24 Aralık 2012 Pazartesi

St Clause’un küçük çanları


  Ataç Sokak 967     

Kendi deyişimle; konuştuklarımın, yazacaklarımdan daha çok akılda iz bırakacağına inandığım yıllardı. Ergenlik dönemimin sonu, ön gençlik diye tanımlanan çağımın başı, Aralık ayının sonundaki günlerden bir gündü. O güne kadar; kendi başıma belediye otobüslerinde geçen serüvenlerle dolu ilkokul yıllarımı ardımda bırakmış, gündüzleri akranlarımla sinemalara gitmiş, mahalle çocuklarıyla belirlenmiş güzergahları izleyerek gecenin karanlık sokaklarından aydınlık caddelerine doğru yaptığımız gezintilerimizde, elimizde suni deri kabına nalçalanmış sapını bileğe geçirerek taşınabilir, pilli ve hatta transistörlü, orta dalgadan yankılanan İl Radyosu’ ndaki Dilek Pınarı’ ndan yayılan müzik eşliğinde, o dönemin tüm efendi serseriliklerini tatmış da olsam, o yıl ilk kez bir yılbaşı akşamını ebeveynsiz geçirmenin heyecanı sarmıştı, yeni yeni tüylenen genç bedenimi.
Hani kimi yaşgünleriniz ya da özel günleriniz olmuştur; tüm olanaklarınızın, ‘Pes doğrusu, bu kadar olur…’ dercesine elinizin altında olmasına rağmen, en büyük eksikliğin bunu paylaşacak en az birini bir türlü bulamadığınız… Hani, ‘çok samimi olmasak da olur…’, … hatta alçak gönüllülüğün sonunda, yalnızca sima olarak tanıdığınız mahallenin çöpçüsüne bile ‘evet’ diyeceğiniz.
İşte tam böyle bir gündü, yılın bitimine gelindiğinde. Çevremdeki kalabalığın ‘teyzemler… bizimkiler…’ bahaneleriyle yok olmasıyla iki ahbap çavuş orta yerde kala kalmıştık bir başımıza. Aslında, biz de ne yapacağımızı bilemiyorduk. Yani; biz mi ona o mu bize girecekti, anlayamamıştık. İlkliğin getirdiği acemilikle; eskisinin kıçına bir tekme mi vuracaktık, yoksa yenisinin başını mı sevip okşayacaktık? Kılavuzluk edecek yakışıklı bir dayımız da olamamıştı, böyle bir durum karşısında ne yapılması gerektiğini söyleyecek. İkimizden birinin evinde oturup iyi aile çocukluğu oynamak da içimizden gelmiyordu, bir tencere zeytinyağlı lahana dolması uğruna. Ama iki başımıza, Sakarya’daki Buhara’da kafaları çekecek kadar da cesaretimiz yoktu, yaşımızın iki arada bir derede kalmasından.
- N’apalım?
- Bade… Bade Pastanesi?...
- N’apcaz?
- Oturur sohbet ederiz…?
Gevezeliğime bile güvenemeyip,
- O kadar saat?…
- Televizyon getirecekmiş bu akşam için… dün gördüm… kapısına ilan asmış…
- Eh, fena değil.
- Sekiz buçuk?...
- Sekiz buçuk.
- Köşede?...
- Köşede.
Bayramlık siyah kumaş pantolon, bayramlık ayakkabı, bayramlık mont… bir de en sevdiğim kalın saç örgülü boğazlı kazağım… O yıllarda; suratımda yeni çıkan kılları kesmek, şehirler arası benzin istasyonlarındaki ‘küçük’ kadar kısa sürse de, o gün ‘büyük’ kadar uzun süren sakal traşı oldum, sırları nemden dökülmüş ayna karşısında. Yurtdışından gelen bir arkadaşının abime armağan ettiği, at başlı traş losyonundan da yanaklarımı ‘şap şap’lattıkdan sonra, mazbut yemek masasındaki aileyi tek tek öpüp, köşeden ıslıklamak üzere karanlığın ortasına dalıvermiştim.
- Güzel olacak bu gece, bence…?
- Bence de.
- Gelmeyenler kaybetti…?
- Bence de.
Uçuk mavi renkli, formika kaplı yuvarlak pastane masasına paltolarımızı sandalyelerimizin sırtlarına asıp, oturduk. Yan masa komşumuz; geniş siperlikli şapkasıyla bir örnek paltolu kız ve onun annesiyle babası… Diğer yandaki masada bir başka karı koca, kahve ile pasta yiyerek yeni yılı kutluyor. Her masanın konusu ayrı, ancak kimse diğer masaların konusu hakkında bir fikri yok, onlara duyurmadıkları sesizlikle konuştuklarından. Bir de papyonlu garson, yuvaklak tepsili. Kaldırımdan ekran gibi gözüken vitrin camında artık biz de vardık, gelen geçenin hepimizi birden seyrettiği. Masaların, sinema salonu gibi televizyona dönük durmaması, oturanların hepsinin arkadan bakınca aynı anda enselerinin gözükmemesi, hatta guart hastası olmuş gibi fırlamış gözlerin ekrana kilitlenmemesi de, ayrı bir güzellikti.
Gece boyu; iki sevgili gibi hesaplaştık, tartıştık, aklımızdakileri zaman zaman el ele tutuşturduk, dertleştik. Bedensel gelişmemizin bulunduğu nokta itibariyle, incir çekirdeğini bile doldurmayan büyük sorunlarımıza çözümler aradık, hatta kimine kendimizce bulduk bile. Ancak en çok güldük, birbirimizin gözlerinin içine baka baka, içinde hiçbir sahtekarlık barındırmaksızın.
Çerez tabakta hâlâ kalsa da, biralarımız eski yılla birlikte bitti. Bir yandan da cebimizdeki hesabı ödeyecek paranın, yetip yetemeyeceğinin talaşıyla yüreğim çarpıntılar içindeydi.
- Birer çay içelim mi?
- Hesap?
- Ben de n’olur n’olmaz parası var. Boş ver…
O gecenin sonuna geldiğimizde, televizyona kimlerin çıktığını şu an bile hatırlayamıyorum. Bilebildiğim ise; aradan geçen yıllarda öle kala, evlene boşana, çocuklarla çocuksuzluklarla, taşına göçene dağılıp gittik, hepimiz bir yana saçıla saçıla. Şimdilerde birbirimizin ev adreslerini bile e-posta adreslerinde arar olduk boş yere.
Dostumu sorarsanız, yaklaşık otuz senedir Kanada’da göçmen olarak yaşıyor. Ondandır ki, görüşmelerimiz sıklıkla olamıyor. Ama birbirimizin sesini ilk duyduğumuzda, hâlâ o yılbaşının sıcaklığı kaynatıyor damarlarımızda akanları. O yıllarda; bütün günümüzü birlikte geçirir, uzun ayrılıklar öncesinde sarılıp öpüşürdük. Şimdi yaşlandık mı ne? İki senede bir, altı yedi saat görüşebiliyoruz ancak, ayrılırken de üstüne üstlük ağlıyoruz burunlarımızı çeke çeke, hem de çocuklarımızdan bile utanmadan.
Özetle; bir çok insanın düşünü yaşadım gerçekte, kanlı canlı, diri diri ve yeni uyanılmış bir düşün lezzetinde.

(Sevgili Serdar Bilgin; 
dostluğumuz nasılsa baki, 
o nedenle sağlıkla nice seneler diliyorum)

