25 Aralık 2011 Pazar

2011 Kuarteti

Geçen sene bu günlerdi, her yıl adet olduğu üzere elimdeki bir ses kaydından aşağıdaki paylaşım ile yeni yılınızı kutlamıştım.

Ardında cep telefonuyla çektiğim kar görüntülerini "fesleğen'de kış"da paylaşmıştım.

Elime geçen çok güzel seri fotograflardan "Aşiyan" kendiliğinden oluşmuştu.

Bu yıl ise bir Üstadın bestelerine saçılan kelimelerimi uygun görmüştüm.

Bunları, önümüzdeki yıllar için düşlediğim iyi dilek ve temenniler niyetiyle, cafcaflı bir ambalaja dahi sarmadan orta yere koyuyorum. Herkes istediğini, kendine uygun bulanı alıp, 2012 yılının armağını olarak kabul edebilir. 

Umutlarınızın, artık beklenti kabuğundan sıyrılması Dileğimle...

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Bostandan Kesmece Bahane


Bir karpuzdan olan farkımız;
Yatarak değil düşünerek olgunlaşmamız.
Köşeye çekilip ben artık oldum diyebilsek de,
Aslında o an hamlaşmaya çoktan başlamışızdır artık.

Ne kadar sulu ne kadar tatlanmış da olsa,
Yeşil sert kabuk saklar ketumca
Karpuzun siyah çekirdekli kırmızı içini.
Kesmecedeki üçgen dilim ortaya çıkarır
Haksız yere karpuzcunun omuzlarına yüklediği
Çiftçinin vebalini.

ahb
21.9.2004
“Bir gün, bir bahane ararsan kendine”

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Kırmızı”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

16 Aralık 2011 Cuma

Benlik hava yaparsa...


Dinlediğiniz şarkının Türkçesi;

Bu, bir adam ve bir balık hakkında bir film
Bu, adamla balık arasındaki dramatik ilişki üzerine bir film
Adam yaşam ve ölüm arasında durmaktadır.
Adam düşünür,
At düşünür,
Koyun düşünür,
İnek düşünür,
Köpek düşünür,
Balık düşünmez.
Balık sessiz, ifadesiz.
Balık düşünmez, çünkü balık her şeyi bilir...
Balık her şeyi bilir...

Bu da ahb cesi;

Sabır,
Açkarnına bağın üzümlerinin
Olgunlaşmasını beklemektir.

Vakti gelmeden de üzüm yenir,
Bağcı nasibini almasa da.

Ancak çiğnenen olsa olsa bir ekşi koruktur,
Ekşiliğin pişkin suratı buruşturamadığı.

                                                                2.6..2005
                                                “Benliğin sirkeleşmesi...”
Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

13 Aralık 2011 Salı

Giden dönmez, dönse de artık dönen giden midir bilinmez


İshak kuşunun ömrü
Yitirdiği kardeşini;
Kayabaşlarında,
Dal aralarında,
Koruların gölgeliğinde,
Vadilerde aramakla geçer.
Geri Dön Geri Dön Geri Dön…

Değişmez aralıklarla,
İnadına damarına basa basa,
Gırtlağa yapışmış hançerindeki
Portenin orta çizgisine çaktığı
Tek bir notayla,
Duru bir damlanın
Suya düşüşündeki sesle haykırır.
Dön Geri Dön Geri Dön Geri…

Halbuki kardeşi;
Çöpten ağaçüstü yuvasını beğenmeyip
Kendine altın kafes arasa da,
Dere boyu mırık arasından
Yakaladığı solucanlardan usanç gelip
Suni yemleri düşlese de,
Sarı bir kanaryanın
Kesilmeyen ötüşüne kapılıp
Kuluçkasında döllenmiş yumurtasının
Düşünü kursa da,
Hatta, kendini
Kardeşlikten bile ihraç etse de.

O hala rahvan atın dinginliğinde sürdürür
Kardeşini arayışındaki umudunu,
Arayışta artık umut bile kalmamış olsa da.
Geri Dön Geri Dön Geri Dön…

7.10.2004
‘bahçemdeki yıllardır öten İshak’a…’

Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı-Kırmızı

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Şovalyenin kılıcı, dili değil erdemleridir.


 
‘Nasılsa söz uçar’ ın güvencesine sığınanlar;
Gün olur;
İki tık tıkla gelen ecellerini
Ucu kavak kadar doğru
Bir kurşun kalemle yazılmış fermanlarının
Yine kendi kullandığı kelimelerle
Okunduğunu hayretle dinlerler. 


Ağzı çatal dilli havada parlayan hançerin
Döşlerinde patlayan ağrısını,
Arar olurlar kurnaz pişmanlıklarında.
 

Geleneksel aymazlıklarından
Bilmeyi dahi akıl edemezler,
Halbuki, Azrail’in sırtındaki çuvalın içi tepeleme doludur,
Rengarenk kendi yüzlerindeki maskelerle.
 

Ruhun yüzü olmadığından
Gerçekliği görülebilir ancak;
Ölümün sessizliğine uzanılmışlıktaki
Surattan sökülmüş maskesizlikte.
 

