11 Temmuz 2014 Cuma

Altı Peter, üstü Pele

Günümüzdeki yuvarlanmış konuşma dilinden daha gerçekçi idi; seçtiği kelimelerin anlamındaki yerindeliği, vurgu ya da tonlaması. Bir yıl içinde söküvermişti tüm inceliklerini, her ne kadar sıla dilini öğrenme niyetindeki her yabancı gibi, ona da ilk olarak anlamını bilmediği küfür sözcükleri öğretilmiş olsa da.

Onu, annesi ve küçük kız kardeşini bir akşamüstü apartman kapısından birbirlerine çarparak çıkarlarken fark etmiştik. Çoğumuz; esmer ve kavruk kalmış bir neslin çocuklarıydık ya da nadir de olsa yumurtasını çatlatabilmiş sarışınların ancak, açık ama güneşte solmuş bir kumrallıkla sürdürebildikleri kavrukluklarından hiç de şikayetçi olmadıkları yıllardı. Bu nedenledir ki; teni “süt beyaz” olarak nitelenenler, genel bir önyargı içinde sınır dışından ithal olarak adlandırılırdı, kimi kez yüzde yüz yerli olsalar da.

İşte böyle açık renk tenli bir aile görüntüsüyle sokağa düşmeleri, o an anneye “Helga”, yanındaki çocuğa da “Hans” ismini reva görüvermiştik mahallelice. Alaycı gülücükleri suratlarına asılı, piramit gibi öbeklenmiş bir avuç kavruk mahalle bebesine karşı; yuvarlak, tombul pembe yanaklarına inat, çatılmış kaşlarının altından dikti gözlerini, tek başına köyün tümüne posta koyup, diklenircesine.

Peter ile ilk karşılaşmamız diye hatırladıklarımdan kırıntılar, bunlardı belki de. Sonraki yıllar içinde sürecek sıcak dostluğun başlangıcı için, mahlep kokusundaki ılık akıntılardı, “ilk anne sütü” kıvamında.

Birkaç gün sonrasında, makasa alıp sıkıştırabilmek için maça davet etmişlerdi. Toprak arsaya geldiğimde o, bizimkileri çoktan takmış peşine, kan ter içinde sürüklüyordu bir yarı sahadan diğerine. Topa girme görüntüsünde çift dalmalar karşısında o, yerden kalkıyor, anlamadığımız sözcükleri bağırarak haykırıyor, daha da bilenmiş olarak oyuna dahil olup, aynı civanlığını sürdürüyordu. Sesi, yeri göğü inletirken bir ara, sahayı köşeden gören bir pencere açıldı yukarı katların birinden. Annesi, yüksek sesle ve garip şive ile “Peter” diye seslenince, herkesçe kabul görmüş “Hans”ta kendi kalesine atılmış gol niyetine puan cetveline işlemişti. İki yana efelenerek yürüyüp başını açık pencereye doğru kaldırdı, ellerini iki yanından beline dayayarak, “ne var?” niyetine ağzında biriktirdiği kısa sözcüğü boşalttı. Yine anlamadığımız cümlelerle kadın söylenmeye başladığında, koşarken hoplayan sarı alabros saçlı, adına yeniden alışmaya başlayacağımız Peter, el kol hareketleriyle ve sesini yavaş yavaş yükselterek yanaklarının içine akide şekeri sokmuşcasına şapırtılarla bağırmaya başladı. Aynı tonda karşılık bulmasıyla, elini havada “bana ne” dercesine sallayıp, “Peter” seslenmesiyle görüntüsü dondurulmuş maça geri döndü. Kara ve tedirgin  bakışlarla kendisini dikkatle izleyenlere bakıp, “devam” anlamına gelecek bir kelimeyi haykırdı, karşı kaleye doğru koşmaya başlamadan önce.

Üzerinden geçen hayli süre sonrasında, aralarındaki bu konuşmayı sorduğumuzda; bizimkiler onu her biçtiğinde o da basıyormuş kalayı. Anne, evin içinde yankı bulan, belki de onun sesinden ilk kez işittiği böyle bir edebiyat karşısında daha fazla dayanamayıp, küfretmemesi üzerine sertçe uyarmış.

