşıdığı vasıflar göz önüne alındığında, büyütme kifayeti değil, olsa olsa keyfiyeti temsil eder. Ama farkına varılan o ki; annelik doğumun bitiminde başlar ve öncesindeki etapların (niyet, icraat, hamilelik, doğum) koşullarına tabi değildir, her ne kadar taassup ile "çocuğu olan kadına anne denir" tanımı şarkın tesettüründe "çocuk doğurmuş kadına anne denir" diye tornistan edilmiş ise de.

Biz büyüyecek çocuğa geri dönersek; önüne yiyecek konmuş her canlının biyolojik gelişimi sürecinde, bir bebeğin de büyümesi, hayret edilesi bir durum değil. Zira, büyümekle insanlaşmadığı, sürecin büyütmek yerine yetiştirmekle mümkün olduğu ise, duru bir su kadar görünür gerçek. Kısaca, yetiştirmenin; 5 duyunun zeka kulanılmadan eşgüdümünü akılla sevk ve idare etme becerisinin kazandırılması ya da yaşarken her an, hayvansal güdülerle yönlenmek yerine, aklı kullanmayı alışkanlık haline getirmek olduğu gözükmekte. Hatta, beynin fizyolojik ve anatomik sırlarının çözülmesi yakın geçmişe denk geldiğinden, aksine aklın yürekte olduğu varsayılmış tarih boyu. Ve bu nedenle de, aklın hep sevgiden geçtiği kabul görmüş, kendi çağlarının insan olarak gelişmiş toplumlarında.

Tüm bu içsel sorulara bulunan yanıtlarla, sonunda kala kala Annelik; "bir bebekten adam yaratan kişidir" sonucuna gelmemek elde değil. (Takiyeye yol açmamak adına; tanımda "adam" diyerek kast edilen, erdemli, onurlu, donanımlı insandır, cinsiyeti değil) Kısaca; her Annelik yapanın mutlaka Anne olmadığı gibi, her Annenin de Annelik yapması söz konusu değil. Üçüncü boyut katılmaya kalkışılırsa, Annelik yapmanın cinsiyeti de söz konusu değil, buna açıkça tanıklık yapabilecek; bunca abi, baba, amca, dayı, dede sayısının çokluğunu göz önüne alarak. Aksi halde, çarpıtılmış hipotezden elde edilecek kaypak aksiyomun ışıksız kavşağında; annesiz yetişmiş nice değerli insanın kuşkusuz vasıfsız olacağı sonucuna varılır ki, bu aslını inkar etmenin ötesine geçemez. Ve çevrede görülen her yetişmiş vasıflı insana, biyolojik Annesi olmasa da, Annelik yapan birisinin varlığına rastlamak bir tesadüf olmasa gerek.

Bu sonucun başka bir ifade edilişi de; "malzemeden kaçınılmadan, üşenmeden, erinmeden, gocunmadan emekle yoğrulmuş hamurun, kıvamla ve ihtimamla, aceleye getirilmeden demleyerek, akıl, bilgi, sabır ve sevgiyle pişirilmesi" olsa gerek, çevremizde fizyolojik olarak insan görünümünde olan kimilerine bakıp aldansak da, aynı familyadan geldiğimizi inkâra kalkışıp inanamasak da.

Tüm yazdıklarımın ışığında;

Bu masmavi dünyada,
insan yetiştirmiş ya da yetiştirmeyi sürdüren
...
annelik mesleğinin kutsal emekçilerinin

Annelik Gününü Kutlar; 
yüreklerindeki, akıllarını taşıdıkları ellerinden öperim.

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

10 Mayıs 2013 Cuma

Yaşamda, Yaşanmadan Yaşatılanlar

İnsanoğlu her dönem; yaşamak ile hayatta kalmayı,
birbirine karıştırmaktan hiç çekinmemiş.
Bunun da;
çağ atlatan sermaye gruplarının iştahını
gavurdağı salatası kadar açmış gözükmekte.
Günümüzde;
ellerindeki koruma yazılımlarını satabilmek uğruna
bilgisayar virüsleri yayma sektörlerinin
yumurta-tavuk yaratıcılığındaki girişimcilikleriyle,
bu minvalde insanoğlunun yumuşak karınlarını 
inceden inceye gözden geçirerek,
"insanları kendi çıkarıma nasıl alet ederim" derdinin açmazına 
açar bulma niyetiyle, 
kendine meslek olmayan bir iş yaratmanın 
derin tefekküründeler.