Onun için cilde yapışıp kalmış bu yüzü;
Ya şimdiden çıkartıp fırlatmalı,
Ya da son deminde gülecek yere ağlanmamalı,
 

Ve övünülen iç dış olmuş aklı Yaradanı da
Salak yerine koyup,
Dillerle söylenmiş yalanlara
Dinleyen kulaklar inanmamalı,
Bir yaşam boyu biriktirilmiş
Nazar boncuklarıyla süslü,
Ökse otlu tüm şeref dolu masallarına.
ahmet haluk başaklar 

2.6.2004
“bir yüzsüzün ölümü”
"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı-Kırmızı"

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

15 Kasım 2011 Salı

Mütevekkil


Seslendirenler: Rutkay Aziz, Müjdat Gezen, Perran Kutman
Hani çınarın gövdesine sırtını dayamış 
Sonbahardan kalma son bir tahta iskemle vardı ya, 
Bir bacağı topal, 
Üzeri bahar dallı olan. 

Üstünde 
Onca söylenen yalanların, 
Onca kurulan hayallerin, 
Onca hıçkıran hüsranların 
Ağırlıklarını umursamadan veren kıçların oturduğu. 

Paylaşılan sırları koyarsak bir yana 
Sobada yakılmadan önce 
Belinin ortasına yediği keser darbesi bile 
Onurunu bu kadar kırmamıştı, 
Basur memeleri arasından soluyan 
Osuruk kokularını 
Cilası dökülmüş damarlarından içine çekmemek için 
 Nefesini tutarken. 

ahb 
9.4.2004 

"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Kırmızı"

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

13 Kasım 2011 Pazar

hüzzam


"Kader, kime şikayet edeyim seni" Hicaz Makamı

Hırsının;
Bir başkasının hırsının yolunda
Kurban gittiğini gördüğünde,

İktidarının;
Artık muhalefet koltuğuna bile
Oturtulmadığını duyduğunda,

Aldatılmanın kandırılmanın,
Başkalarını aldatmandan kandırmandan
Daha kolay olduğunu anladığında,

Söylenenler;
Kulağının diğer ucundan
Kirden de olsa çıkamayıp,
Seni anlamak zorunda bıraktığında,

Ucu eğri bir hançerin,
Sedef kakmalı kınına veda ederken söylediği
O mutad hüzzam makamı yankılanacaktır

Kepçe kulaklarımızda…

ahb

“…kader, kime şikayet edeyim seni…”
5.6.2002
Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Sarı”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

11 Kasım 2011 Cuma

Şahlar da Matlaşırlar

Seslendiren İstemi Betil'i bugün kaybettik. Işıklar içinde olsun.

Beyaz siyahta bildi ak olduğunu
Siyah da beyazda karardığını;
Birbirlerine leke diye bakarken.

Oysa her başlangıçta Şah ile Vezir,
Biri aka kurdu tahtını hep
Diğeri karaya.

Mat etmek için yaptıkları her hamlede,
Umursamadılar bile siyah mı beyaz mı diye
Pılı pırtıyı toparlayıp yeni taşındıkları karoda.

Anlatılan siyahla beyazın kıskançlık öyküleri
İmrenme mi yoksa nefret midir bilinmez…

Ama gerçek o ki;
Gökten düşen üç elmadan birini
Öyküyü dinleyenlerden hiç alan olmadığı.

ahb
1.5.2002

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Sarı”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Yamalı Akılla Adım Arası

Ne kadar yol almışım diye
İnsan dönüp bakmalı ardına
Daha ne kadar
Yürüneceğini bilebilmek adına.
 

Bir tepeyi aşmakla tepeleri,
Bir dereyi geçmekle dereleri
Peşinde sürüklediğine inanmak,
Sanki bir daha hiç
Dere tepeye rastlanılmayacağının
Zafer sarhoşluğunda.
 

Kan ter içinde dere tepe aşıp da
Düzlükte ancak bir adım yol aldığını anlamak.
Ve karşılaşılmamış sarp kayalıkları aşamadan
Aniden çekip gidivermek,
Deresiz, tepesiz diyarlara.
 

Aynı yamaca rastladığını
Aynı suyu avuçlayıp içtiğini sanmak,
Vurdum duymaz pişkinliklerde.
 

Seni hiç hatırlamayan taşa toprağa bakıp da
“Ben buralıyım” diye böbürlenmek,
Müstehzi bakışları umursamayarak.
 

Düşünmeli bir adımdaki açılmış iki bacağın arasına
Kaç dere tepe sığabileceğini,
Öne atılmış bir adımla da
İnsanın yerinde sayabileceğini.
 

ahb 

Mart - 2004
“Dut ağacından kafa üstü düşmek”
 

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Kırmızı” 
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

30 Ekim 2011 Pazar

Pusulasız Yön

Batıdan gelip, Güneş’i izlersek
Doğuya gitmekten başka şansımız da,
İtiraz hakkımız da olamaz.