Maçın bitememezliğinin sonucunda çıkan oydu ki; çocuk hem güçlü, hem futbolu mızımaksızın iyi biliyor ve aynı zamanda oynuyor, günümüzün spor yazarlarına inat. Yenilgiyi kabullenmemek, daha fazla ezilmeye neden olacağından, enayilik anlamına gelmesi kaçınılmazlık çıkmazına kapı aralıyor:
- Bakıyorum, herif tazı gibi koşuyor kaleye. “Hans... gir içeri...” diye bağırıyorum, o gidiyor ters tarafa. Meğer tüm anlaşmazlıkların nedeni, adamın adının “Hans” olmamasından kaynaklanıyormuş... nereden bilebilirdim ki...
Aradan geçen sürede, mahalle takımı kapı gibi bir yabancı oyuncuya sahip olmuştu; menajersiz, klüp başkansız, transfer ücretsiz. Belki olmuştu da olmasına ancak, bu kez de çevre mahalleler  Peter'i kabul etmiyordu.
- Yok arkadaş, oyuncular Türk vatandaşı olacak... Bu gavurcuk oynayamaz... diye itirazları kabul görmeye başlamıştı.

Tabii ki bu şu anlama geliyordu; Peter'in gelişi henüz haftasını doldurmamış olsa da, alışagelindiği üzre başarı karşısında ayak koyup çelme takmaların artması, onu bizden yapmaya yetmişti. Zira, yol açmadan ayakbağı olmayı, yukarı itmeden alttan aşağı çekmenin keyfi, bu memleketin rüzgarına bulaşmıştı bir kere. Bunu sürdürmenin yükümlülüğü de olsa olsa gelen nesillere düşecekti.

Oynayamamasını; bizim onun anadilini çok iyi bilmememizin biçareliği gibi göstersek de, haklı ısrarındaki istikrarla “Niye?” demekten kendini alıkoymuyor ve yerini korumak uğruna, daha fazla güç sarf ederek pembeden kırmızıya dönüşmüş yüzüne inat, hepimizin içi kızarmayı sürdürüyordu, ufak kıpırtılarla doğum sancısı çeken hamile bir anne adayının tefekküründe.

Her sabah doğan Güneş akşamları guruba dalarak, Peter'in Türkçesini kusursuzlaştırmayı sürdürse de, hala maçlarda oynatılmamasının gerekçesini bir türlü anlayamıyordu.

Konunun yine dönüp dolandığı bir gün, kavruğun birinin dilinden dökülen; “La olüüm, sünnetsizsin, sünnetsizzz...” sözüyle, kilim sarmalından yuvarlanan dansözcesine savruluverdi orta yere. Kulaklarındaki ateş, gözlerini çakmak çakmak yapmaya yeterli gelerek doğruldu oturduğu duvarın üzerinden ve ardını dönüp sokak boyunca gölgesini peşinden sürükleyerek gözden kayboldu. Bir süre ortalarda görünmemesini, zaman zaman hasret gidermeye gittiği Alman anneannesine bağlamış olsak da, kendisini sarılarak yolcu etmemizden çok keyf aldığını bildiğimizden, bize olan kırgınlığına yormuştuk.

Hafta henüz bitmemişti ki; bakkalın yumurta kulesine açılan apartman kapısından zıpkın gibi; başında Maşallah külahı, üzerinde beyaz sünnet eteği, ayağında rugan damat terliği ile bacaklarını iki yana aça aça, biraz koşturmacalı, biraz sarsak, her zamanki kırmızı yanaklı Peter fırladı, elleri havada “Heyyy” diyen Alman Türkçesiyle. Hepimiz gördüğümüzün düş olduğundan henüz yakamızı kurtaramamıştık ki, bacaklarıyla Çingene ayısının “kadınlar hamamda nasıl oynar”a öykünürcesine zıplarken, yüzü sevinç arsızına dönmüştü. Muhallebiyle beslenmiş bir neslin çocuklarına göre iyi beslenmesinin semeresini almış gelişkin bedeniyle üzerimize kendini attı. Bir avuç mahalle bebesi ortalarındaki sarı kafayla sarmaş dolaştı, kimin altta, kimin üstte olduğuna bakılmaksızın. Onu ortalayarak çevrelediğimiz kavruk çemberinin içinde ışıldayan gözleriyle hepimize tek tek baktı. Bakış çemberinin iki ucu birbirine kavuşurken eliyle beyaz eteğinin üzerinden, altındakini kavrarcasına, kalçasını öne doğru iterken narayı patlattı;
“Ulaan, şimdi hangi o a.... ko..ğumun bebesi beni oynatmayacakmış, göreceğiz”

Meğer, Gölgesini bile bize teslim etmeden yanımızdan ayrılır ayrılmaz, üvey Türk babasının karşısına dikilmiş. Ve ona bir an evvel sünnet olmak istediğini söylemiş. Kendiliğinden, beklenmedik bir anda gelen bu teklif karşısında baba havalara uçmuş sevinçten, her ne kadar kesim tarihi için “hemen” demesi iki ayağını bir pabuca sığdıracağını o an bilememiş olsa da.