Aids ya da
kongolusundan kırımlısına, kuşlusu
hatta kanlandırarak kombinasyon sayısı arttırılmış grip virüsleri sayesinde,
işin başında üretilmiş aşılardan elde edilecek gelirle
"ayak izi bırakma" fikri ne kadar uyuşmakta,
bu da kişinin aklıyla düşünmesine kalmakta.

Reklam sektörünün hacıbabalarından, kulağı kesik bir muhterem zamanında yaptığı sohbetinde şöyle demişti:
"Bir deterjan reklamı mı yapacaksın. En basit yöntemi, ismini ancak meslek erbabının bileceği bir maddeyi öne, vitrine çıkarmaktır. Aslında tüm deterjanların yapımında olmasına rağmen, yalnızca ona ait bir özellik gibi tanıtmak. Kısaca; farklı olmayanların arasında farkı gördüğünü sanmak, tercih nedenidir. Biz de onların bu illüzyonu,  gerçek olarak algılamalarını sağlıyor, yardımcı oluyoruz"

Yapımızda zaten var olan bir maddeyi önce orta yere dikip,
sonrasında ona isabet ettirebilmek için 
avuçlanarak atılacak yerdeki taşları satmak,
kapitalist sistemlerin vaz geçilmezi olsa gerek diye düşünmekteyim.

Bir yandan sigaranın zararları ardı ardına dizilirken, 
reklama girer korkusuyla  
alzaymır'ı geciktirdiği konusu bir gerçek olmasına rağmen,
yasakları çiğnememek uğruna bir türlü ifade edilmesi 
söz konusu bile olamamakta.
Pazartesi sendromu, iş, işyeri, işveren stresi, 
eş, aş kaygısı ajitasyonlarıyla bezenmiş doludizgin yaşamlar için,
kostümlere uygun Hollywood dekorlu plato kurulur ve
ardından müsekkin üreticileri 
dikimevlerinde dikilen keplerden çok üretim yapar,
tüketimi karşılamak uğruna.
Gün gelir, yaşamı sorgulamak yerine, 
var olan ilaçların etkisizliğini tartışır hale gelir.
Bunun üzerine, aynı firma başka adla bir başka karışımı piyasaya sürer.
Kurutulup da kurtulması bir türlü düşünülememiş 
bataklıktaki sivrisinekler için,
havaya sıkılmış ayresolle alınacak önlemin cıvıklığıyla,
larva kaynayan yuvaların genişlemekten 
oynayacak yeri dar gelir.

Ücret karşılığı verilen
"sağlıklı yaşam", "uzun ömür", "kısa sürede çok kilo verme", 
"aklı boş ver, beden genç kalmalı" türü konferans ya da seminerlere;
polen filtreli, klimalı, uzaktan kumandalı, otomatik, 
aynı zamanda ses kontrollü cipleriyle katılanlar,
"hayata dört elle sarılın", "yaşamı sonuna kadar yaşayın", 
"aslolan insan sevgisidir" gibisinden
günümüz "nabza göre şerbet" lezzetindeki ticari edebiyatla,
katılım bedellerinden elde edilen trendlerin getirisi rant olarak paylaşılırken,
katılımcıların durumu istense de,
başka niyetler uğruna da olsa ilk ve tek kez kalkışılmış,
haftasonu günboyu adımlanmış doğa yürüyüşünü 
çağrıştırmaktan öte gidemez.
Aksi halde,
memleket doğacıdan geçilmez,
bunca pisliğin müsebbibi ve yaratanını da 
iyi saatte olsuna bağlamak farz olurdu.
Ya da zayıflama merkezlerinin yanlarına pıtırcık tarlası gibi açılan
kebapçı, hamburgerci, tatlıcı cirolarının
giyim mağazaları komşularına oranla
daha yüksek olduğu bilinmesi gerçeğine inat;

ya asansörle çıkılır,
ya da insanın hareketsizliğinden elde edilmiş konforla
tepeleme sıvanmış araçlar,
pencereden bakılınca görünecek kadar yakınlaşmış bahçeye park edilerek,
sağlıklı yaşam için spora başlanır.

Yumurtanın, yararlı mı ya da zararlı mı diye 
toplum tarafından algılatılması ya da
Kafkaslarda yaşayan 120liklere inat,
tereyağ üzerine düzülen koçaklamalar sayesinde
yaşamı bir tenis maçına döndürenler bu işe,
"düzen bu...", "eee n'aparsın ekmek parası..." gerekçelerine sığınarak
güzellemelerini esirgemeden sürdürmekte.