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Canavar Toroslaşırsa

Akşam, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın Küçük Tiyatro’da perde açıp, ülkenin malumu olmuş öyküsünü, sahneye güzel taşıdığı Aziz Nesin’in “Toros Canavarı” adlı oyunu izleme fırsatımız oldu.
Her ne kadar, oyuncular oyunculuklarındaki tüm maharetlerini sergileseler de, senaryo diye adlandırılan metin özensiz, kopuk ya da kuru bir anlatıdan ibaretse; Kerim Afşar gelse, yapacakları nafilenin ötesine geçmeyi beceremeyeceği bir gerçek. İşte bu ayrıntı Aziz Nesin’nin kaleminin gücüyle oyuncuları rahatlatmakta ve onlara yeteneklerini sergileyebilecekleri geniş alanlar açmakta.
Bu noktadan hareketle oyunu izlerken en azından ben, kendi adıma düşündüklerimi dillendirebilirsem; ülke çok da uzun sayılmayacak bir zaman süresinde, palamarları kopuk tünelden geçmiş olduğu gerçeğini, omuzlara tüm ağırlığını vererek çökmekte. Hani hep söylendiği gibi; 40larla başlayan ve tek tek ayrıntıları nakışlanmış bir dokumanın saçaklarının örüldüğü günümüzde, adeta insanın kendine yabancılaşması becerilmiş. O yıllarda da varmış; Zübük’ler, Toros Canavar’ları, Fil Hamdi’ler. Memlekette eksik kalmaması için hayli de uğraş verilmiş, özen gösterilmiş bu uzun sayılabilecek süreçte. Düzenin adamları, memurları, üniformalı ya da formasızları, kruvaze takımlıları, buruşuk pardösülüleri. Bir ayinmişcesine tapınılmış perdelerin ardındakilere, tavassuta tevessülle temessül ede ede.
Kısaca oyunun konusunu bilenler için bir yenilik yok gözüküyor olsa da, sahne sunumu uygun pencerelerden güzel ve yerinde yansıtılmış bana göre.
Yaşamda medyabazlarca başlara vura vura şaşırtılan hedeflere inat, iç seslerin asiliğinde Medya Canavarının yarattığı mahalle baskısıyla dillendirilememiş küçük insanlar ya da ucuz insanlar diye nitelenenlerin, gerçekten küçük, hem de ucuz olduğunu teyit etme şansı tanıyor. Aziz Nesin, saray edebiyatçısı olmadığından, sokağa ve sokaktakilere kolaylıkla ayna tutmakta. Bu da, birden bire mahalleliyle, şoförle, memurla, yetkisiz yetkiliyle insanı karşı karşıya getiriyor.
Bundan sonrası izleyene düşmekte, heybesine attıklarının seçimindeki dürüstlüğe kalmakta.
Seyirci kesiti ise haylice ilginç. Salonda 4-5 çocuk gördüm eski eğitim sistemine göre ilkokul 1-3 sınıfına gidebilecek yaşlarda. Durum oyun başlamadan önce aydınlandı. Belki biliyorsunuzdur; ilk 3 sıra davetiye sistemine göre yerleştirilmekte. Bürokratlar da “bir kaç tane daha ver, çoluk çocuğu da götürürüz...” diyerek, haybeden 5 liralık biletin ucuzluğuyla evi salona taşımanın züğürt hovardalığı, iliklenmiş ceket düğmesiyle boğumlaşmış beden dillerinden açıkça görülebilmekte. Bana sorarsanız arka sıralardan görünen görüntü o ki; oyundaki ibretler, sahnenin ilk sıralarında canlı canlı yaşanmakta. Kısaca sahneyi göremiyorsanız üzülmeyin, dev ekran niyetine ilk sıralardaki bu düzen tutmazlıkları izleyerek de oyunu seyretmiş sayılabilirsiniz.
Ara’da, kapı önünde istemeden bir kaç dakikalığına da olsa göz ve kulak misafirliği yaptığım bir kaç genç çifte bakarak; cinsler karşılıklı olarak, sanat üzerine mesnetsiz atışlar yaparak, birikimsiz entellektüelitelerini birbirlerine dayatma yarışına giriyor gözükmekte. Ancak, bir anda kondurulan anlamsız “eniştem beni niye öptü” busesinin anlamı bu kısır teati içinde gerçekten yer bulamıyor. Olsa olsa, “gönül ne kahve ister ne kahvehane...” söylemindeki gibi, gönüller isteklerine kavuşmuş gözükse de, mekanın kahvehanede ısrarcı kalması hala muğlaklığını koruduğu konusunda, 3.şahıs olarak hak vermemek elde değil.
Salona dönersem; gülme hatta kahkaha anlarında iç yorumlarım hayli karmaşık. Önceleri “işte tam burada gülünecek” diye efekt verile verile tek tipe dönüşen ve kimi şark kurnazı güldürücülerin; “güldürme sanatı zeka işidir” diyerek nalıncı keseriyle güdümlemesi, güdümlenenin de “eee, güldürenin zeki olması kadar, onu anlayıp da gülen için de geçerli olsa gerek” diyerek, keserler nalıncıdan alınıp nalıncılığa soyunulduğundan, ortada kimi zaman ağlanacak halimize gülenlerin müsebbibi olarak değerlendirilebilir.
İki sıra önümde oyun boyunca gülme krizine giren hayli kilolu sarışının, fuayede asabiyet saçması, yargılarımı alt üst etmeye yeterli geldi. Yanımdaki delikanlının ise, “çok iyi yaa” diye diye sallanarak gülmesi ve temsilin bitimindeki tiradın yarattığı soğuk duş sonrası, kerhen oyuncuları alkışlaması da, aklımda soru işaretleri yaratmasına neden oldu.
Genelde kasabın çırağından söz etme isteksizliğime karşın; oyunun yoğun bölümü ya da net özeti; her eserde karşılaşılacağı gibi, perde kapanmadan önceki 2-3 cümlelik tiratta yatmakta. Ardından insan aklını isyan ettiren o son iki kelime ile de boğayı bulunduğu yere çökertmekte. Kısaca; son karanlıkta boğazına yumruk oturanlar oyunu gerçekten izleyenler, bulunduğu sürece sahneden nasiplenenler.
Yaşamı boyunca yaşatılan trajedilere inat, yazdıklarıyla komedi yazarı diye anılan Aziz Nesin, bu ikilemle belki de kendi yaşamı, en dolgun ve doygun Aziz Nesin’lik öyküyü anlatmakta.
Ülkenin Toros Canavarını, oyunun ise bu Canavarı kimin yarattığına yanıt araması üzerine kurulmuş oyun için düşüncem o ki; aranan, ismi belirsiz müsebbipler o an salondalardı, karanlıktan yüzleri tam seçilemese de. Tıpkı; mahallede, çarşıda pazarda, devlet dairesinde, iş yerinde, sahada, hamamda, dolmuşta oldukları kadar çoklukta.
Sanırım sorun geldi dayandı yine “her yol Roma’ya çıkar” dercesine; “ahlak”a, “insanlık onuru”na.
Bir de, sanırım diğer oynanışlarında rastlanmayacak bir küçük notu da ilave etmekte yarar görüyorum, bir tarih düşmek adına. Karakol sahnesinde, Komiser yerdeki zanlının şapkasını “düşürmüşsün, al...” diyerek ayağının burnuyla havalandırıp fırlatıyor. 4-5 metre mesafedeki zanlının ardındaki ayaklı vestiyerin kancasına fötr şapka dönerek oturduğunda, son saniyede kendi sahasından atılan 3lük basketin girmesi coşkusunda alkış alıyor.
Yönetmenliğini Ergun Üğlü’nün yaptığı oyunun, Dekor ve Kostümcüsü Gamze Kuş. Müzikler ise oyundaki yaşamın geçtiği tarihe uygunluğu açısından çok yerinde olmuş. Müzik, Tolga Çebi olarak gözükmekte ama, ezgilerin bestecisi mi yoksa seçicisi midir, bilemedim. Hangisi olursa olsun, ben beğendim. Kendi yayınlarına göre ise oyuncular;
Mustafa Kılıkcı, Burcu Tutkun Oruç, Ozan Çolak, Nagihan Orhan, Hakkı Kuş, Serhat Onbul, Mert Kırlak, M. Alp Sunaoğlu, İlker Alemdar, Serhat Yeşil, Zuhal Lale, Nurşah Aykut, Çisem Erdoğan, Şayan Noyan, Orçun Tiryaki ‘den kurulu.
Bunca sorunun mabadı görülmesin diye oynatılan Hipnoz ekranlara olan bağımlılığı eroinmanlığa henüz erişmemişler için; gidilmesi, görülmesi yerinde olacak bir oyun.
Oyunda emeği geçen, her alnında ışık taşıyana şükranımı sunarım.

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

18 Aralık 2012 Salı

1000.Adam

 
Bugün çok sevdiğim bir Dostum'dan söz edeceğim. 
Sanırım çoğunluk tanımaz. 
Adı, İhsan Baş...
Kendisine çokça yaşam borcum olan bir abim.
Bir 17 Aralık akşamı dost meclisinde, Orhan Veli'den;

Bir insan daha var,
Çok şükür evde;
Nefes var, Ayaksesi var;
Çok şükür, çok şükür

dörtlüğünü okuduktan sonra, "herşey sevgiyle başlar" demiş ve bir kaç dakika sonrasında kendisini bir mum alevinin sessizliğinde uğurlamıştık. Masayı çevreleyenler hep Dost bildikleriydi. Ve bu nedenle, böylesi bir yola çıkışın, herkese nasip olmayacağında karar kılmıştık, titreyen dudaklarımızı durduramamanın çaresizliğinde.

En son kullandığı sözcüğün "Sevgi" olması nedeniyle, ona ithafen yazdığım şu satırlar; "Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Mavi" nin arka kapağında yer almıştı;

Tam “sevgi” den söz ederken
Bu dünyayı terk edebilmek için ;
Ağzında hep “sevgi” olması gerek.

Hep “sevgi” diyebilmek içinse
Yüreğinden “sevmen” gerek.

Günün birinde ayrım yaparsan “sevgi”nde
Mutlak küfredersin kimi zaman birilerine.

Şans bu ya; 
    İşte tam o an 
         Gidiverdiğini bir düşünsene…

                                                                                   ahb
                                                                             11.4.2003 
                                                                  “Son nefesteki sevgi”

Bu gün bize veda edişinin 10. yılı.
Sade taştan oyulmuş lahitinin başında;
Adı, Soyadı, Doğum ve Ölüm tarihleri yazar.
Diğer yamacında ise "Bininci Adam".

Göğüs cebinde taşıdığı; Rudyard Kipling'in "Bininci Adam" şiiri, 
onun yaşam felsefesini oluşturduğundan ona bu çok yakışmıştı.
Her ne kadar taşa bu adı yontturanlar ardında kalanlar gibi düşünülse de,
gerçekte "Bininci Adam"ı yazdıran; yaşadıkları ve yaşattıklarıydı...
Bugün onu anmak adına, oğlu Yener Baş'ın çevirisiyle bu şiiri paylaşmak istedim.