Ancak batıya göre doğuda da olsak
Aynı yönde yürüdükçe
Hala doğuya doğru gideriz,
Onu hiç sobeleyemesek de.

Çünkü Dünya yuvarlak.

Ve “Artık doğudayım” dediğimiz gün;
Aslında ilk adımımızdaki Batıda
Duruyoruzdur belki de,
Ardımıza saklanmış bir hatıra içinde olsa da.

Ayakta durulan her yerde
Yüzümüze hep bir Güneş doğacak,
Ensemizde batsa da tüm güzelliğiyle.

Ondandır;
Doğuracak daha çok Güneş’imiz olacak ömrümüzde.

ahb
21.9.2004
“Doğunun batısında, Güneş’in doğuşunu seyretmek”
Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Kırmızı

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

14 Ekim 2011 Cuma

Maskeli Balo'da bir KurşunKalem



Kalemin kınından sıyrılmasının tam zamanıdır;
Yaşamları, sevdaları,
Gönülleri, gülleri
Kılıçtan geçirmeyi düşleyerek.

Kalem;
Yaşamın hep dürüst,
Sevdaların hep sadık,
Gönüllerin hep içten,
Güllerin hep kırmızı
Olmadığı görünene kadar doğramalı,

Tıpkı;
Muzu soymak, cevizi kırmak,
Pirinci taşlarından ayıklamak gibi,
Gerçek ona gülümseyene dek.

Kalem;
Kendi dürüstlüğünü yazmalı,
Her yalanı dilim dilim yararak,
Bir Diyarbakır karpuzunun göbeği gibi
Orta yere koymalı,
Çekirdeksiz, taptaze, dimdik.

Kalem;
Kendini aklamak için,
Kusursuz görünmek için,
Günahlarından arınmak için,
Vicdanını rahatlatmak için
Yalanı kabullenmemeli,
Bir kaderci sessizliğinde.

Kalem kesmeli,
Kalem sevmeli,
Kalem duymalı,
Kalem görmeli
Boyanmışlıkları, boyasızlıkları…

Kalem yazmalı,
Kendi yazdıklarını okuyarak,
Ağzından çıkanı
Kulağının duyup da anlaması gibi.

Kalem;
Kendini yazmalı baştan aşağı,
Gerçeği, güzelliği başkalarında aramadan...

ahb

5.9.2002
“…ne ararsan kendinde ara…
kalem de olsan…”

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Mavi”
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Dokunun...

                       Fotograflar:  ahb
Bayramı, tatilin sonu niyetiyle Bodrum'da jübile edecekler için bir çift sözüm olacak, ne kadar kulak asacaklarına aldırmadan.


Bodrum'u zaten bilenleri gözardı etmenin umursamazlığında; son 3-5 yılda, bir alışkanlığın sonucu belki de, kendiliğinden  keyifli bir mekan oluştu. Önceleri sezon dışında işleyen bu tekmil, şimdilerde sezonda da artık yer bulur oldu.

Kısaca; akşamı mest etmeye, Bodrum'un girişindeki bilinen balık haline gidiliyor. Hani, otogarın 100 metre aşağısındaki cadde üzerindeki manavların arka sokağına. 4 balıkçı dükkanın birinden, göze kestirilen tezgaha yamanıp, badeye uygun gidecek sualtı ürünlerinden yapılan seçimlerin ücreti ödeniyor. Balıkçının "Nereye?" sorusu, daha önceden gez göz arpacık edilmiş tatlı, naif, huzurlu mekanlardan birinin adını vermekle nihayete eriyor. Temizlenip pişirilmeye hazırlanmış siparişler, masaya ilişilirken çoktan irsaliyesiz mutfağa teslim edilmiş oluyor.
Artık iş, size kalıyor. Mezelerin seçimi, itinayla buzdolabı camına 45 dereceden eğilmiş gözlere, sağ işaret parmaklar yataklık ederek yapılıyor. İşletmenin bir acelesi olmadığından, sıcakların ne zaman ocağa atılacağına siz karar veriyorsunuz, tıpkı kadehinizi öpeceğiniz an gibi. Bilgi olsun diye; fiyatlar, benim gibi bir emekliyi bile acıtmayacak incelikte.

Sokakboyu, masalarda; sarhoş narası olmaksızın, ana caddenin debdebesini hissetmeksizin, en önemlisi akıl ya da alın terinin altından kalkamayacağı ederdeki dört lastiklilerinde "cısdam cısdam" diye; kollarını, açık pencerelerinden sarkıtmış, direksiyondaki koltuğunda kaykılmış, çarığı kabarık, ya yaşı ya da aklı henüz kemale erememiş magandasız, kendi halinde ama hareketli, hatta zaman zaman cıvıl cıvıl  bir küçük sokak; kedileriyle, köpekleriyle, seyyar çiçekçisi, fındıkçısı, piyangocusuyla. Her işletme, yaklaşık aynı tonda ve türde teraneleri kaldırımdaki huzur arayan kulaklara yayma mesaisi yaparken, o meşhur kakafoni de pılısını pırtısına yer bulamadığından Arnavutlaşmış bu sokağa uğramıyor bile. 
Gökyüzüne doğru yankı bulan kahkaha ve konuşma seslerine ve onları seslendirenlerin yüzlerine bakıldığında; terk edilmiş efkarlıların, kıskançlık tartışmasına kapılıp kavga çıkaranların ya da masadan masaya kesişenlerin, yeni aldıkları giysilerini, arabalarını sergileme isteğini engelleyemeyenlerin sıkılacağı bir mekan. Eğlenmekten çok muhabbete yandaş olması, refik/refikaların seçiminde hassas olmayı gerektiriyor. Aksi takdirde sıkılmak bir yana gece rezil bile olabilir. Bu konuda müssebbip olmayı hiç arzu etmem. Kısaca; Serdar Ortaç'la kıvırtmak yerine, Zeki Müren keyfinden tad alacaklar için biçilmiş kaftan.




