17 Mayıs 2010 Pazartesi

Saygıyla Anarken 18 Mayıs 2009

Geldim efeler gibi tek başıma
Şimdi sıra geldi gidiyorum Güneş’in batışına.

İster el sallayın ardımdan
İsterseniz taş kaydırın sularda
Dalgaların üzerinde yedi zıplatmayla.

Giden ben değilim ki kalan sizsiniz,
Ben hala sıcağım üşüyense yüreğiniz.

Sıkıp dişinizi sabahı beklerseniz
Söz yine doğacağım
Gitmediğimi göreceksiniz.

Doğduğumda da kimbilir önümde
Bereket bulutları oynaşacak belki de.
Battı dediğinizde
Dolanıyor olacağım aslında
Ötelerde bir yerde.

Biliyorum göremeyeceksiniz, özleyeceksiniz.
Ama söz hep olacağım
Olmam gereken yerlerde.

Bir zaman diliminde
İki bulutun arasından gülümseyeceğim sizlere
‘Bütün gün görmedim’ dense de.

Karanlık bir akşamın gerdeğinde
Hava durumu bülteninde
‘Yarın Güneş açacak’ diye söylendiğinde
Sevineceksiniz aydınlanmış yüzlerinizle.

Açan ben olmadığımdan
Kapanmayan hava olacak gerçekte
Her seferinde görüş mesafenizde.

Güvenmiyorsanız tekliğime
Akşamdan bir çizik atın yüreğime
Sabaha nasıl da
O izi hala taşıdığımı göreceksiniz üzerimde.

Sabahları yitirdiğinize yeniden kavuşmanın çoşkusu
Akşamları kavuştuğunuzu yeniden yitirmenin hüznü
Tortulanıp çökecek gözlerinizin derinliklerine.

Sakın hasret olmayın;
Ayın şavkındayım,
Sokak kedilerinin özgür sevişmelerinde
Sulu karpuzun çekirdeğinde,
Göğün mavisinde
Mutlaka hissedeceksiniz
Bakan gözlerinizle göremeseniz de.

ahmet haluk başaklar

12.11.2003
“Güneş’le empati…”

"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Mavi"
 not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Aneyyy

Anneler gününü ilk kutlamam ilkokulun sonlarına denk gelir, avaz avaz ne alınması gerektiğini gözlerin içine parmak sokan ticaret erbabının altın yumurtayı yumurtlayan tavuğu henüz keşfetmediği puslu yıllardı. Önce; günün anneler için neden kutlandığını çevre konuşmalarına anlam yükleyerek keşfettim, her ne kadar her gün yanında olduğum anneme, neden önümüzdeki Pazar günü ona bir kez daha annem olduğunu söylemek aklıma yatmamış olsa da. Çocukların konuşmalarından anladığım, bu özel gün için öncelikle içinde bir hediye olan paketin gereği idi. Evin ayın son on gününün mali namusunu her zaman kurtaran birikmiş harçlıkların güvencesiyle bu ön koşul o kadar güç gelmese de yolunu, yordamını bilemedikierimin içinde en büyük sorun “nereden, ne alınır ?”dı. Sora sora Bağdatcasına onu da sonunda öğrenmiştim. Alınabilecekler arasından bir kısmının satıldığı; mahallede “Fevziye” adlı, sokağın aşağısındaki muhtarın karşısındaki bu küçücük dükkan aklıma gelivermişti, kimi zaman annemle birlikte gidip; iğne, iplik, çorap aldığımız. Sahibi, sanırım emekli bir biçki dikiş öğretmeni olan Fevziye Hanımdı. İri yapılı, kızıl uzun saçlı, kalın ama ağır konuşan kibar bir kadındı. Vitrininde, cama dayanmış dantel, işlemeli örtüler bulunurdu. Son gün önünden bir deneme geçişi yaptığımda gördüğüm oydu ki, vitrindeki fiyatlar bilye kutusundaki bozukluklarla halledilebilecek kadar basit gözüküyordu. Ancak birden, kasanın son aile maliyesine aktarılmasının üzerinden uzun süre geçmemiş olduğu aklıma geldi. Zira; her ay silbaştan yapılarak yeniden beş kuruşlar on kuruşların yanında saf tutardı. O an aklımdan vitrindeki etiketleri ezberlemeye başladım, bilye kutusu kasamdakilerin tahmini sınırdaki tutarı karşılayıp karşılamayacağı endişesini çekerek. Her ne kadar bu ay ki yapacağım virman, ödeyeceğim bedel düşüklüğünde olacağı ufukta gözükmüşse de. Yaşına göre kaşları endişeyle havaya kalkmış çocuk görüntüsünü suratımdan silebilmek için koşturarak eve gittim. Doğruca yatağımın altındaki çift gözlü, üstten kapaklı misket kutusunu divan örtüsünü havaya kaldırıp nemli karanlıktan kurtararak kucağıma aldım. Gomalaklı ahşap kapağını tedirginliğimin gölgesinde açtım. Her birine ayrı dünyalar saklanmış renkli misketleri avuçlayarak dağılmalarına izin vermeksizin halının üzerine koymaya başladım. Hazne yarıdan aşağıya indiğinde misketlerle birlikte avucuma madeni bozukluklar da gelmeye başladı. Kahverengi dibi gözüktüğünde kutuyu halının üzerine dayayarak ters çevirip boşalttım. Yanyana kümelenmiş misketleri parmaklarımla araladıkça Ali Baba’nın çil çil hazinesi altından gözükmeye başlamıştı. Tümü metal bozukluklardan oluşmuş sandukalı hazinemden ayıkladıklarımı yan tarafımda öbekledikten sonra, avuçlayarak halının üzerine ata ata saydım. Bunca yıl geçtiğinden, ne kadar çıkmıştı bilemiyorum ama hatırladığım, vitrindeki fiyatlara ulaşamamış olduğumdu. Yeniden saydım... durumun değişmediği ve değişmeyeceği gün gibi aşikardı. Yeniden ayakkabılarımı kapının önünde giyip soluğu “Fevziye”de aldım. Demirden yapılmış camlı kapısının ispanyoletini bastırıp ittirerek içeri girdiğimde; Fevziye Hanım, dudağına konmuş bir tebessümle elinden hiç düşürmediği, dumanı tüten filtresiz "Yenice" sigarasını önündeki kül tablasına iliştirerek tezgahın arkasındaki oturduğu iskemleden yavaşça kalktı.