BİNİNCİ ADAM

Bin adamdan yalnızca birisi
Sana kardeşten daha yakındır.
Ve onu bulabilmenin değeri
Kaybedilecek bir ömrü kazanmaktır.
Başkaları sende ne görürse
999 kararsız da onu savunur.
Fakat tüm dünya karşısına dikilse bile
Bininci adam senin yanında durur.

Şöhret, servet, görünüş
999 kişi bizi bunlarla ölçecek
Oysa ne vaad ne yalvarış ne de gösteriş
Bil ki o bu yollarda yürümeyecek
Ey oğul, şayet onu bulabilirsen
Onunla birlikte denize açılabilirsin.
Seni kurtaramasa bile bininci adam
Denize atlayıp seninle boğulacak yegane insan.

Kesesini alsan aklına bir şey gelmez.
O seninkini kullanmak istese bile
Ertesi gün gelip seninle
Hiç borcun yokmuş gibi konuşur.
999 sahte dostun ağzında
Altın ve para vardır her zaman.
Fakat içinden geçenleri bininci adama
Anlatabilirsin hiç korkmadan.

Her zaman ve her koşulda
Onun hakları senin, senin hataların onundur.
Haklı da olsa, haksız da olsa
İsterim ki onun yanında dur.
Felaketin anında ve gülünç olduğun zaman
999 uşak senden kaçar.
Fakat seninle beraberdir bininci adam
İdam sehpasında, belki de daha ötesine kadar. 