Sonuç olarak,
işte bu uygunlaştırılmış ensenin de,
şaplak yemesini engelleme şansının ortadan kalkması;
süreci akışkanlaştırmakta, çırpınma süresini ise sündürmekte, sürdürmekte.
Maharet isteyen bu uzmanlığın bel kemiği ise;
durmuş bir saatin günde iki kez doğru göstermesinin ince zekasında,
bir tutam doğruyu bir kazan mavrayla iyice karıştırıp,
çöpü samana ustaca yedirmekten ibaret.
E o da; yeryüzünde "hayatta kalma"nın derdine düşmüşler için,
o kadar da zor olmasa gerek diye düşünüyorum. 

Ara toplamda görünen o ki;
olmayan mesleği yaratarak kazanç elde etme, adeta meslekleşmekte ya da
bilim yerine bilgiyi makama, nakde, güce çevirecek transformatörler
kan ter üretmekten geri kalmamakta ya da
üstü okunmadan altına sorumsuzca atılsa da,
"bu gün kaç evrak imzaladım, biliyor musun sen?"e dayandırılarak
afilli her imza başına prim alıyormuşcasına,
yorgunluk bedelinin sosyal raflardaki hak ettiği yeri almasının,
bedende yarattığı iç huzur tahribatına aldırmadan böbürlenmekte,
parmak kıpırdatmaksızlıkla ters orantıda gelire kavuşmak,
içinde emek, alın teri olmayan yaşamlarda
sakinleştirici ilaç kullanma yaşını 8 e de düşürebilir,
uyarıcı ilaç kullanımını 88 e de tırmandırabilir.
Bu, başın içindekince çok iyi bilinse de,
kendi kendine ikna yoluyla zerk edilir,
bu koskoca yalan manzumesinin tatlı uyuşturucusu 1,5 kiloluk bu et yığınına.

Bu noktada, aynı zamanda dost bildiğim
Düş Hekimi Yalçın Ergir'in bir yazısına atıfta bulunmamak elde değil.

http://www.ergir.com/2011/dusler_anlatilirsa.htm
(TBD (Türkiye Bilişim Derneği)'nin 2011 yılında düzenlediği 28.Ulusal Bilişim Kurultayı'nda sunduğu sunum. Bağlandığınızda, sayfanın başındaki .pps sunumunu bilgisayarınıza indirerek açabilirsiniz)

Sunumun ortasında yer alan 
"Kasapta" başlıklı, 974 gramlık düşler bölümünde,
bana inat üç satırda konunun özünü bağlamış.
Kısaca insanoğlunun yaşamındaki gerçek üretiminin,
içinde hayat bulduğu üretim atölyesinin darasının
ağırlığına  
ulaşamadığını gördüğü halde bundan şikayetçi olmayıp,
yalnızca hayretini gizlemeyen sanatçının ürettiklerini de
"ne var? Onun yaptığını ben de yaparım... belki de daha iyisini..."
demeyerek sıradanlaştırılmadığında,
koltukaltında taşınan 40 karpuz bile an gelir,
bu durum karşısında çaresizleşebilir.
Zira yaşamak ancak bir damıtmadır;
demlemek gibi süre alan,
kavutuna akıl, sevgi ve emek bulaşan,
piştikçe altı tutmayan
Evren'in en sıcak en gevrek en taze somunudur belki de,
farelerin çiftleşerek kısa sürede üremesiyle karıştırılmadan.
Belki bir arısütüdür, belki de binlerce yılda bir parmak katmanlaşan bir kayaç.
Aslında insanın kendi aklını dürüstçe sıkma cesaretidir;
kaç damla damlayacağını bilmek uğruna,
süksesinin bozulmasından kaygı duymadan yaşanan korkusuzluktur,
kim bilir?

Bir zamanlar,
enine geniş bir ulunun "herkesin bir fiyatı vardır" diye buyurmasıyla;
insanın üç paraya kendini pazarlamasının,
hiçbir sakıncası olmadığı konusunda tava getirilmişti nasılsa.
Hatta kantara müdahale edilerek "benim memurum işini bilir" ile pekiştirilerek,
bugünlerin yeşermiş güvensizlik ormanlarının tohumları o günlerde ekilmişti.
Bu nedenle esas şaşırtıcı yanın,
günümüz hasadından biçilenlere hayret edilmesi olsa gerek.

Bağlantıda; günümüz misyonerlerinin kartelleştirdiği
"ölebilirsin ha!" tehditi ile yayılan "ölüm korkusu", kokusu;
akıl ile düşünülünce, çarenin üç kuruş için çiziktirilmiş reçetede değil de,
yaşamın içinde zaten var olduğunu açıkça gözler önüne sermekte.
 