Tek sarılı kavruk bebeler yumağı duvar üzerine tüneyip, Peter'in ne zaman iyileşebileceği konusunda tahmin yaparken, bize dönerek kendinden emin ses tonuyla; “Önümüzdeki hafta sonu... tekme dahil, hazırım” dedi ve “yalnız...” diyerek ekledi, “onlar benim oynayacağımı şimdiden bilmesin...”

Yukarı mahalleye maç teklifi ulaştırıldı ve kibirli bir “oynarız yavv...” yanıtı yokuş aşağı yuvarlanarak kulağımıza değdi. Sıcak öğlen sonralarında Peter, kuytu bir arka bahçede duvar futbolu ile eski haline gelmeye başladı. Günler zaten hızla akıyordu, bir gayrete bile gerek duymaksızın.

Ve maç günü geldi çattı. Yıllar evvel, sonradan koskoca bir benzin istasyonu kurulan toprak sahanın, tribün niyetine kullanılan yokuşundan birer ikişer inilirken, orta yerde sarı kafadan eser gözükmüyordu.  Kale taşları henüz adımlanıyordu ki, ardından vuran Güneş'in gölgesinin heybetiyle bağıra bağıra, kaya kaya inerek yanımıza geldi. Karşı takım, önceki itirazlarının kabul gördüğü varsayımı ile önce umursamadı. Ancak, orta sahadan karşı takıma doğru; 
“Beyler bugün ben de oynuyorum” dediğinde, umursamazlar tam “hass.....” diyecekti ki; Peter birden şortunu dizine kadar indirerek; 
“Alın işte beyler, isteyen yakında da bakabilir, hatta eline bile alabilir” sözünü kahkahasıyla perçinledi.

Maçın ilk devresi bittiğinde Peter, Aşil edasında takımı peşine takıp çoktan coşturmuş, aradaki farkın kapanamama tedirginliğini karşı takımın aklına yıkmıştı çoktan.

Devre arasında karşı takımda bir kıpraşmalar açıkça görülmeye başladı ve tribün niyetindeki yamaca tünemiş bizden daha esmer biri, oturduğu yerden doğrulup, ürkek adımlarla aşağı doğru inmeye başladı. Yaklaşırken, özgüven patlaması yaşayan karşı takım bebelerinin ağır abisi, bir kaşını havaya kaldırıp; 
“Hadi bakalım, bu da bizim yabancımız” dedi. Hemen dibindeki Peter alaycı tebessümle; 
“Sünnetli mi?” diye araya girdi. Ağır abi, ardına dönerken ellerini iki yana açarak, 
“Ne bileyim, lan?” tuhaflığını hissettirdi. Peter konuşmasını sürdürdü; 
“Ne demek lan, 'Ne bileyim?'. Konu biz olunca önemli ama, siz olunca 'Ne bileyim?'. Bileceksin olüüm, bileceksin, hem de bal gibi bileceksin. Söyle ona, indirsin donunu da görelim; oynar mıymış, oynayamaz mıymış... Neyse neyse, boş ver, boş ver. Biz siz miyiz ki, oynadığımızın sünnetli mi, sünnetsiz mi olduğuna bakalım? Gelsin de, tepişelim.” 
Bu kez kavruklardan biri cesaret bulup lafa atladı; 
“Sizin mahalleden mi ki?” Ağır abi, artık ağırlığını yitirmişcesine 
“yeni taşındı, yeni...” demeye çabalarken, kavruk ısrarını sürdürdü; 
“Nereye olüüm, nereye taşındı?” Bu kez topluca tanımadık yeni esmere dönüldü; 
“Nerde oturyon lan sen?” Esmer taze, ellerini iki yana açarak, anlamadığının çaresizliğini ifade etti. Bu kez en eski yönteme başvurularak el, kol ile “evin neresi” evrensel boyutunda soruldu. Bebe ardına dönüp, düzlükte yeni bitmiş inşaatı işaret etti uzattığı koluyla. 
“Tamam işte, burda oturuyomuş. Orada bizim maalle zaten” Ancak hazır fırsat ele geçmişcesine soru yağmuru sorguya dönüşmeye başladı; 
“Adı neymiş?” 
“Adın ne lan senin?”... yine el kol... çatlak bir sesle 
“Pele” diyor ve o an hepimizin yüzünde tuhaf bir gülümseme beliriyor. 
“Ulan sen, yoksa Brezilyalı mısın?” Başını rağbet görüp görmeyeceğinin tedirginliğiyle aşağı sallayarak; 
“Yaa,yaa Brezıl, Brezıl...”