Rudyard Kipling 
Çeviri: Yener BAŞ

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Şeytan Uçurtmaya Bindiğinde

abim, uçurtma(sürüm 2.0) ve ben      Çubuk-960
     Yıllardan, 1960 ihtilaline bir kaç dakika kalmış günlerdi, Ankara'nın Çubuk'undaki o 4-5 yıllık süreçte yaşananlar. Küçük bir çocuk olarak kırsalın nimetlerinden yararlanmanın çabasına giriştiğim yıllar. Her gün yaşamdan bir parçayı kopardığım, keşfettiğim, yalnızca ben biliyormuşum gibi bildiklerimin gözümden fışkırdığı mevsimler. Tek katlı bahçeli evimiz, ilkokulun tam karşısında. Yuvarlanıp akan bir yaşama dem tutarken abimle oluşan dört kişilik aileye bir de dedem eklenmiş. Askerliğinin bitmesine yakın Çanakkale Savaşı kopmuş, savaş sonrası daha kendini bulamamışken yaşadığı topraklarda yaşanan vahşetin ardından Kurtuluş Mücadelesine katılmış, esir düşmüş, esir kampından kaçıp tren altında üç gün seyahat ederek sınıra ulaşmış, aktarmalarla doğudan zorunlu çıkış yaptığı yurda batıdan girmiş, savaş sonrası gecikmiş evliliğine ancak babamı sığdırabilmiş, benim doğduğum senede de freni patlamış bir kamyon bayır aşağı en yüksek sürate ulaşırken dedemi de elindeki ekmekle yakalayıp altına almış, morga öldü diye kaldırıldıktan sonra babamın yaşam belirtilerini ihbar etmesiyle ameliyata alınmış ve hastane çıkışında da kalan yirmi senelik yaşamını bizle birlikte geçirmişti. Evin duvarlarının dışında kalan bölümde, dedem onca badireyi atlatan o değilmişcesine; eker, biçer, sular, yetiştirir ve yedirirdi hepimize. Savaşın yarattığı kıtlığın acısını bildiğinden olsa gerek tam bir sulu tarım delisiydi. Sabah uyandığımda uyku mahmuru bahçeye inmem, onu görmem yeterliydi benim için. Dizlerinin üzerinde toprağa abanmışken, yüzünü bana doğru çevirerek Güneş gibi güldüğünü hatırlarım. Ağır ağır ayağa kalkar, ellerini birbirine çırparak silkeler ve ardından elimden tutup bahçenin diğer köşesine götürür, yürürken bahçeye yeni ektiği tohumların olduğu yerleri özenle göstererek fidelerin sonrasını güvence altına almış olurdu. Sonra, yüzümüzü Güneşe vererek bir toprak kümbetin tepesine yana yana otururduk. Cebinden çıkardığı çakısıyla kopardığı en kırmızı domatesi ya da en gevrek salatalığı ya da en sulu armutu soyar, dilimler, çakısının sivri ucuna batırarak toprak kokulu elleriyle yedirirdi.
     Babam sabah çıktığı eve öğlen vakti yemeğe gelirdi. Akşam ise filesinde ekmek ve ısmarlanmış bir kaç parçayla gezine gezine geri döner, özenle balkondaki solmuş lacivert brandalı şezlongunda gazetesini sırtını dayayarak okurken, uzatma kablosunun ucundaki balkon iç duvarına astığı ahşap oymalı konsola tutturulmuş hoparlörden, parazitler eşliğinde radyodan yankılanan ajans haberlerini dinlerdi.
     Annemse, dört erkeğin çamaşırı, bulaşığı, aşı için sabahı akşam ederdi. Süt, yoğurt, yumurta, tavuk, bakliyat gibi kimi temel gıda maddeleri kasabanın yerlisinden doğrudan parası mukabilinde alındığından bakkaldan alınanlar şeker, nişasta, sabun ile sınırlı kalırdı... bir de ekmek ve gazete.
     Sevgili biraderim ise çalışkan bir talebeydi ve büyük şehrin sükseli okulunu dereceye girerek kazanması ile de delile gerek kalmaksızın başarısını kanıtlayarak leyli olarak okumaya başlamıştı.
     Beni sorarsanız, günümüz Karagöz Hacivat muhabbetinde tam bir “Libero” idim. Herkesle ya da her şey ile arkadaş olmanın derdindeydim. Örneğin evimizin çaprazında kalan elekrik direğinin tepe dörtgenine yuva kuran Leylek çiftiyle çok iyi dosttum, her ne kadar onların bundan haberi olmasa da. Hemen yanıbaşlarındaki tarladan itinayla seçilmiş, gagayla taşınmış saman demetlerinden yaptıkları pofuduk yuvalarında biri hep otururken diğeri gözlerini ondan ayırmadan başında dikilirdi. Ve ayaktakini hep erkek kuş olarak görürdüm. Zira davranışları bende, saraydaki soylu bir prens kadar yakışıklı, beyefendi ve alicenap izlenimi uyandırırdı. En çok da güz gelince göç etmeleri koyardı içime. İnatçıydım ve inadım bende bir Nemrutluk olarak cisim bulsa da aslında günümüz deyimiyle, tam bir “muhalif” idim. Güvenliğim ise zayıfa karşı hissettiği zaafiyeti had safya ulaştırmış dedemin bastonunun ucundan sağlandığından günümüz yasalarına göre dokunulmazdım, hatta dokunulamazdım.
     Yine günlerden hüznün uğramadığı bir hazan vakti, kasabanın erkânı pazar günü uçurtma şenliği yapmak üzere sözleşmiş. Rahmetli peder, o yıllarda kasabanın Hakim'lerinden biri. Şenlik öncesindeki akşam, kolunun altında kestirilmiş çıtalar, renkli kâğıt dürümleri, dosyaların yirmilik destelerini paketleyen urganlarla eve gelişini hiç unutmuyorum. Yemek sonrası, nişastadan yapıştırıcı kaynatılarak ılımaya bırakıldı. Çıtalar çatılarak urgan ile tam ortasından birbirlerine sıkıca bağlandı. İp kukası, uçlardaki çentiklere gerdirerek dolandırılıp altıgen iskelet oluşturuldu. Sıra geldi üzerinin kaplanmasına, yapışkanla iplere kırmızı defter kaplama kağıdını kenarlarından gerdirerek tutturulmasına. Mavisinden iki parmak kalınlığında çubuklar keserek, altıgenin geniş kenarları boyunca yapıştırıldı, daha incelerinden de göbekten yansıyan ışınlar niyetine süslendi. Sıra geldi kuyruğuna. Sanırım o kısmını tam hatırlamıyorum, yalnızca anlatılanlardan tanıklık hissi ağır basıyor. Kısaca, sabah uyandığımda uçurtma; tüm haşmeti ve topuğuna basılmış iskarpinsiz külhaniliğinde, bütün gece bizi beklemişcesine beyaz badanalı duvara çıtalarını yaslamış, adeta bize kaytan bıyıklarını buruyordu. Bir süre sonra "hadi" dendiğinde sanki ben uçuracakmışım gibi canhavliyle yerimden fırladıysam da şems-i uçurtma, yeni doğmuş ilk erkek çocuk ihtimamında çoktan babamın kucağına bayılmış, kapıdan dışarı çıkmak üzereydi. Üçer beşer, uçurtmasını kapan yavaş adımlarla salınarak okulun yan tarafındaki ağaçsız tarlada toplaşıyordu. Babamda özgüven haddini aşmış, önünden geçen her uçurtmaya alaycı tebessümle dudak büküyordu. Kalabalıktan biraz uzaklaşarak babam işaret parmağını dudaklarının arasından sokup çıkardı. Ucundaki ıslaklığı havada dikine çevirerek rüzgârın estiği yönü saptayıp işaret parmağını hiç kapatmadan ileriye doğru uzattı ve "bu tarafa..." diyerek biraderime ilk talimatını vermiş oldu. Bendeki boy şimdilerdeki gibi yine öksüz. Ancak uçurtmanın bir ucu yerdeyken bile üst ucuna başımı havaya dikerek baktığımdan, ihtişamdan çok azamete dönüşmüştü bir gecede ortaya çıkan rüzgâr sevdalısı. Biraderimin elleri arasındaki uçurtmanın altıgenine dolandırılarak köşelerine yün çilesi gibi tutturulmuş kuyruk, çözülmeye başlansa da öylesine uzundu ki, çözmenin sonu bir türlü gelmiyordu. Meret, İran kedisi pofudukluğunda, rengahenkti. Zira bilinen oydu ki, o yıllarda defter kaplama kağıdı ya mavi ya da kırmızıydı. Hatta mavisinden ileriki yıllarda hava taaruzuna karşı karartma yapılan gecelerde pencere camları ya da ampuller, araçların farları bu renk defter kaplama kağıdıyla kamufle edilecek, öten siren sesiyle birlikte mavinin tonlarından oluşmuş bir yaşamla yüzyüze kalınacak ve öyle gecelerde kendimi hep; bir anda bir başka zamana düşmüş, bir başka Dünya’da yaşıyor hissedecektim.