“Hoş geldiin bakalım. Dur ben söyleyeyim; anneler günü için annene hediye almaya geldin.”

Niyetimin ne olduğunu anladığına şaşırmıştım ama sevinmiştim de.

“Ne almak istiyorsun bakalıım ?”
“Çok şey almak istiyorum ama param neye yeter, onu bilmiyorum ?”
“Ne kadar harçlık biriktirdin ?”
“... lira...”
“Hımm... şunlar var...” diyerek oldum olası sevemediğim dantel örtü çeşitlerini çıkardı önümdeki cam tezgahın üzerine. Halbuki benim aklım camın altında parıldayan kolye, küpelerdeydi.

“Bunlar ne kadar ?” diyerek camın altındakileri ürkek işaret parmağımla gösterdim.

“Onlara yetmez... öyle diyeyim...”
“Çok mu pahalı ?”
“Diil... ... lira (birikmişlerin 1,5 katı)”

Çökmüş omuzlarla sırtımı tam dönerken birden çark edip;

“Kalanı ben kısa sürede biriktirebilirim. Ama bugün değil... Biriktirince versem ?”
“... Tamam... tamam... Ben de biraz ikram yaparım.” diyerek maviye boyanmış cam kolyeye elini uzattı. Telaşla;

“Ama para şimdi yanımda değil...”
“O zaman paranı getirdiğinde hallederiz... mesela yarın”

Teşekkür edip dükkandan ayrılırken o yaşta vadeli satışa tanıklık değil bizzat taraf oluyor ve bu borcun bana; kaç gün, hangi tenefüslerde kaç simit ya da gazoz perhiziyle toplayabileceğimin ince hesaplarını yaptırıyordu. O gece erken yattım. Ertesi günün; kutlanacak anneler gününün ne menem olduğunu ilk kez tadacağımın garip tedirginliğinde uykuya daldım.