İşte bu noktada, 2 seneyi aşkın süreyle ilişkimizin müptelalığa dönüştüğü "Kalabalık Meyhanesi"ni öneririm.

Sütünü pekleyecekler için; mezelerden, kendi damak zevkime göre; köpoğlu, tekmilli fava, kabak çiçeği dolmasını tatmanızı salık verebilirim. Peyniri Ezine, kavunu tatlı, eh gerisi de artık sizde saklı.

Hala Volkan Konak söylemiyor ise garsonu bu konuda uyarın. Zira, Baş aşçı Hakan Usta ocaktan kendini henüz alamamış demektir. Bu da, sizin ona kıyağınız olsun, onun size balıkları terane eşliğinde usta kıvamında pişirmesine karşılık. Dinlediğiniz ezgiyi yüzgeci ile kılçığının arasından tüttüğünü duyduğunuzda bana hak vereceksiniz.

Önerim o ki, gideceğiniz akşam için mutlaka gündüzden yer ayırtın. Zira Bayramdır. Yer olmaması da normaldir. Belki okunmasında zorluk çekilebilir diye telefon numarası; 0252 316 07 09

Lokanta sorumlusu: Avni Aymelek, 
Baş aşçı: Hakan Bayrak, 
Garson (enson): Oğuz


Benden selam etmeyi de unutmayın derim, torpil yapacaklarından değil, bu selamdan keyif alacaklarından. Biliyorum ki onlar, zaten bildikleri gibi ağırlıyacaklar sizi, diğer ziyaretçileri gibi. 



Kartvizitlerinin arkasındaki notu iliştirerek:

"Eğer sana içki dokunuyorsa,
sen de içkiye dokun"

Bayramın, herkes için;
Sağlık, huzur, barış, umut getirmesi dileklerimle
İyi bayramlar... 

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

O zamanın düşlerinin ayakları, şimdinin gerçeklerinden yere daha sağlam basardı.