     Ucu bir türlü gelmeyen şemsin kuyruğuna geri dönebilirsek, üzeri 7 ile 77 renk arasında ebemkuşağı gibiydi, biz başımıza gelecekleri bilmesek de. Meğerse peder bey, gecenin bastıran uykusuna dayanamayıp yıkılmamızdan sonra kuyruğa, eline geçirdiği tüm renkli kâğıtları keserek bağlamış. Birader, hiç uçmamış uçurtmanın çatalından tutup havaya kaldırdığında, yalnızca lastik konçları esnemiş çoraplarının altındaki boyası kaçık ayakkabıları gözükmekte. Peder bey, bir çomağa sekiz çizerek doladığı ipi kukadan boşaltmış, sonrasında orta yerinden çatala doğru ipi gerdirerek beklemeye başlamıştı. Mizandaki üçgen piramit gerildikçe belirginleşti ve uçurtma tüm bedeniyle rüzgâra karşı direnmeye başladığında, onca kilosundan beklenmeyen bir çeviklikle fırlayıverdi yerinden gerisin geriye, başladı tarlanın tozunu dumanına katmaya. Ancak, rüzgârın tombul çocuğunun bu azimli hızına inat şems nazlanıp, kırıtmakta, Hülya Koçyiğit'in sahil yolunda koşmasından beter "yerden iki karıştan yükseğe çıkmam" diye ayak sürümekte. Nefes tükendiğinde, uçurtma da olduğu yerde 20 cm yükseklikten yıkıldığından, ayakta durup dururken kapaklanmak gibi hasar almamıştı. Yaşım küçük olduğu için etraftan izleyen gözlerde, uçurtmadan ziyade karizmanın düştüğünü biz olmasak da babam anlamış ve ihale biraderimin "yeterince iyi tutmadığı"nda kalmıştı.
     İkinci denemede, ip yine gerdirildi, abimse “herhalde benim yüzümdendi” diyerek bu kez daha bir ciddiyetle şemsi havaya kaldırdı. Hatta öndelik verircesine ayakuçlarının üzerinde yükseldi, nefesini tuttu titrek bir heykel görüntüsünde. Peder bey, yine gerisine dönerek kösele ayakkabısıyla keseklere bata çıka koşturmaya başladı, kaçamak bakışlarla uçurtmanın durumunu denetlerken. Şemsin başını gökyüzüne çevirmesi yüzünde memnuniyet ifadesine henüz neden olmuştu ki, ipi tutan kolu sertçe gerisinde kaldığında eski memnuniyetsizliği kalıcı olarak iskan izni aldı. Zira, kibirlenmekten tam vazgeçip dikine yükselmeye hazır karar vermişken, bu kez de tombul ve uzun kuyruğu anızbaşlarına takılmış ve beklenen aynı sonuçla, yine kırmızı şeytan sürülmemiş tarla toprağı üzerine yüzükoyun kapaklanmıştı. Karizma bir kez daha bir alt kümeye düşmüştü. Bize sabahları süt getiren köylü babamın yanına doğru tırsık tırsık yanaşıp;
"Hakim beğ...Hakim beğ... sanırım guyruu eccük uzun dutmuşunguz..." 
"Peki, çakın var mı yanında?"
"Vaa!"
"O zaman, ne kadar olması gerekiyorsa oradan kes..."
"Emrin olur Hakim beğ" diyerek kendince orta yerinden tutup cebinden çıkarıp açtığı bileylenmiş çakısıyla kesti. İran Kedisi kılıklı kuyruğun bir kısmı “kendi kaçmış kuyruğu vukuat mahalinde yadigar kalmış” kertenkele gibi tarlanın orta yerinde kalkmamak üzere uzanmış yatıyordu.
     Bir sonraki denemede fırlıyor ateş parçası şems ama aynı hızla bu kez de toprak keseklerin üzerinde secde ediyor. Peder bey söylenirken bir meslektaşı yaklaşıp alçak sesle;
"Emin Bey, üzerini çok süslemişsin, öyle ki ağırlığını rüzgâr kaldıramıyor" diye uyarmak zorunda kalıyor.
"Ne yapmalı?"
"Bence hepsini sök..."
     Başlıyor özenle yapıştırdıklarını uçurtmanın üzerinden ayırmaya. Tabii ki, iyi yapışmışlar tam sökülmüyor ya da ayrılırken kırmızı kâğıttan parçaları da beraberinde alıp götürüyordu. Artık uçurtma daha çok; kuyruğu kesilmiş, tüyü yolunmuş sonrada havuza düşüp kendi çabasıyla kurtulmuş kedi görüntüsünde. Anlaşılacağı üzre, İran'dan çok uzaklarda. Son hamle, tükenmiş nefes de edilen küfürlerle sarf edildiğinden umutsuz bekleyişe inat kırmızı şeytan, kedinin pençesinden son anda sıyırtmış kuş misali öyle bir fırlıyor ki gökyüzüne doğru, bir anda pederin yüzü aydınlanıyor. İpi saldıkça uçurtma havalandıkça havalanıyor yükseğe. Ancak, ha şimdi, ha şimdi derken, biraz da umutlar yitirildiğinden okulun ağaçlarının yanına gelindiği fark edilmiyor. Toplu fark ediş, uyarı haykırışları, ardından toplu sessizlik ve beklenen son. Kırmızı şeytan, kavak ağacının dallarının arasına iltica etmekte buluyor kurtuluşu. Ve o an anlıyor ki, çizilen kariyeri bırakıp bir kenara, cenaze evine dönmüş yüzümüzdeki ifade çok daha önemli. Bu kez basıyor kahkahayı.
"Tüü sana, bir şeytan uçurtması bile olamadın, yuh olsun sana... birazdan gör de kendinden utan" diye sitemle uçurtmaya yönelik attığı tiratla bize doğru bekleyin diye eliyle işaret edip evin yolunu tutmuş ve kısa süre sonrası aynı hızla geri dönüp yanımıza elinde iki tabaka kâğıt ile gelmişti. Katlayarak yapma süresi iki nefes arası kadardı. İpin ucunu elime tutuşturup;
"Arkana bakmadan koş ve biz diyene kadar da durma" diye sıkı sıkı tembih etmişti.
     Elime doladığım pamuk ipliğini yukarıya doğru kaldırıp ardıma bakmadan koşarken, şeytanı göremesem de önümde görünüp iki yanımdan menzilimin dışına çıkan insanların mütebessim yüzlerinden rüzgârla işbirliği içinde kafa ata ata uçtuğunu anlıyorum. Hani abartarak çizilmiş olsa, Nazım’ın siparişi bir Abidin Dino harikası da denebilecek Mutlulukta.
     Her ne kadar bir sonraki Pazar günü, işi bilenlerce anlatılan her ayrıntı aynı dikkatle yerine getirilerek yapıldığından, güneşli gökyüzünü feth etmiş olsa da yeryüzünde onun bu mahir süzülüşüne bizden başka kimse göz tanıklığı etmemişti.
     Elimde kalan bakiyeye bakıldığında; ilk Pazar günü kırmızı şems bir uçsaydı, Şeytan ile tanışmam yaşamımın daha sonrasına ertelenecekti. Dahası, çalımından yanına dahi yaklaşılamayacak, şemse olsa olsa dokunabilecek ya da ancak eve getir götür nakliyesinde yardımcı olabilecektim.
     O günden sonra elimde kalan gerçek oydu ki; uçurtma, bir çocuğun belki de hiç ulaşamayacağı özlemleriydi. Zira o, maviliklerde kendi meşrebince süzülürken onu seyredenelerin yüzlerinde beliren tebessüm, aslında bir çocuğun tasmasından tuttuğu düşlerini gökyüzünde gezdirmesinden alınan keyiften öte değildi.
     Ama şeytan için aynı sözler söylenemezdi. Zira sivri tepeli, aslında bir çocuğun içindeki palamarı çözük sandalıydı, çırpınan mavi bir denizin ortasında lumbozlarına dayanmış küreklerine acemice abanılmışcasına bir o yana bir bu yana baş salladığına bakılırsa. Alaaddin’in lambasının okşandığında özgürlüğüne kavuşan firari Cin’i gibi bir çocuğun çırçıplak içiydi, dışıyla paylaşmaktan kaçınmadığı, acemice, kirlenmemiş saflığının tüm muzipliğinde. Oysa, Şeytan beden içine hapsedildiğinde saçacağı kötülüklerin nedenini başkalarına yüklemek yerine, azad edilmiş bir masumiyetten doğacak güzellikleri kendinde aramanın cesaretini sergiliyordu, hem de göğsünü şişire şişire. 
      Hiç, iki yüzü birden kullanılmamış kaymak kağıttan bir şeytan uçurtmam olmadı... ya da yapmadım. Kağıt inceyse, annemden gizli makaralı dikiş ipliğine bağlardım. Kalınsa, manav kasalarına dolanmış pamuk iplik iyi yön tutardı. Ve hiçbiri, bir gün boyu uçmadı, ya yamuldu ya da ben... Ancak hiç aklıma uçurduğumun içimdeki şeytan olduğunu, iblis ne kadar içimi kandırmış ki fark etmedim. İşte, belki de ruhumun boğasına vurulan son çapraz kılıç bu olsa gerek. 
     Kısaca; içindeki Şeytan’ı dışında aramak, görünmezliğine güvenerek günah keçisinden başka rol vermemek olsa olsa şark kurnazı bir Şeytanlıktan başka ne olabilir ki ?
     Herkesin kendine ait bir Şeytan’ı olduğu ya da kendi kadar zeki ya da aptal olduğu görülebilirse, Şeytan’ın bizzat benlik olduğu noktasında buluşulması şaşırtıcı olmasa gerek.
     Kimileri kendi Şeytan’larını özgür bırakarak; Şeytanına Mutluluğun resmini çizdirtir ya da yazdırtır ya da Düşünen bir adamın tavrını taşın kafasına çekicini vurdura vurdura yontturtur ya da Şeytan’ının sağır kulaklarına inat bir senfoni bestelettirtir ya da Şeytan’ının alıp götürdüklerini satamaması için oturup dua eder.
     Sözün özü; herkes Şeytan’ına mukayyet olsun, neler yapabileceği önceden belli olduğundan.