Kısaca hikmetsiz akıllardaki cesaretin,
saman alevi kıvamını geçememiş olduğu gün gibi gözükse de,
aslolan; Don Kişot'u küçümsemeden,
yaşam öğüten değirmenden menkul canavarlara karşı
onurla durabilmek.

Sevgilerimle... 

ahb 

 not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Hiç çocuklarınızı astılar mı?

Atilla İlhan anlatıyor;
"12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz'lere kıymışlardı. Karşıyaka'dan İzmir'e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı...
Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra... Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm".

(Müjgân: Kirpik)

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar müjgânla ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar müjgânla ben ağlaşırız

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara

 
Atilla İlhan - 6 MAYIS 1972

YUSUF ARSLAN'IN Babası BEŞİR ARSLAN anlatıyor

5 Mayıs günü haber vermediler.
 
Evdekilere söylememiştim ama, o gece infazı bekliyordum ben. Kızımın evindeydim. Evde benden başka hanım, oğlum Yücel, ablası, bir de damadım vardı.
 
6 Mayıs 1972.
 
Saat 04.30'da kapı çalınınca ben açtım. İki kişiydiler. Sivildiler. Herkes yatmıştı, uyuyorlardı. Kapının sesine onlar da kalktılar. Anne, şaşkın bir durumda benimle birlikte kapıyı açmaya indi. Dördüncü katta oturuyorduk. Hanımı üçüncü katta durdurdum. Ben aşağıya inerken, ikinci kattakiler kapıyı açmışlardı bile. Demek onların da ziline basılmış. ”Başınız sağolsun” demişlerdi. İlk sözleri bu olmuştu gelenlerin. Bu sözü kapıda değil, merdivenlerde söylemişlerdi. Anne duydu bu söylenenleri. Herkes ağladı.
...
Yenimahalle’yi geçip Karşıyaka Mezarlığı’na geldik. Saat 5 olmuştu. Gün ışımıştı. İnce bir yağmur çiseliyordu. Mezarlık resmi ve sivil polislerle doluydu. En az otuz otuz beş polis vardı. Bir de toplum polisi arabası duruyordu. Asker olarak da iki jandarma eri, iki astsubay, bir de jandarma yüzbaşısı gördüm. Yenimahalle Jandarma Komutanıymış.
 
Arabadan indik. Mezarlık Müdürü’nün odasına alındık. Ankara Emniyet Müdürü, Üçüncü Şube Müdürü de oradaydı. İki tane de, sanıyorum MİT'ten -birini öğrenciliğinden tanırım- şube müdürü vardı. Oturuyorlardı. Biz girince ayağa kalktılar. “Başınız sağolsun” dediler.
 
Cemil Bey: “Ben cenazemi teslim alır İstanbul'a götürürüm” dedi.
Emniyet Müdürü karşı çıktı önce, sonra da, “Araban hazırsa hemen al götür” dedi.
Cemil Bey: “Arabanın hazırlanması, cenazenin taşınması bazı formaliteleri gerektirir. Tamamlayınca götürürüm” dedi.
”Biz bu formaliteleri tamamlamanı bekleyemeyiz” dedi Emniyet Müdürü.
“Götüreceksen şimdi götür, yoksa biz herhangi bir yere gömeriz.”
Böyle söyledi Emniyet Müdürü.
 
Bu sırada Bora söze karıştı: “Hem cenazeyi teslim ederiz diyorsunuz, hem de taşınmasına izin vermiyorsunuz; işi oldu bittiye getiriyorsunuz. Ne demek bu? Madem teslim ediyorsunuz, biz cenazemizi, araba tutar, dilediğimiz zaınan alıp götürürüz” dedi.

Bu arada ben de, izin verecek olurlarsa Yusuf'umu alıp köyümüze götürmeyi geçiriyordum kafamdan. Bir yandan da, bunlar bir polis birliğini ardımıza takarlar, köyü de köylüyü de tedirgin ederler, diye düşünüyordum.

Cemil Bey, “İnfazda bulunan avukatlarımız gelsin, onlarla da görüşelim, gerekeni yaparız” dedi.
”Avukatların görevi mahkeınede sona erdi” dedi Emniyet Müdürü. “Artık avukatlarınızın işlere karışmaya hakları yoktur. Yani ne yapacaksınız? Şu anda burada ne yapacaksınız?” Sesi çok sinirliydi.