Sabah; küçük adamın, küçük suratının karışıklığını fark etmiş olacak ki;

“Al sana, harçlık yaparsın, bugün Pazar gezer tozarsın” diye elime tutuşturduğu paralar o kadar soğuk gelmişti ki. Anladığını anlamış olsam da nasıl anladığına bir türlü anlam verememiştim. Anlamıştı; bir çocuğun annesi için bir şeyler yapamamasının nafile çırpınışlarının tutuşturacağı yangını... belli ki, yüreği kaldırmamıştı. Arkasına basılmış ayakkabılarla fırtına gibi girdim dükkandan içeri. İki kadın müşteri mırıltılarla tezgah üzerinde bir şeyler seçiyordu. İçim gidiyor, “ya benimkini seçerlerse” diye. İnce boynumu kadınların arasından bir o yana bir bu yana uzatıyorum, yürek Selanik. O da ne, benim ki yok. Sanki dünyam başıma yıkılıyor. Fevziye Hanım, aynı yavaşlıkta elini kaldırıp yana geçmemi işaret ederek;

“Evladım, sen şöyle kenarda bekle. Hanımefendilerle işim bitince seninle ilgileneceğim” dese de, kaşımın gözümün atışıyla her gözgöze gelişimizde tebessümle karşılık veriyor. Kadınların arkasından elimle “benimkisinin tezgahta olmadığını” titrek hareketlerle işaret ediyorum. O eliyle havayı yere bastırırcasına tamam diyor, ama gel bir de bunu bana anlat o an. Sonunda yavaşça küçük tezgahın ardından kıvrılıp yanıma geliyor, perdelediği bir eliyle kulağıma eğilerek fısıldıyor;

“Merak etme, seninkini ben sakladım”

Ancak; müşteriler tedirgin olup sorunun ne olduğunu sorduklarında, kısık sesle benim duyamadığım konuşmalar geçiyor aralarında. Kadınlar bana dönüp gülüyorlar;

“Ne aldın annene bakalım, bize de göster” dediklerinde Fevziye Hanım tezgahın ardındaki küçük çekmeceyi çekip zincirinden yavaşça havalandırdığı kolyeyi kadınlara gösterirken;

“Oooo... En iyisi; siz küçük beyi daha fazla bekletmeyin, hem biz de diğer çeşitlere bakma fırsatından yararlanırız” dediklerinde, Fevziye Hanım çekmeceden parlak küçük bir paket kağıdı çıkarıyor. İtinayla sararak paketliyor, üzerine de küçük bir kurdele parçası yapıştırıp bir de fiyonk atıyor ve bana uzatıyor. Bu sırada ben de kumbara soygunu gerçekleştirmişcesine cebimden çıkardığım bozulukları cam tezgaha şıngırdata tıngırdata boşaltıyorum.

“Ücreti tamam” diye elimi bozukluk tepesine koyuyorum. Fevziye Hanım şaşkın bir gülücük atıyor;

“Yardım mı aldın ?”
“Hayır, harçlığımı”
“Ama bugün Pazar, okul tatıl ?”
“Annem verdi...”

Yüzünde, anne olmanın deneyimiyle tarifsiz bir gülümseme beliriyor. Avucumun içinde kelebek taşırcasına dükkandan ok gibi fırlayıp soluğu az ötedeki ekmek fırınında alıyorum. Dönüşte de gazete demetini sıcak somunların etrafına dolayıp koltuğum altına sıkıştırarak evin yolunu tutuyorum. Kapıyı çalıyorum, gülerek açıyor kapıyı. Parıltısından o gün yine elalaşan gözleriyle gazete dolanmış ekmekleri alıyor elimden. Onun elinden de babam, alıp kahvaltı sofrasına doğru yürüyüp giderken, hala kapının dışında durduğumun farkına varıyorum.

“İçeri gelmeyecek misin ?”

Şaşkınlığımı üzerimden atmaya çabalayarak bana söylenenleri hatırlamaya çabalayıp, çatlamış sabah sesiyle;

“Anneler günün kutlu olsun” deyiveriyorum.

Ancak hiç de anlatıldığı kadar çok mutlu olmadığımı hissetsem de onun yüzünün aydınlandığını gördüğümde içim kıpırdıyor.

“Yoksa yoksa bana bir şey mi aldın ?... teşekkür ederim” derken iki avucumun arasındaki parıldayan o küçük paketi alıyor ve burnumu döşüne dayayarak sarılıveriyor... kocaman... iki yanağımda öpücüklerinin sesi... bir eliyle omuzumdan sarılarak sofraya doğru götürüyor.