Marmaris - 70'lerin başı
O yıllarda; henüz Marmaris’in adı ne şenliklerle ne de devletin o kocamanlarının isimleriyle birlikte anılmadığından, kendi halinde bir sayfiye kasabasıydı. Yunan adalarından gece konaklamaksızın, günü birlik gelen üç gemiyi saymazsak sakin bile sayılabilecek bakir bir tatil mekanıydı. Elektriğin dahi ulaşamadığı, karadan yolu olmayan, yegane denebilecek gözde koyu Turunç, fosforlu mağara, Pamucak dışında kimsenin ağzında ne Aksaz, ne de Kızkumu vardı. Ancak Datça yolu, aynı dehşetli kıvrımlarını o günlerden bu güne taşıyabilen tek mirastır. Zaman zaman virajlarda canı sıkılan tekerlerin uçurumu seyretmek istercesine, kısa süreliğine bir bakış atma gereği duymalarından olsa gerek, Sakar’ın inişi tam sakardı. Şimdiki iskele meydanı, meydan değil “L” biçimli bildik bir sıradan ahşap iskeleydi, kordonboyu rengarenk tenteli pancar motorlu ufak gezi teknelerinin sıralandığı. İskeleden sonra ilk buruna kadar eskiden kalma bakımsız bir kaç evin arasından onarılması her yerde olduğu gibi unutulmuş Kale, ziyaretçisizlikten kendi halinde uyuklardı. Bir seferinde Kale’yi yerli çocukların kılavuzluğunda, gezmeye kalktığımızda çökebilecek gizli tuzakları tavşan kıvraklığında atlaya zıplaya zirvesine tırmanmıştık. Etrafımıza bakındığımızda bizi getiren kısa saçlı, Güneş’in tenini kararttığı çocukların biraz aşağıdan bizi seyrettiklerini gördüğümüzde, durduğumuz burçta bile can güvenliğimizin tehlikede olduğunu fark edip üç dakikada yeniden toprak sokak arasına kendimizi zor bela atıvermiştik. Ardındaki koyun kenarında küçük tekne imalatlarının yapıldığı tersane, ardında da Güllük ormanı. Kerli ferli Piknik alanıydı Güllük, oturulan tahta piknik masalarından kalenin ayıplı diğer yakasının seyredilebildiği. En keyifli mekanlarının ise; çarşı içindeki “İmren” lokantası, iki açık hava sineması, son gece tüm pazarlığımıza rağmen bütün paramızı yatırdığımız Karadeniz Lokantası. Lokanta deyince aklınıza başka hayaller gelebileceği korkusuyla söyleyeyim, üç direkli bir hasır çardak. Bir de unutulmaz “Merhaba” pastanesi. Yine ekleyeyim; kocaman bir bahçe içine çakıl taşlı, onca tahta oynar ayaklı masasına rağmen üç masası en fazla on beş dakikalığına dolu kalabilen, küçük hizmet binasındaki lambalı radyosundan parazitli şarkı, türkü yankılanan daha çok bir çayhaneydi. Ancak; yatmadan önce hanım göbeği, şekerpare, sade dondurmalı kalburabastısı gece yarısı, özellikle iki kadehten sonra insanı kendine getirtirdi. Evlerinin odalarını kiraladığınız pansiyoncunun kızını bankada, oğlunu hediyelik eşya satan bir dükkânda, eşini postahanede, kocasını motorcu olarak her an karşınıza bulabilirdiniz, sabahları işlerine kendi ellerinizle uğurlamış olsanız da. Caddenin iki yanındaki dar kaldırımlara dikilmiş palmiyelerin yaprakları, yürürken baldırınızı her an çizebilirdi. Önceleri İzmir kaynaklı, sonraları Ankara, daha sonraları da İstanbul’dan gelen serbest meslek erbapları sıra sıra kasabayı doldurdukça, yalnızca Hıdrellez gecesi çiçek hırsızlığı yaşanan, kapıları açık uyunan evlere, tek tek kilitler takılmaya başlandı ve kararmış çubuk anahtarlar paspas altlarında saklandı. Belki de büyük depremde bile böyle sarsılmadılar yıllar yılları kovalarken. Lisenin sağ tarafı ise neredeyse üç yüz metrelik bir kordondu ve burada yol biterdi. Yolu barikat gibi kesen, “Sini” adındaki iki katlı, sakin, arka bahçesinde az sayıda çadırın konaklayabileceği bahçeli bir evdi aslında. Daha ilerisinin kıyıları bataklık, içleri muz bahçelerinden oluşurdu. İleride kibirle “Lidya” otel bir başına denizi seyrederdi. Daha sonrası, öncesi gibiydi “İçmeler” e kadar. “İçmeler” dediğiniz, yine üç direk bir hasır çardak çayhanesi, ardında da sırtını ona yaslamış “içmeler” çeşmesi. Son koyun karşı düzlüğü olduğu gibi İhsan Doğramacı’nındı, ya da Hacettepe’nindi de biz kısaca öyle seslendirirdik edindiğimiz alışkanlıkla. Orta yerde duvarları ve çatısı oluklu aliminyum kaplı iki üç kulübe dururdu, isteyen Hacettepe’li gelip tatil yapsın diye. Tabii ki; bu koca tarlanın ortasındaki çıplak barakaların içi gündüz Güneş altında, Hitler’in fırınlarını andırsa da mutlaka inat etmiş üç beş öğrenciye rastlanırdı, kendilerini doğal olarak Che Guevara hissedebilen. Üç eksik beş fazlası, hepsi hepsi bu kadardı, bir mimarın yaptığı hatadan ötürü asılışını anmak için adına “Marmaris” dendiği rivayet edilen meşhur sayfiye kasabası. Doğrudur; o günlerden bu yana, ağaç dalı kesenden mimari hata yapana kadar herkesin cezasının kelle olduğu, işin ciddiyetinin boyutunu gösterse de, bizler ancak Harem kültürünü taşıyacak kadar ciddiyetsizle kaldık hep. 