Bu arada Hüseyin'in babası Hıdır Bey de geldi. O da bitkindi. Cemil Bey, “Çocuklarımızın gömüleceği yeri görelim. Neresidir? Çocuklarımız nerede?” dedi.

Çocuklarımızı görmeye izin verdiler. Cemil Beyle Bora, kalabalık bir polis topluluğunun eşliğinde, çocukların gömüleceği yeri görmeye gittiler. Az sonra döndüler.

Cemil Bey, “İyi” dedi.

Böylece onların isteklerine boyun eğmek zorunda kalmış olduk.
Cenazelerin yanına götürdüler. Gusulhanedeydiler. Tabutların içindeydiler. Üç ayrı odacığa konmuştu tabutlar. Gösterilen odacığa girdim. Tabut, bir masanın üzerindeydi. Kapağı açıktı. Üç tabutun üçü de kapaksızdı. Ben yalnızca Yusuf'umu gördüm. Arka üstü yatıyordu. Ayağında botları vardı. Haki kadife pantolon. Üzerinde de gri bir hırka. Yüzü sararmıştı. Tutamadım kendimi, ağladım, öptüm, okşadım. Boğazında urganın siyah izi vardı. Boğazının altı şişmişti. Dokundum: Taş gibiydi. Gözleri aralıktı.

Öbür babaların ne yaptığını bilmiyorum. Göremedim. Gusulhaneden çıktık. Cenazelerimizi yıkatıp dini tören yapacağımızı söyledik. İmam geldi. Zorla geldi. İsteksizdi. Çıkarıp elli lira tutuşturdum eline. Yıkadı. Biz üç baba, bir de Bora, abdestlerimizi yeniledik. Yıkayıp kefenlediler. Kefenleri orada mezarlıkta aldık. Tabutlara koydular. Bir masanın üzerine üç tabutu yan yana koyduk.

Ben önceden söylemiştim: İmam yanaşmazsa cenaze namazını ben kıldırırım, demiştim.
”Cenaze namazı kılmayacak mıyız?” dedim.
”Orada kılarız” dedi imam. Atlattı bizi.

Cenaze arabası geldi. Tabutları arabaya koyduk. Mezarların yanına götürdük. Önceden hazırlanmış betondan boş mezarlar vardı. Biz seçtik mezarları. Daha doğrusu Cemil Bey seçti. Çocukların yan yana gömülmesi konusunda bir tartışma oldu. Biz yan yana gömülmelerini istiyorduk. Onlar karşı çıkıyordu.
”Yani yan yana gömülürlerse üçü birleşip yeni bir eyleme mi girişecekler?” dedik.

Adamların, bu isteğimizi yerine getirmeyeceğini, daha ileri gidersek o mezarları da vermeyeceğini tavırlarından anlamıştım. Cemil Beyi bir kenara çektim.
”Diretirsek burasını da vermeyecekler, gel evet diyelim,” dedim.
O da uygun buldu. ”Evet” dedik.

İlk, Deniz'i aldık tabutundan. Mezara indirdik. Bu arada aklımıza namaz geldi. Hocaya döndüm:
”Hani cenaze namazını burada kıldıracaktın?” dedim.
”Unuttum” dedi.
”Niye?”
”Bilmiyorum.
”Bu namaz kılınacak” dedim.

Deniz'i çıkardık mezarından, yeniden tabutuna koyduk. Tabutu da bir kum yığınının üzerine yerleştirdik. Önce onun namazını kıldık: İmam, biz üç baba, bir de Bora. Beş kişi. Öbürleri seyrettiler. Sonra Yusuf'un tabutuna geçtik. Bir taş yığınının üzerine koyduk tabutu. Onun namazını da kıldık. En son da Hüseyin'in namazını.

Namazlar tamamlanınca geldik Deniz'in başına. Alıp indirdik onu mezarına. Önce Deniz'i, sonra Yusuf'u, sonra da Hüseyin'i indirdik mezarlarına, sırayla. Deniz'in toprağı atılırken, imama döndüm:
”Telkin vermeyecek misin?” dedim.
”Vereceğim.”
”Ne zaman?”
”Sonra.”
”Niye şimdi vermiyorsun?”
”Sıkıyönetim var. Her davranışımızdan bir şey çıkarırlar diye çekiniyoruz. Ben sonra bu görevi yerine getiririm” dedi.
”Vebâli boynuna. Seni Allah’a bırakıyorum” dedim.

Bu konuşma ikimiz arasında geçti.

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.