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

22 Kasım 2012 Perşembe

Eskicinin Kokusu

      Adeta bir küçük geziydi, evden kahvehaneye gidiş. Kapı önünde havanın, mevsimin durumunu değerlendirebilmek adına, bir süre yürümeden etraf kolaçan edilirdi öncelikle. Giyilenlerin ısıya dayanabilirlikleri konusu tartılır, yağışlardan koruyacak üstlüklerin, üşütmeyecek kalınlıkların genç bedenlere çarçabuk uyum sağlayarak yeterlilik belgesi alabilmesine kısa bir süre yetebilirdi. Şimdinin özgür çocuklarına inat önce evin, sonra da bahçenin ağır demir korkuluklu kapısı; geriye dönülerek, olabildiğince sessiz, bir o kadar da özenle kapatılır, hatta bir kaç kez israrla iteklenirdi emin olmak için, bedenlere sinmiş sorumluluk duygusuyla. Yağsızlıktan duyulan gıcırdamayı bastıracak çevreden gelebilecek bir başka ses olmadığından, kimi zaman sinir bozucu hale bile gelirdi kıpırtılı genç kulaklara.
     Sokağın iki kenarında karşılıklı uzanmış kaldırımları, iki kişinin yanyana sürtünerek geçebileceği genişlikteydi. Birbiriyle karşılaşan iki mahallelinin kimi zaman zorunlu da olsa birbirlerine en azından bir selam, bir hâl hatır sorma ya da daha önceki karşılaşmada bitirilememiş bir sohbetin devamını sağlayacak endeydi. Araları limoni olanların yürüdüğü kaldırımı değiştirmeleri, devekuşunun başını toprağa sokarak saklandığını savunması kadar saçma sapandı; pencerelerden gelip geçeni, sokağı ve de onları seyredenler için. Ondandır ki; dişlerin sıkılıp sahte de olsa kısa bir selamla durumu geçiştirmek, yapılacak en akıllıca işti, ona buna söz olmadan.
     Dar kaldırımlara kısa aralıklarla dikilmiş genç ağaç fidanlarından ötürü, bu geçişlerde araç yoluna inilip iki adım atmak gerekirdi. Zaten bu geçitsizlikten, sonunda yeni dikilen yirmi fidandan ancak bir ikisi tutar, geri kalanlar kuruyarak, yolunarak yok olup giderdi. Ancak, bu olumsuzluğun yararları da yok değildi hani. “Sakın caddeye inme” tembihleriyle binilen bisiklet üzerinde, milimetrik sürüşler sayesinde adeta bir sirk cambazı haline dönüşmemek içten değildi. Halbuki sokaklar, elektrik direklerine bağlanmış potalarda yapılan basket maçı boyunca, bir tek araç bile geçmeyecek kadar tenhalıktaydı trafik açısından. Olsun, biz yine de bisikletli olarak caddeye inmezdik ya da sağlık için yapılan spor yerine, azgın genç kısrağı dizginleyen kovboy edasıyla bir Rodeo gösterisine dönüştürebilme şansını iyi kullanabilmek için, işimize öyle gelirdi. Herşey bir yana, o karşı çaprazdaki yeşil boyalı evin ikinci katındaki tül perdesi aralanmış ortadaki pencere vardı ya, önünden her geçişte mutlaka süzülmeliydi çevreye çaktırılmadan, belki camdan bakan uzun sarı saçlı o kızı görebilme umuduyla. Yol boyu el cepten çıkmadan bozuk paralar sayılır, arka cebe katlanıp tıkıştırılmış bir mektup çıkarılıp okunur, ıslık çalınır, az kullanılmaktan yerinden oynamayan o gıcır araba uzman bakışlarla incelenir, üst katlardaki balkonlardan birinden atılan kahkahalara anlamadan da olsa baş yukarı kaldırılarak tebessüm edilir, ara sıra arkaya dönülüp uzaklar süzülürdü, tanıdık birinin gelip gelmediğinden emin olmak adına. Yokuşun sonuna doğru artık beden ile yer dik açı yapacak yerde; kamburlaşmış, biraz da öne eğilmiş, dil dudak aralığından görünür bir halde, adeta sokağın zirvesine tırmanılırdı. Kaldırımlarda yüzleri üst balkonlara dönük erkek çocuklarının “E, şimdi dışarı çıkmayacak mısın yani?” türü soruları, balkon demirine abanmış kıkırdayan kızların konuşmamazlıkları, cam misket gözlerle bakan sabit bakışları, etli dudakları, biraz burukluk biraz da kıskançlıkla seyredilirdi.
     En güzel tesadüfler; bu dar kaldırımlarda yürek dağlayan bakışlarla karşılaşıldığında alınıp verilen bir kaç saniyelik elektrikteydi, gözlerin bir nefes uzaklığından duyulan gözlerdeki sözlerin kokusunda. Etkisinin bir kaç gün sürdüğü rivayet değil gerçekti, omuzlar sürtünemese de alınıp verilen sıklaşmış nabız ve nefeslerle birbirlerine değmeyen, bir omuzlar olurdu. Yaranın sıcaklığıyla ilk görülen dosta, “Galiba, az önce aşık oldum.” denebilirdi, tüm benliğinden son derece emin olarak.
     Karşılardan başının üzerinde taşıdığı tablayla adeta denge oyunu oynayan macuncu göründüğünde, aynı bedelle yapılabilecekler akıldan kıyaslanır ve her seferinde macuncu hakkını kaybederdi bu yaşlarda; daha küçükken harcanacak başka bir yer olmadığından, kazanmaya mahkum olması gibi. Kahvehanenin önünde tezgahı açıkta bir yerde, kendisi sırtını yasladığı duvar dibine çömelmiş simitçi karşılardı, içeriye girecekleri sessizlik içinde. Çoğu zaman, tablaya hisar gibi yuvarlak istiflenmiş simitlerin orta yerindeki boşluğa, alınanların parası bırakılır, para üstü gerekiyorsa yine aynı yerden, aynı ellerle sorgusuz alınırdı, eksik ya da fazla olmasının kaygısını taşımaksızın. Kahvehanenin tavanlarının yüksek oluşu, pencerelerinin çokluğu ve de büyük bir bölümünün açık olmasına aldırmayan sigara dumanı ve nikotin kokusu, nedendir bilinmez inatla terketmek istemezdi böyle bir mekanı. İçeridekiler hep aynı yüzlerdi, ancak o günün onlara getirdiklerini üzerlerinde taşır ve bu onları hep dünden farklı kılardı. Hayatta bir kez bile sarhoş olduğu görülmemiş, o hep kale duvarı gibi değişmez mimikli, adeta doğumu da bu sandalye üzerinde olmuş ve cenazesinin de aynı sandalyeyle birlikte mutad oturduğu köşeye gömülecek silüetli adamın, görüp de inanamayacağınız haline belki de sadece siz şahit olurdunuz o gün, o an orada olabildiğiniz için. Ya da çıkan kavgadan sonra, bir daha kahvehaneye alınmayanların kapıdan süklüm püklüm kovuluşlarına. Kovulmak en ağır hakaretti o dönemler için, içinde hiç intikam duygusu barındırmayan. Küfüre bile gerek kalmaz, “Seni, buralara bir daha adım atarken görmeyeyim” denmesi, adama yetip de artardı bile. Geri dönebilmek için, sunturlu bir kendini affettiriş gerekirdi, hem kırdıklarından hem onu tanıyanlardan hem de tanımayanlardan.
     Bir de akılda tutulan borç defteri olurdu kayıtları resmi olmayan, hani “Dünden de iki çay, bir tost vardı…” gibilerinden. Buna rağmen kafadan çaylar gelirdi hiç umulmadık anlarda önünüze;
Radyoda Tamirci Çırağı’ çaldı da.”
Hayret, ben duymadım!
Sen daha gelmemiştin ki o sıra.
diyerek bekletilip demlenmiş mutluluğun çaycıyla küçük paylaşımları yaşanırdı zaman zaman, genç bir delikanlıya tam anlamıyla hitab etmese de.
     Genç müşteriler ise sınıf sınıftı. Bir gündüzcüler vardı, bir türlü kendilerinin de bilemediği nedenlerden ötürü okulu asıp tüm gün yuvalananlar, diğer bir grup ise okul zili çaldığında çoktan King masasına kareyi kurup oturmuş olanlar. Başka bir grup ki; pencere kenarlarına tam siper mevzilenenlerdi, asıldıkları kızların bir gondol süzülüşünde yavaş yavaş geçişlerini bir ayin havasında, kaçamak bakışlarla çevresindekilere belli etmeden ve iç geçirerek seyredenler. Hele hele bir de; ciddi ya da sahte ya da kurgu olarak kızlar yanlarında birileri ile görülmeye görsün, filtresiz sigaraya bir filtresiz sigara daha eklenirdi, eskisinin ateşinden körüklenerek yakılan. En son grupsa, az evvel sözü edilen dikine hiçbir yere bakmadan yürüyen kızların yanında eğilip bükülüp, kendi söylediklerine kendi gülen delikanlılardan oluşurdu, uçuşan saçlarını ellerinin ayalarıyla düzelterek kahvenin kapısından içeri muzaffer bir komutan edasıyla girenlerden. Bu roller; her gün değişiklik gösterse de, o gün mutlaka bunlardan birini oynardık hep, sırasıyla her birimiz.
     Eğlenceli günler ise; genelde babanın zulmünden korkmuş bir annenin, kahvehanenin orta yerindeki oyun masası başından karnesi on iki kırıklı çocuğunu sürükleyip götürmesi ya da eve harcayacağı nafakayı konkene yatırmış kapıcının, karısının huysuzlukla ağlayan çocuklarını yeşil çuha üzerinde kâğıtların bir kenarından diğerine kaydığı oyun masasına bırakıp, “Ne halin varsa gör” diyerek izbeleşmiş, oksijensiz havayı talan etmesi, karşılıklı atışmalar, tiratlar doldururdu, her sabah saatli maarif takvim yaprağı koparılmış günleri. Kimi zaman olayda sözü geçen bir replik, günlerce kahvehanede özel kelime, hitap ya da lakap olarak severek kullanılabilirdi, olay anına tanık olunmasa da.
     Mars ederken, taşa giderken, sanzoti çekerken unutulan yanık uçlu sigaraların açtığı deliklerle desenlenmiş örtülü masalarda, günler tüketilirdi, “bu gün de akşam oldu” diye diye. Ne dalgalı saçlar gibi uçuşan nikotinin dumanı, ne tuvaletten kaçan sidik kokusu, ne fokurdayan çayın demi, ne de tozuyan isteka tebeşiri. Hepsi bir umut çorbasında; zengin fakir, yaşlı genç, iyi kötü demeden birlikte anaforlanırdı. Salonun kahvehane uğultusunu bastıran siyah beyaz, tek kanallı, altı tuşlu televizyon, radyodan kalma mutad alışkanlıkla dinlenir, bakışları topta, kâğıtta, zarda, bardakta eriyen şekerde olanların bir kaç cümlelik yorumlarıyla konular olsa olsa esnetilirdi; üç beş yıl sonrası için kahvehanenin camının çerçevesinin indirilmesi, hatta söyleyen dudağın sahibi tarafından bile tanınamayacak hale getirilmesi için, yeterli bir neden olarak karşımıza çıkacağını o günlerde bilemeden.