Şarkıların dediği gibi, “isimleri neydi şimdi, unuttum” diyebileceğim, sıradan dört ODTÜ öğrencisiydi birazdan öykülerini anlatacağım, benim de üniversite kapısına yanaştığım o 1970 li yılların başlarında, orada onlarla tanıştığım. Aramızdaki tanış asma köprülüğünü yapan, Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi bir ahbap çocuğuydu, lise yıllarını içlerinden biriyle geçiren. İskemlelerin ters çevrilip şezlong niyetine yaslanılarak güneşlenildiği tozlu toprak karışımı kumsalında rastlamıştık onlara, habersizce, önceden buluşma talepsiz. “N’aber” faslının çarçabuk geçiştirilme sonrasıydı. İçlerinden üçgen vücutlu olanı avuçlarının her birinin içine bir limon sıkıştırıp, sessizce hepimize “hoşçakal” diye elini sarı sarı salladı havada bir kaç kez. Ardını döndü, yürüdü ayağını yakan sıcak kumların üzerinde. Terlemiş bedenini saran renkli fanilasını çıkarıp elindeki naylon torbaya tıkıştırdı, özenle ağzını boğarak. Torbayı ince bir urganla bağlayıp açıktaki uçlarını çenesinin altında düğümleyip sırtına astı. Dirseklerinden kıvırdığı kollarını iki yanına açarak, sağa sola yalpalaya yalpalaya suya girdi, su seviyesi göğsüne gelene kadar yürüdü, yavaşça açılmış kollarıyla denizi kucakladı ve eski bir sandalın salınışında limonlu kulaçlar bir battı bir çıktı mavi sulara, ıslanmamış saçlı başının arkasındaki süzülen naylon torba, peşinde beyaz köpükler bırakırken. 
- N’apıyor bu? 
- Hakkı mı? Adaya yüzüyor. 
- Hıı.. her yeni gelen yakın zannedip, yüzerim sanır... 
- Boş ver. O günde iki kere gidip gelir karşıya. 
- !... 
- Alışıktır o. 
- Niye? 
- Niyesi mi var? Adam yüzmek istiyor. Adada bir de kayası varmış. Çıkıp üzerine uzanıyormuş. Buralar ona kalabalık geliyormuş. Her halde huzur buluyor orada. Hatta öyle huzurluymuş ki, istediğinde mayosunu çıkarıp çıplak bile güneşlenebiliyormuş. 
- Denizle koyun koyuna desene... 
- Öyle gibi bir şey. 
- Siz? 
- N’olmuş bize? 
- Siz niye gitmiyorsunuz onunla? 
- Ne işimiz var yav bizim. Adamda enerji fazlası var. O da çareyi bunda bulmuş. Yoksa akşamları çekilir mi bu herif, o daracık çadırın içinde? 
- Ne kadar sürede varıyormuş karşıya? 
- Bir kaç saat aldığını söylüyor. Yarım saat de orada güneşlenip yüzüyormuş... 
- Yani gidip gelmeyi yüzmekten saymıyor desene. 
- Yok o yol. Söylediğine göre, suyla oynaşmak gerekirmiş. Yani deniz de, kendi içinde senin olduğunu hissetmeliymiş. 
- Garip!... 
- Rahat bırak adamı. O da hayatı böyle yaşıyor işte. 
- Limonlar? 
- Onlar seyahat acentesinin ikramı. 
- !... 
- Kolonya gibi. Birini giderken, diğerini de gelirken susuzluğunu gidermek için yiyiyor. Keçiden başka canlının yaşamadığı adada suyu nereden bulacak, bir düşünsene. 

Bu söyleşinin, belleğimin neresinde kesildiğini de unuttum galiba. Neyse, “Akşama bize gelin”le ayrılmıştık sanırım. 

Aradaki konu dışı fragmanları ayıkladığımda; duşumu briket duvarın üzerine kondurulmuş, gün boyu Güneş’in kaynama noktasına getirdiği suyu başımdan aşağı boca eden bidonun dibine kaynakla tutturulmuş fıskiyesinden yapıp, akşam yemeğimi ailemin kurduğu masada yiyerek karnımı doyurmuş ve artık piyasa vakti geldiğinden tam salınmaya hazırlanıyordum ki, sonraları avukat olan arkadaşım kapı ucunda belirdi. Ayağa kalktığımda babam oturduğu yerden boyunu uzatarak; 
- Bu gün erkencisiniz? 
- Gündüz arkadaşlara rastladık da. 
- Nerede kalıyorlarmış? 
- Çadırla gelmişler... Sini’de. 

Ellerini baldırlarına dayayarak hızla ayağa kalktı, parmaklarını bekleyin dercesine oynatarak. Birazdan, elinde şişkin bir kesekağıdıyla geri çıktı mutfaktan. 
- Bu ne? 
- Yanınıza alın. 
- İçinde ne var bunun? 
- Siz yanınıza alın, sonra ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Siz değil ama birileri mutlaka memnuniyetlerini dile getirecektir. Hadi, benden de selam söyleyin arkadaşlarınıza. 

Kasabayı ışıtan jeneratör gece saat ona kadar çalıştığından, elimizde el fenerleri ve babamın avucumuza tutuşturduğu kesekağıdıyla sokak ışıkları henüz yanmamış akşam karanlığında Sini’ye doğru yürüyorduk. Yakınlaştıkça, sessiz yaz akşamının ardından bir kaval sesi işitiliyordu belli belirsiz. Anlamsız gelse de biz yürüdükçe ezgi daha açık seçikleşiyordu, köylü kızının kaşı alınmamış güzelliğinde. “Ilgaz, Anadolu’nun sen yüce bir dağısın...” Kötü de çalınsa dinlemesi hoştu, o boşlukta. Çadırları çevreleyen bahçe duvarına yaslanıp, akşamın loşluğuna doğru seslendik. Birden kaval sustu. İki üç karaltı, yüzleri seçilemese de karşımıza dikildi. 
- Siz miydiniz? 
- Başka bir çadırı mı ziyarete geldiniz yoksa? 
- Haa yok. Birisi kaval çalıyordu. Seslenince kesildi. Bizde bağırdığımız için bize bozulmuş bir başka çadırcı sandık da sizleri... 
- Gelin gelin, ama çadır iplerine dikkat edin. Düşmeyin haa.. 