Bizim ikinci yarı o gün, bir Almanya Brezilya maçına dönüşüp, birkaç farkla Alman'ın galibiyetiyle sonlanmıştı. Sonraki yıllarda Pele'nin hayli kalabalık ailesi ülkede, gerek dans gerekse müzik alanında sanatçılar yetiştirerek çok ünlendi. Peter ise daha sonraları yarım bıraksa da, mahalle mektebine başladı, anneannesi ve okul yönetiminin her tür çelmesine inat.

Sonbaharın serine yüz vurmuş bulutlu bir akşamında onu, köşedeki telefon kutusunun ardındaki karanlığa bürünmüş kuytuda, bir çift sulamış gözle bana bakarken yakaladım. “N'oldu lan?” dediğimde, konuşmaksızın oturduğu yerden heykelleşmiş hüzünlü parıldayan gözleriyle bakışmasını sürdürdü. Aynı karanlığın ikimize yetecek gölgesinin ucuna iliştim. Burnunu çekti karanlığa inat, önünde kendi açtığı boşluğa bakarken. Sessizliği, üzerindeki geniş yaka, maksi pardesüsünün içine sokuşturduğu Çubuk şarabını kınından çekercesine çıkararak bozdu.

“Hayırdır?”
“İhtiyacım vardı...”
“Karı kız hikayesi mi?”
Suratıma baktı, sıcak bir tebessümü dudaklarına oturtarak “Yok yav” dedi.
“E, sorun ne o zaman?”
“Bizimkiler... daha doğrusu, anneannem...”
“Öldü mü yoksa?”
“Ne gezer... keşke...”
“Ulan manyak manyak konuşma, o ne biçim laf?”
“Valla doğru söylüyorum”
“Eee...”
“Dedi ki; 'sen orada kaldıkça Türkleşiyorsun...' Ben de ona 'zaten istediğim de bu' deyince iyice dellendi, 'bunu bana nasıl yaparsın?' diye. Yahu, ben bana kendi babam demezken, adamın biri 'oğlum' diyor, ekmeğini yiyiyorum, sorunlarıma çözüm arıyor hem de, hiçbir zorunluluğu yokken. Ekmeğimi de, dertlerimi de böldüğüm paylaştığım siz arkadaşlarım var. Kendimi son derece güvende hissediyorum. Karşılaştığım her yabancılık bana, tersine yakın geliyor. Aramadan yanımda buluveriyorum, isteklerimi, istediklerimi, sevdiklerimi. Papazla ne muhabbetim var ki, Hocayla olsun. Tutturmuş, bir dindir gidiyor. Annemin kocası bana babalık, arkadaşlarım kardeşlik yapıyor, hem de karşılıksız. Ben burayı da buralıyı da seviyorum. Gel de sen bunu o kocakarıya anlat. Şimdi de 'geri dön, senin yurdun burası' diye dayatmakta. Bana sorarsan karşılaşmak dahi istemiyorum. Zira elimden bir kaza çıkabilecek kadar kızgınım ona. Ha, en istediğim ise; mahalleye bir tane daha benden gelse, gelse de ben de onunla 'Hans' diyerek kafa bulsam. Yandığımsa, bu eğlenceyi kaçırmış olmam ya da o an yanlış tarafta bulunmuş olmam.”

Şişe kah bir onun dudaklarına dayanıp hava kabarcıkları çıkarmakta, kah bir benim. Şişe karşılıklı dökülen gözyaşları, sümüklerin çekilmesiyle boşalıyor.

Ayağa kalkarken, pardesüsünün açılan önünden içindeki pijaması gözüküyor, loşluğa inat. Fark ettiğimi anlıyor; “Alel acele oldu, birden bire yani” Ardından eğilerek boş şişeyi uzatıyor; “Anlattıklarımın tümüne bu şişe şahit. Sende kalabilir.” Arkasından süzülen gölgesine bakarken; “Sen yine de kafana fazla takma” gibisinden saçmalasam da, duyup duymadığı önemini yitiriyor o an.

Artık kış soğuk yüzünü göstermeye başlamış ve bebelerle olur olmaz yerlerde, olur olmaz zamanlarda karşılaşmak artık şansa kalıyordu. Bu ağır işleyen seyrelme onun, yaşam perdemdeki gölgesinin yavaş yavaş solduğunu fark etmememe neden oluyordu. Sonrası, her mahalledeki akibete maruz kalıp, tevatür ve rivayete büründü. Söylentinin yönü, “ülkesine geri döndüğü” üzerine çark etmiş olsa da, dün akşam oynayan Almanya Brezilya'nın gerçekte, 45-50 yıl öncesinde karşılaştıkları ve Almanya'nın o zaman da kazandığı, Pele'nin namı, sonraki yıllarda mahalleler arasına taşınmış olsa da.


Sevgilerimle... 
 ahb 

 not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.