     Her tür kahraman ve kahramanlık öykülerinin dillendiği, dinlendiği masalarda, yeri gelir kimin av kimin avcı olduğu birbirine karışırdı, anlatanı bile hayrete düşürerek.
     Kışın ayazı, yazın kavurucu sıcağı, baharın deli yağmurları için iyi bir sığınaktı,  yavaş yavaş yüzlerindeki tüyleri gün be gün kıla dönüşenler için. Yalandan da olsa günlük gazeteler okunur, o bileti karaborsaya düşmüş meşhur filmin en canalıcı sahneleri sonuyla birlikte anlatılır, maç yorumsuz futbol takımlarının bitmeyen çekişmeleri laf ebeliğinden öte gidemezdi.
     En belirgin gözlem; Romantizm gibi gözükse de, aslında o yıllardaki Romantik duyguları besleyen Platonik ilişkilerdi. Herkesin içinde beslediği, ancak elin ele, tenin tene dokunması bile başlı başına bir gecelik düş olup, kendi varlığının bilinmezliğine büyük bir sadakatle bağlanmasıydı. Kadın kısmısını, erkek kısmısını bir yana koyarsak; arabalara, bisikletlere, sporculara, şarkıcılara, en çok da sinema artist ya da aktristlerine tutulan tutulanaydı, bir eksiği başroldekilerin kendi bilgisi dışında. Ondandır ki; genç odalarının, bekâr odalarının dolap kapakiçleri, arka cepte taşınmaktan yarım aya dönüşmüş cüzdan araları hep bunlarla süslüydü, iç sıkıldıkça bakıp huzur bulmak için. Özetle bir tür uyuşturucu niyetine çekilen bir nefeslik enfiye gibiydi ve gizlice alınmış, silüeti makasla kesilmiş siyah beyaz fotograflar.
     O yıllarda evler; bodrum dahil üç katı geçmeyen, bahçe içinde dut ağaçlı, hanımelli, çimentosu bol, ağır demir kapılıydı. Her evin, o evde yaşayanlarca yaşamlarından sindirdiği bir kokusu vardı, kireç badana dahi yapılsa geçmeyen. Ama içlerinde yaşananlar beş aşağı beş yukarı aynıydı, gelir düzeyinin abartısını taşımaksızın.
     Gıcırdayarak açılan kapıları, zor kapanan macunları dökülmüş pencereleri koyarsak bir yana, genellikle kapı yan duvarlarına takılı, dikdörtgenin köşesinden çalınmayı bekleyen siyah, yuvarlak düğmeli ziller hiç değişmezlerdendi. Paspaslar daha çok eskimiş ve kaçmış kadın çoraplarından örülürdü. Giriş kapısının arkasındaki duvara mutlaka dayanmış bir çalı süpürgesi bulunduğundan, rastlanması şaşkınlık dahi yaratmazdı. Yani, bu basit temizlik aracı bir övünçtü eve gelenlere karşı, orta yerde görünmesinin utancı olamazdı ki. Yine, aynı dar alana sıkışmış kömür kovası, yırtık dikişleri arasından görünen balon yapmış turuncu iç lastiğiyle meşin futbol topu, yanında süpürgeye yaslanmış kül küreği, kömürü tutuşturmak için istiflenmiş bir kaç odun ve çıra niyetine kullanılan kırık portakal kasası parçaları, duvara çakılı kırmızı tahta topuzlu askılığa birbiri üzerine abanmış mantolar, paltolar, atkılar, bereler, eldivenler, altında ne olur ne olmazlık eskilerden kalma bir ceviz saplı siyah erkek şemsiyesi, üzeri dağlanarak işlenmiş ve artık kullanılmayı bekleyen ölmüş dededen miras baston, arka bahçede kurutulacak çamaşır, dövülecek halı kilimi asmak için halat kelepi, kızılcık sopası ve patiskadan ağzı sicimle büzülmüş mandal torbası, kapının üzerindeki dar alınlıkta lise ders kitaplarına bile konu olmuş o meşhur trafolu, metal kampanalı kapı zili. Tahtadan ve çoğunlukla el imalatı, bir ucundan diğer ucuna bağlanmış telden spiral kordona büzüştürülmüş örtüsüyle, ayakkabı ve terlik kokularını bastırmaya çalışılan ayakkabılık; kimi zaman üzerinde boyası dahi olmayıp, içi lebaleb erkek, kadın terlikleri dolu olan. Evin tüm odalarında rastlayacağınız; çevirmeli, siyah bakalitten elektrik düğmeleri ve o tıkırtıyla yaktığı salon hariç tavanlarından beyaz kablo ucunda sallanan çıplak ampulleri. Basit çerçeveli, ince uzun, sıvayı parçalamak uğruna zorla da olsa çakılamamış ve sonunda öylesine tutturulmuş bir çivinin ucunda emaneten duran ve yılda bir cereyandan çarpan kapının şiddetine dayanamayıp kıç üstü yere düşmekten bir köşesi kırılmış, boy aynası. İlk bakışta, evin odalarının tüm ahşap pervazlarının toplaştığı sanılacak kadar çok kapı kanadının gelenleri karşıladığı antre.
     Girişi küçültmesin diye yalnızca onun dışa açıldığı tuvalet ve banyo kapısı. Yerler mozaik betondan. Alaturka tuvalet taşı tuzruhuyla iyice parlatılmış. Duvarın köşesine çakılı iki küçük çiviye asılı ipte sallanan pamuklu taharet bezleri. Öksürerek çalışan, basmalı, ayakları ıslatmalı sifon ve yerde sizi karşılayan üzeri dağlanarak motiflenmiş, kamyon lastiğinden kesilmiş kemerleri nalçalarla çakılı tahta nalınlar, tabii ki tuvalet taşının üzerinde kullanılmak üzre ya da ayaklar banyo yaparken sabundan kaymasın diye. Karşı köşede, onca azametine rağmen banyo yaparken olanca cüssesine inat, ondan beklenmeyen ılıklıkta su ısıtan kahverengi termosifon yerini alırdı. Alttaki haznesinde tahta parçaları yakılırdı üzerindeki su kazanını ısıtmak niyetiyle. Ancak soğuk kış günlerinde, yalnızca niyet çoğu zaman yeterli gelemezdi. Herşeye rağmen, yanarken duyulan yanık portakal sandığının kokusu, ısınan kazanın kükremesi, içinde yanan odunların çökme sesi, en kötüsü de tam istim tutmuşken yıkanmanın artık bitmesi. Alaturka tuvaletle termosifon arasında metal borulu, ucu sabit teneke duşlu ve sularını akıtarak doldurduğu mermer blokundan oyulmuş iki kulaklı kurnası, armatürüne asılı ıslaklığın şekilsizliğinde kurumuş ve suyun kirecinden sertleşmiş el örgüsü lif ve Bursa işi kesesi, hemen hemen her zaman kesik ve akmayan, sadece açıldığında garip sesler çıkartan, kararmaya yüz tutmuş musluğu, çamaşırdan bebeğe kadar her şeyin içinde yıkandığı boy boy, renk renk eskiciden, eski gömlek pantolon karşılığında alınmış laylon leğenleri, sular akmadığında ya da ayda bir toplu olarak beyaz iç çamaşırlarının içinde küçülmüş sabunların rendelenerek kaynatıldığı çamaşır kazanı. Banyoyu dış havayla kucaklaştıran buzlu camlı küçük pencerenin yüksek denizliğine zulalanmış ve herkes tarafından görülmesi engellenmiş eski görünümlü hatta yer yer paslanmış jiletli traş makinası, çubuğu döndürmeli, kimi çiçek gibi ortasından iki yana açılan. Her gün ovularak parlatılmaya çalışılmış ancak kararmış çatlaklara yapılacaklar çaresiz kalmış lavabo, duvardan çıkma, yüksekten akan musluğu, üzerinde bir yanda traş tasının içine oturtulmuş taş sabunu, jileti, makinası diğer yanda kokulu el sabunu. Duvarındaki çiviye yassı boncuk zincirle asılmış, kenarları nem aldığından sararmış, hatta yer yer kararmış, gülen bakışların yakışmadığı, küçük, dikdörtgen ve köşeleri kesik, iki askı deliği metal puntolu aynası. Tavanında düşük mumlu ışığı nekeslikle yansıtan, buzlu, dönmeli karpuz lambası.
     Pazar günleri banyo kapısı açıldığında ıslak saçlarıyla içeriye hapsolmuş firari buharlar arasından sahneye çıkanı, karşısındaki mutfaktan hınzırca kaçan yeni demlenmiş karanfilli ıhlamur kokusu karşılardı, alkışsız ıslıksız. Muşamba ya da naylon örtüleri dalga dalga kesilmiş ahşap mutfak raflarındaki tabak çanağın düşmesini önleyen boylu boyunca çakılmış çıtaları, tahta mandallı dolap kapakları, üzerindeki maşrapasıyla içi içme suyu dolu toprak küpü, merdanenin oklavanın üzerinde yuvarlanmasını bekleyen hamur açma tahtası, kapı kollarına asılı ipten pazar fileleri, bir köşede üstüste konmuş kararmış bakraçlar, mozaik tezgah üzerinde tahta saplı, yarım küresinin dışında dört siyah boncuk bacaklı, içinde her tür çiğ yiyeceğin pişirilebildiği elektrik ızgarası, uzay kapsülü gibi park etmiş duran nadir kullanılan kek pişirme fırını, musluk altını örten perdenin arkasında açık sirke, kapalı teneke Vita yağı, içi boş depozitolu kalın camlı süt, kahverengi uzun boyunlu Tekel birası şişeleri, mavi renkli ispirto, tuzruhu, naylon torbalı arap sabunu ve mahalleye arasıra uğrayıp, bir günlüğüne çevirmeli körüğü gömebilecek toprak çukuru kazılabilecekleri bir bahçede iskan kuran çingenelerin kalayladığı kapaklı tencereleri, kenarları girintili çıkıntılı sahanları, tablasına dikilmiş, kullanılmaktan küçülmüş beyaz mumları, tekel kibritleri, üzerinde yemek pişirilen ortasındaki küçük üç gözlü gaz ocakları, havagazı kesildiğinde kullanılan pompalı, telden üç ayaklı ispirto ocağı ve memesini temizlemek için iğnesi, elektrik kesilmelerine karşı yaşama kalınan yerden devam etmek için duvarlarda yakılmayı hazır bekleyen sırtı aynalı, fitilli gaz lambası. Antreye geri dönersek; tek açık kapılı yerin mutfak olduğu, ayan beyan görünürdü.
     Yatak odasının kullanımı, yalnızca ebeveyne aitti ve mahremiyetini vurgularcasına kapısı, sıkı sıkıya kapalı olurdu. Perdeleri her zaman çekili olduğundan, kapı dışından bakıldığında buzlu ve tırtıllı camı en karanlık olanıydı hep. Pembe şeker rengi saten perdeli, pirinç başlıklı, gıcırdayan somyalı, denkli, yatak kenarları işlemeli, naftalin kokulu, bohçalıydı yatak odaları o yıllarda. Evin; ince, uzun, iki kişilik tek yastığı bu odada yer bulurdu, evlenirken söylenmiş “bir yastıkta kocayın” temennisinin, inatla haklılığını kanıtlarcasına. Yıllanmış olsa da ütüsü üzerinden eksik olmayan bir erkek takım elbisesi ve parlak kumaştan dikili askıya asılı kadın elbisesi, üstüste katlanıp istiflenmiş, her motifi kabul günlerinden özenle öğrenilerek örülmüş kazaklar, örtüler, nakışlar.