“Bakın oğlum ne almış bana ?”
“Ne aldın ? O ne ? Hediye mi ? Ne hediyesi ? Niye ki ? ”

Babamın farklı yüz renginden önceleri yaptığımın pek de iyi olamadığı yargısına varsam da evin numunesi olmamın ezikliğini yaşadıklarını hissettikçe biraz utangaç ama gururlu bakışlar istemeden gözlerime oturuyor. Ve en son;

“Neyse, oğlan yine bizim açığımızı kapattı.” diyen buruk sesi çayın demi tüten sofrada kayboluyor.

Bugünse aklıma annemin doğum gününü hiç kutlamayışımız geldi, zıpkın gibi dikildi karşıma. Doğum tarihi gündeme her oturduğunda, ekinlerin biçilip biçilmediği tartışmasından öte gidememişti. Bu nefret ettiğim mevsim tartışması yüzünden onca yıl hep güme gitmişti doğduğu gün, olanca sıkıntıya inat kendini iyi hissettirecek bir günü icat etmek de yıllarca hiçbirimizin aklının ucuna bile gelmemişti ve bu nedenle ona “iyi ki doğdun” şarkısını hiç söylememiştim, Doğum günü niyetine bir şeyler yapmamış olmam omuzlarıma kahreden ağırlığıyla oturmuş olsa da şu an.

Kısaca; şimdilerde hiç doğmamış Annemin ancak ölümgününü yad ediyorum, her ne kadar öldüğünde, açılan incik boncuk kutusunda o mavi boyaları yer yer dökülmüş cam kolyenin boylu boyuna yattığına şahit olsam da.

Yine sen haklı çıktın İsa Çavuş (dedem), şimdilerde her aklıma düştüğünde utanmadan ağlıyorum, yaşımın umursamazlığında.

Doğum günün kutlu olsun Aney

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.

2 Mayıs 2010 Pazar

Akla Düşmeye Görsün


Bir Anneler Gününde, söze Dedemle başlamak her ne kadar tutarsızlık gibi gelse de sonraki yıllarda bir Babalar Gününde Annemden “nasıl bilirdiniz ?”e dair “hakkımızı helal ettiğimize” şahadet ettiğimizden, ortada bir çelişki olmadığını söyleyebilirim.

Bir odadan diğer odaya bastonuna dayanarak gidene kadar kurufasulyenin düdüklü tenceresiz piştiği bir düşkünlük içinde, yaşını başına haylice almış ancak aklı henüz gitmemiş, önünden her geçişimde başımı öpmeden geçirtmeyecek yüreğe sahip bir dedeydi. Askerde sökmüş olsa da okuma yazmayı, göğsüme kurdaleyi taktığım erken yaşlarda öğretmeye başlamıştı uzun yıllar sonrasında karşılaştığım akademik öğretileri.

Böylesine şanslı yıllardan bir gündü, onu soba başındaki sandalyesinde iki eliyle bastonunu sıkıca kavramış ağlarken yakaladığımda. Islak bakışlarıyla gözgöze geldiğimizde, ortada artık gizlenecek bir sır da kalmadığını anladığından hıçkırıklarının sesini saklama gereği de duymadı. Çocuktum; içim burulmuş ağıtın bitmesini beklemiştim tüm sessizliğimle.

Yan cebinden çıkardığı çizgili kumaş mendilin dışıyla önce gözkapaklarını, sonra yanaklarından süzülmüş titrek tuzlu yolları, ardından sakalının tellerinin ucunda çiğ tanesi gibi damlamayı bekleyen gözyaşlarını sildi. Katlı mendilin ortalarına doğru açık uçlarından bir katı aralayıp, arasına sıkıştırdığı burnundan uzun uzun sümkürdü. Burnundan derin kesik kesik nefes alıp solunum yollarının tıkanıklığını denetlediğinde, sorgu saatinin geldiği artık gün kadar aşikardı.

“N’oldu ?... Niye ağladın ?”
Boğazına düğümleneni temizlercesine bir iki ses çıkarttıktan sonra;

“Anam... anam geldi aklıma.”
“...Eee ?”
“İşte... aklıma geldi... dedim ya.”