Görmez aydınlıkta kör ebecilik oynarcasına, oturun dedikleri yere bakmadan oturduk. Bir süre bakışıldı, tebessümlerdeki beyaz dişlerin pırıltısında. Gözümüz karanlığa alıştıkça, derme çatma bir çadırın önündeki kilim üzerinde, çember halinde oturduğumuzun farkına varıyorduk. Her ne kadar, ne oldukları seçilemese de orta yerdeki kilimin üzerinde kimi karaltıları kast ederek; 
- Aç mısınız? 
- Yok, biz yedik de geldik. 
- Bakın son kez soruyorum, size ayırdığımız bifteğimiz hâlâ sıcak. 
- Biftek mi? Nerede? 
- Burnunuzun ucunda, işte. 
- Bu ne yav? 
- Biftek. 
- !... Yahu, bu düpedüz beyaz peynir. Ha ha ha... 
- Siz güzelim bifteği beyaz peynir diye çağırıyorsanız, o sizin bileceğiniz iş. Neyse, biraz da salata kalmıştı, isterseniz ondan tadın. 
- Ona da biz ne diyoruzdur Allah bilir!.. heeyy  demedim mi, bu da üzüm çıktı. 
- Çoban salataya da Allah bilir, “Biz ona üzüm deriz” demeyin sakın. Neyse Nazif, baba ya şu ortalıktakileri misafirlerin önünden kaldırıver, bak yemek istemiyorlarmış. 
- Hocam, az önce aramızda epeyce çatal kavgası yaşanmıştı ya... hani diyorum ki, istersen imha planıyla yok etsek de, beni de çöp atma derdinden kurtarsanız, ha? 
- Haklısın sevgili kardeşim... izninizle sevgili misafir kardeşler, biz birazdan yeniden şu anki olağan halimize döneceğiz, göreceklerinizden endişeye kapılmaya gerek yok. Arkadaşlar, lütfen herkes birbirinin hakkına saygı göstersin. Hakkı, aynı zamanda senin adın da olduğu için göstereceğin özen kuşkusuz bizim iki katımız olacağı aşikâr. Ama ne demiştik, ne demiştik, lütfen beyler sınır ihlâllerine dikkat edelim. Hak etmediğimiz bölgeler bizim için haram olmalı. Bak yine hak geçti. Hakkııı, anlarsın ya. Senin için iki kat... 
- Evveet beyler, nerede kalmıştık. Söyleyin bakalım, bu gece birlikte oluşumuzu neyle kutlayalım? Bir şeyler yediremedik ama içeremedik de dedirtmem ben, adama kendimi. Ne içiyoruz? 
- !.. Neler var? 
- Kuş sütümüz yeni bitti, onun dışında ne isterseniz. 
- Bira var mı? 
- Var. 
- Şarap? 
- Kırmızı, beyaz? 
- Kırmızı. 
- Ne marka olsun? 
- Şaraptan o kadar iyi anlamayız. Öylesine, sizinle birlikte içeriz. 
- Nafiz, hadi canım sen iyi mantar açarsın, bir kırmızı şarap aç... haa dipde sakladığımız vardı ya onu çıkart. Hakkı baba, sen de üfle neyine bizi buralardan sök götür uzaklara bir yere... 

Meraklı gözlerle olan biteni izliyorduk. Hem olanları anlamaya gayret ediyor, hem de bir yandan şaka mı yapıyorlar yoksa ciddi mi olduğunu, hatta bütün bunların tümünün bir düzmece olduğundan kuşkulanarak, her hareketlerini bir tenis maçı seyircisi dikkatinde izliyorduk. Gerçekten bir şarap şişesi geldi orta yere. Bir nefeste midelerine indirdikleri beyaz peynirin, ekmeğin, üzümün altına yayılmış gazete kağıdı toplanıp, yerine külâhta alınmış leblebi kağıdı açılarak orta yere serildi, inat etmiş kırışıklıklarını avuç içleriyle ütüleye ütüleye. Karşımda oturan, şişeyi kafasına dikip bir kaç fıslama sesinin ardından, hızla dibini yere sertçe vurdu. Yüzündeki acımış şarabın buruşukluğu, onca karanlığın içinden dahi seçilebiliyordu. Eli orta yerdeki leblebi kümbetine uzanıp, parmak uçlarının arasına sıkıştırdığı üç beş leblebiyi once, tavla zarı gibi avucunun içinde bir kaç kez şıkırdatarak salladı ve açtığı ağız boşluğuna tek tek fırlattı. Bu sırada yanında oturan karaltı, aynı merasimi baştan sona sektirmeden yineliyordu. Hakkı çoktan kavalıyla “Ilgaz”ı çalmaya başlamıştı bile. Artık sıra bana gelmişti, göz açıp kapama süresinde. Hem yaşımın alkolü kullanmamdaki acemiliği, hem de sarhoş olma kaygısıyla dudaklarımı şişenin ağzına götürdüğümde, yanımdakinin içerken bıraktığı ıslaklıkla başbaşa kalıverdim. Hiçbiri içmeden önce ağzını silmemişti halbuki. Ben silersem de, artık bardağı taşıran son damla olabilirdi, bu temizlik sevdam. O da ne? Su bu. Hem de en rezilinden, tam tabiriyle terkos, dibine kadar klor kokulu. 
- Pufff... 
- Leblebi al arkasından, iyi gelir. 
- Bu resmen su yahu... 
- Şşşşş... ayıp oluyor ama haa... 
- Ama... 
- Ayıp ettin arkadaşım. Ne zor misafirmişsiniz yahu? 
- !... 