     Bir diğer sıkı sıkıya kapalı kapı ise misafir odasına açılırdı. Ancak misafir geldiğinde kullanılan, havası bile evin diğer odalarından farklı kokan, gün içinde girilmesi zorunlu hale gelirse önce giriş izni alınan, sonra eşiğindeki ıslak yer bezinde terlikler çıkartılıp çoraplı parmak uçlarında en kısa sürede salonu terk etme niyetiyle tedirgin sessizlikle çıkılan, hatta tüm bunlar kapı kapatılırken bile hissedilebilen adeta kutsal bir mabetti. Sehpalardaki kül tablalarının ev halkı tarafından kullanımı yasaktı. Salon kırk yılın başı gelen misafir için açılsa da her gün içerisinin tozu mutlaka alınırdı, ne olur ne olmaz misafirin ne zaman geleceği belli olmaz diye. Diğer odalara göre daha az kullanıldığından en temiz sulandırılmış kireç badanalı duvara sahipti. Bir ömür boyu kullanılacağı düşüncesiyle ihtimam gösterilen koltuklara, koltukların kol ve boyunluklarına, büfelere, vitrinlere göznuru işlemeli örtüler üçgen, dörtgen biçimle serilirdi.
     Evin en çok kullanılan ve neredeyse tüm zamanın geçirildiği bölümü ise yatmaya kadar oturma odası diye adlandırılırdı. Ancak yatma zamanı geldiğinde nereden çıktığı bile belli olmayan, yılda bir hallaçlanmış yorganların, yastıkların, kabartılmış yün yatakların üzerine beyaz çarşafların örtüldüğü bir yatakhaneye dönüşürdü birden bire. Gün içinde divan olarak kullanılan, duvar kenarlarına kumaşından kaplı beş düğmeli sert uzun yastıkların yaslandığı, büzgü birleşimleri biyeli, örtüleri, simli kırlentleri, duvarına çivilerle asılmış dereden su içen ve doymak bilmeyen geyikli duvar halısı, yerde ise motifleri herkese göre farklılaşan, tüm hayallerin kurulabileceği hatta oynatılabileceği, bakarken düşünülebilen, günlük sorunlara çözümler bulunabilen desenli halısı, hane demirbaşlarının başını çekerdi. Ev halkının ortak yaşamı burası kabul etmesi, ısınma dışında da kırk iki işe daha istemeden hizmet verdirilen sobası, tavanda tur atarak dolanan hatta kimi evlerde odadan odaya dahi geçebilen onun boruları, iç içe geçen üst kapakları, çevirmeli baca mandalı, yatağa girilirken sevgili gibi koyunlara sokularak yatılan dökümden ızgaralı demiri, karıştırma mandalı, çıkardığı isten esmerleşmiş hatta yer yer kararmış pencereler ve tül perdesi dışındaki eşyalar, merkezi ısıtma sistemi sobanın konuşlanmasına bağlı olurdu, her ne kadar yaz aylarında gözdeliğini kaybetse de. Üzerinde hem yemek yenen, hem yakın dostlara çay, kahve, ince belli çay bardağında buzdolabı olmadığından buzsuz ikram edilen rakının yudumlandığı, sohbetlerin, sevinçlerin, üzüntülerin yaşandığı, gelinlik çağındaki kızların istendiği, damatlık delikanlılara verildiği, sonradan dizlerin dövüldüğü, saçların yolunduğu, ev ödevlerinin yapıldığı, derslerin çalışıldığı, spor toto kuponlarının, hatıra defterlerinin doldurulduğu, gün biterken bir eksiklik dahi duyulmaksızın günlük gazetenin haberlerinin okunduğu, çizgili kâğıtlara aşk şiirlerinin karalandığı, hasret dolu mektupların yazıldığı, ekose renkli muşamba örtüsü raptiyelerle tutturulmuş, dört ahşap bacaklı tahta masa ve çevresine dizili mutlaka bir bacağı kısa topal iskemleleri, üzerinde kesik camlı şişesiyle tütün kolonyası, tabanı oturan geniş kadın kalçalı, ince uzun boyunlu, ağzı halkalı ve yine camdan tıpalı su sürahisi, yanında camdan altlığına baş aşağı dönmüş üzeri yine dantel örtülü, kalın, şişman su bardağı, boy sırasında üst üste kule olmuş ders kitapları, defterleri, biri çift renkli iki kurşun kalem, tam ortasında boyuna asmak için ip geçirilmiş, kullanılmaktan yuvarlaklaşıp küçülmüş bir silgi, kırık bir kalemtraş ve sayıları silikleşmiş tahta cetveliyle okul gereçleri eksiksiz bulunurdu. Bir kenarda maun ya da ceviz etajer üzerinde, ısındıktan sonra ışığı yeşile dönüşen ve mutad örtülerden biriyle başı süslü lambalı radyo; parazitler içinde türküleriyle, Zeki Müren’iyle odanın baş köşesine kurulurdu. Yanında özenle yan yana dizilmiş, içinde kurumuş yapraklarıyla bir kaç aşk romanı ya da şiir kitabı, boş karton kesme şeker kutusu içindeki dut yapraklarının arasında gezinerek, kendine koza örüp kelebek olmayı bekleyen beş tane beyaz ipek böceği, çekmecelerinde ise dikiş nakış örgü gereçleri bulunurdu. Duvarındaki aynanın ahşap çerçevesine sıkıştırılmış asker, sılaya yolcu edilmiş ya da mazbut bakışlı yitirilmiş bir dostun, gülmeye çabalan bir bebeğin kenarları tırtıllı karakalem rötuşlu resimleri ya da uzak diyarlardan gönderilmiş bir kartpostal odaya renk katardı. Köşe sehpa, üzerinde yeni okunmuş ve üst kattaki komşu çocuğuyla değiş tokuşu bekleyen avuç içi neminin limelediği çizgi roman kitapları, bir de sıkça kullanılan kül tablasıyla sadeliğini korurdu.
     İşte gençliklerin, yaşlılıkların, çocuklukların geçtiği evler beş aşağı beş yukarı bu donatılara sahipti, kimisi alt kimisi üst katta oturmalarının dışında.
     Naylon poşetleşmemiş ya da yere atılacak kadar ambalajlara sahip değildi yaşam; sıradan, gönülden geçerken ki kıvamında sürerken. Sigara paketlerinin ne jelatini vardı ne de pamuklu turuncu uçlu filitreleri. Bundandır ki; sokak çöpçülerinin en büyük düşmanı sararmış hazan yaprakları olurdu, onca ağaçtan düşenlerini süpüre süpüre toplamanın zorluğunda. Boş şişeler kırılmış da olsa ortalarda karşımıza çıkmazdı, üç tanesinin karşılığında bir tanesinin dolusu alınabildiğinden. Kullanılmış boş yağ tenekeleri, gazeteler sayesinde takaslanmış, sicim ip üzerinde salınan çamaşırların uçmasını önleyen tahta mandallar süslerdi balkonları. Plastik leğenlerse daha çok evin erkeğinin ışığa tutulunca arkası görünecek kıvamına gelmiş pantolonlarının takasından alınırdı. Aliminyum kovaların dibi delindiğinde de kömür kovasına dönüşürdü.
     İşte yukarıda nefes nefese sıralanmış bu mekanlar ve ayrıntılar göreceli olarak çok mu yetersizdi, yoksa çok mu gereksizdi bilinmez ancak, her ayrıntı onurla yaşanırken anlam kazanırdı. Örneğin bir soba öyküsü, işin yabancısına tek başına bir pranga mahkumluğu gibi gözükse de onunla yaşanan ilişkideki her ritüel her seferinde eksiksiz, baştan savmadan, dürüstlük içinde, sobadaki odunu kömürü çıra, gazete kağıdıyla tutuşturmak, söndürmek, temizlemek, onunla zaman zaman ocak niyetine yemek, kahve pişirmek, çay demlemek, kimi zaman ıslak çamaşırları kurutmak başlı başına öykünün kahramanı olarak bile anlatılabilecek derinliği sahipti. Belki de bir soba sayesinde yakacağın, yiyeceğin, içeceğin, hatta çöpün bile her kırıntısı yaşam içinde bir anlam ve değer kazanır, kazanımlar bir kültür aktarımıyla nesilden nesile efsanelerin sürmesine neden olduklarından, aile efradının bir ferdi olarak bile algılanabilirdi. Sözün gelişi soba denmişti. Çamaşır ipinden su küpünün tasına kadar tüm diğer ayrıntılar; hem tek başlarına aynı güce sahip, hem de diğer nesneler ile sıcak ilişkide olduklarından, her biriyle aynı genişlikte yaşanması, yaşamın bizzat kendisini oluştururdu. Bu tersi için de geçerli olduğundan, biz onlar sayesinde yaşamı oluşturur, oluşturduğumuz yaşamın içine girip var olanı da bizzat yaşardık, çok fazla dert yanmadan, yakınmadan, gocunmadan ve alınmadan. Önceden hazırlanıp önümüze sunulmuş ve biz kokmayan yaşamları yaşamadığımız ya da bir başka deyişle herkes kendi bedeninin terini yaşamının kokusuna sindirdiğinden, kendi düşen ağlamaz oynanırdı bir tatlı huzur içinde. Bir yaz gecesinde, kimin çaldığı bir muamma olan tambur sesi işitilmesi, eşlik edebilmek için mutfakta bir kadeh şarap hazırlanmasına neden olabilirdi. Kimin çaldığı ise bizler için olduğu kadar, çalan için de önemsizdi. Yani ne çalan ne de dinleyen için fa diyez sesinin kimseye, huzurdan başka getirisi yoktu.
     Şimdilerde değil genç kuşaklar, ortayaşı devirmişler için bile bu anlatılmaya çabalananlar, bir sağır muhabetini aşamayacağı da kuşkusuzdur, o günlerin kokusunu, kokusundaki lezzeti hiç bilmediklerinden ya da kimine göre bilmek de istemediklerinden.
     Bu geçmişin kokusu, bir zorlamayı gerçekleştirebilmekten çok, yaşama şansını bulmuş ya da bulamamış, bilmek şansını yakalamış ya da yakalayamamışlar için; olsa olsa bilgi mahiyetinde bir hatırlatmadır.
     Yazılanlar; düz bir metin olarak hızla hiçbir duygu beslemeden okunabilir ki, bunda yadırganacak ya da eleştirilecek de hiç bir yan yoktur. Ancak şu bir gerçek ki; hâlâ bir cümle arasında göz kitaptan uzaklaşarak mola hakkını kullanmak istenirken “Yahu hanım, Rahmetli anamın sana verdiği bir sahan vardı... hatırladın mı?... şimdi nerede, biliyor musun?... Ne günleri yemişik o sahanda, hatırlar mısın? ...” gibisinden eskicinin kokusunu duyacak kimlikler hâlâ nefes alıp verebilmekte yaşadığımız bu günlerde, o yıllar birer tatlı mazi olarak çoktan yerlerini almış olsalar da.

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.