Dedemin dışgörünüşüne bakıp annesinin nasıl olabileceğini zihnimde canlandırmanın çabası, ne kadar kendimi zorladıysam da beceremeyip kelimelerin anlamı tüm anlamsızlığını korudu. Yavaş hareketlerle diğer odada ders çalışan abimin yanına seğirttim. Sessizce omuzunun ucundan masanın üzerindeki açık kitaba bakmaya başladım, söz hakkımı uygun bir anda vereceği umuduyla. Gözlerimdeki şaşkınlığı anlamış olacak ki;

“Ne oldu ?”
“Az önce dedem ağladı...”
“Derdi neymiş ?”
“Annesini hatırlamış...”

Gözlerini gözlerimden aynı sakinlikte düşünceyle aşağı doğru kaydırdı, benim de eşlik ettiğim dudağındaki yavaş tebessümle. O gün, benim anlayamadığımı abimin anladığını anlamıştım. Ve onunla en büyük farkımızın yaşımız olduğu bilincinde, anlamam için zamanın ben de anlayana kadar geçmesi gerektiği sonucuna varmıştım.

Üzerinden çok ama çok yıl geçti; onca deprem, onca yalan, onca talan, onca idamlı iki ihtilal, liberal, demokrat, hatta sosyal demokrat, milliyetçi, cepheli, muhafazakar, türbanlı, ampullü iktidarların her tür cambazlığı milletine mübah kıldığı uzunlukta. Ve ben de her adem gibi Annemi; belki filiz verir, filiz çiçek açar, o çiçek bir sevgilinin sevdalısına yüreğinde hissettiklerinin karşılığı niyetine verir diye toprağa ektik.

Sonrasında yine bir vakit geçmişti üzerinden, her ne kadar ben dedemin bir zamanlarki o yaşına henüz gelmemiş olsam da. O sabah, işyerinde mesai öncesi kahvaltı yapmak için kafeteryada otururken geldi başıma. Önce boğazıma takılanın yediğim poğaça olduğunu zannetmiş olsam da gözümden bana aldırmadan akanlar, bahane aramamam gerektiği gerçeğiyle yüzleştirdi beni. Aklıma gelmişti... Annem... O an gel de Dedemi sevgiyle yad etme. Herkesin algılaması farklı olduğundan; ben ancak o gün, yıllar öncesi doksanlık bir adamın aklına anasını düşürüp ağlamasını anlayabilmiş ve o an ona sonuna kadar hak vermiştim. İşte yazının sonunda okuyacaklarınız, o gün masadan kalkmadan yazılmış, üzerindeki nemi kurumamış kelimelerdir. Hala olmadık anlarda aklıma gelir ve aynı sahneyi tekrar tekrar yaşarım.

Annemi yitirmeden önce kendi annesini kaybetmiş bir dostum anlatmıştı; “Aklıma esiyor, genelde de aklımın ya da işlerin karıştığı günlerde alıp başımı gidiyorum anneme. Ayakucuna oturup biraz sohbet ediyorum, biraz dert yanıyorum, biraz şikayet, kimi zaman bir sitem. Sonunda da bir güzel ağlıyorum, bazen anıra anıra. Ohh bee. Annemde gerçek huzuru bulup kuş kadar hafiflemiş olarak dönüyorum yine aynı keşmekeşin içine. Beni bir süre idare ediyor, ta ki yaşam beni yeniden boğacak noktaya getirene dek.

Dostumla aramızda geçen o konuşmadan sonra aynı yöntemi ben de kullanır oldum.

Dostların hoşgörüsüne sığınarak son bir ukalalık etmeden geçemeyeceğim; Pazar günü çay içip kek yemek, sizin için sarılmış dolmaları mideye indirmek yerine, onu öpmeye, koklamaya gidin. Zira hiçbir söz; tenin tene, nefesin nefese verdiği sıcaklığın yerini asla tutmuyor.

Bu sabah
Birden Annem düştü aklıma;
Ağladım.

Gözyaşlarım, bir nedene bile gerek duymadılar,
Tepenin yamacından aşağı merdivenle kayan
Elleri buz tutmuş bir avuç çocuğun
Coşkusuyla süzüldüler;
Her damlası erimiş kartopunun bereketinde.

Hasretine yapışmış sevgisine karışıp çamur oldular.
Ben sildikçe bulaşanlar
Öpücük oldu yanaklarımda,
Başımı yasladığım göğsün
Kokusunun kıvamında.

Anlayacağın,
Ağlamaktan değil ama öpülmekten boğuldum
Bu sabah…

Şubat 2004

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.