Karanlıkta pençeleşmiş bir el şişeyi sertçe elimden aldı ve ayağa kalkıp dudaklarına değdirmeden ağzına boşalttı. 
- Bal gibi şarap bu, ne suyuymuş? 

Ortalık buz gibi oldu, o Ağustos sıcağına bir o kadar inatla. Kendimi daha çok bir tiyatro sahnesindeki oyun provasında hissettim. Yaşanan yaşamın dışında, düş gibi, belki de kabus desem yeridir o yıllarıma göre. Ama onun dediği gibi; “bal gibi” gerçekti tüm şahit olduklarım. 

- Her şeyi alt üst ettiniz dedi, en yaşlı gibi duranı. Biz bunları yaşamayı kabullenerek gelmiştik bunca yolu. Paramız yoktu ve buraya gelince de yine olmayacaktı. Her birimizin farklı zevkleri, beklentileri, hayalleri vardı. Herkes her akşam istediği yemeği niyetlenip yiyiyor, istediğini içiyordu. Hakkı’nın bildiği tek şarkı olan “Ilgaz”ı değil, duymak istediği şarkıyı dinliyordu, herkes daldığı kendi düşünde. Ve bütün bunlar, her birimizi ayrı ayrı mutlu ediyordu. Kimimiz kendini Haiti’de, kimimiz kendini Tarabya’da zannediyordu. Ve birlikte yaşadıklarımızın hepsi, bizi yalnızca mutlu ediyordu. Amaç ne yediğimiz ne içtiğimiz ne dinlediğimiz değil, ne niyetle yediğimiz, içtiğimiz, dinlediğimizde idi. Biz kendi aramızda konuşmaksızın anlaşmıştık ve kimse aksini dahi iddia etmiyordu. Ancak, siz bilerek inandığımız bu düşten bizi zorla, tartaklayarak uyandırdınız... Neyse boş verin, bilmiyordunuz, yoksa yapar mıydınız? Asla. Bundan eminiz. İçinizi ferah tutun... Arsızlık demezseniz... gelirken elinizde bir şeyler vardı?... Bize mi getirmiştiniz, bilemiyorum? Sanırım tatil yeri de olsa, Anadolu kibarlığı. 
- Haa, sahi ya... kesekağıdı... evet evet... Garip olacak ama, babam bunu yollamıştı size. İşin gerçeği ben de bilmiyorum içinde ne olduğunu. Ha bir de selam söylememizi istemişti. 

Açılan kesekağıdının içinden; akşam evde yediğimiz kuru köfte, kızarmış patates, kesilmemiş üç beş domates, salatalık, biber, taze soğan ay ışığında sanki keyifle bize bakıyorlardı. Biz en güzel patates nerede yetişirin derdindeyken, yanımdaki hukukçu dostum aramızdan sessizce ayrılıp, yakındaki büfeden iki şişe şarabı kaptığı gibi geri dönmüştü bile, yüzünde yüzümdeki aynı şaşkın tebessümle. Önce sebzeler yıkandı, doğranıp bir güzel salata yapıldı. Hatta bir ara, Nazif yakındaki lokantadan üzerine zeytinyağı bile döktürüp getirdi. Açılan şaraplar, genç bedenleri çarçabuk ele geçirdi ve Hakkı “Ilgaz”ı çaldı, biz “O ağacın altını” söyledik. Hakkı “Ilgaz”ı çaldı, biz “Niksar’ın fidanlarını” söyledik. Gece saat onda jeneratör durduğunda, zaten ışığı olmayan çadır önünde; mehtabı, yıldızları yattığımız yerden izledik karanlığa doğru acemice söylenmiş bir kaç dize şiir refakatinde. 

Gece geç vakit, el fenerlerimizi yakıp, kısa mesafedeki pansiyonumuza birbirimizle hiç konuşmadan geri döndük ve o gece ikimiz de sabaha karşı uykuya dalabildik. En önemlisi; dostumu bilmem ama, ben o geceyi hayatım boyunca hiç unutamadım. 

Ertesi gün, onlara uğradığımızda erkenden çadırı söküp ayrılmışlardı bile, bizlere çizgili kağıda yazılmış bir not bırakarak; 

“İçiniz ne zaman sıkılırsa ‘Ilgaz’ı söyleyin” 

O yüzden; ne zaman dinlesem bir yerlerde çalan “Ilgaz”ı, içimi hem hüzün hem coşku birlikte kaplar; “Keyfiyet senin, hangisini istersen onu seç” dercesine.    

Sevgilerimle...

ahb  

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.