29 Ekim 2014 Çarşamba

Onlar ki;...

Akıldan yoksun kalınmış günlerde
umudu yeşil tutabilmek,
ve hala "Yaşasın Cumhuriyet" diyebilmek...
Yeniden kazanmanın yolunun;
kendinden, yani aklından geçtiğini bilebilmek...

Bu şeraitte bile;
"hiç vaktim yok" gerekçesi ahvalin içine düşmemiş ise,
doygun sözcüklerle donanmış dolgun tümceleri paylaşıyorum,
çıkarımını, ruhu Mefisto'ya pazarlanmamış arifliğe bırakarak...


Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Çomakçı


Ateş-i sûzân-ı firkat yaktı cism ü cânımı
Bir harâb-âbâde döndürdü dil-i vîrânımı
Neyle teskin eyleyim bu dîde-i giryânımı
Çünki aldırdım elimden sevgili cânânımı

Ağla çeşmim ağla durma gitti elden nazlı yâr
Çağla ey eşk-i terim çağla misâl-i cüy(i) bâr

Beste: Hacı Fâik Bey
Güfte: Mehmet Sâdi Bey

Çomakçı... bu kelimeyi duyan hatta , kullanan var mıdır bilemesem de, hiç kimsenin anlık dünyevi telaşlara kapılmaktan duymadığını kabullenerek, Çomakçı üzerine bir kaç söz etmenin yeri sanırım.

Evinin içinde ocak olanlar... yok yok gazlı ya da elektriklisi değil sözünü ettiğim, halis odunlusu. Evet evet, evinin içinde ocak yakanlar bilir ve genelde de en erken kalkana düşer bu isli iş. Yemekler orada pişer ama, öylesine her yemek de harlı ateşi istemez zira, ya dibi tutar ya da ne yediğini anlayamayacak kadar içinde dağılır gider. Ancak kısık ateşin de bir sorunu vardır, sürekli beslenmek ister. Hah, işte bu kısık ateşi sürdürene de, Çomakçı deniyor. Yemekten ya da yapılan işi anlayacak bilgi, zeka ya da beceriye sahip olması da gerekmiyor üstelik. Yalnızca, nereden geldiğini bile bilmediği, toplanıp aynı boyda eşitlenmiş, kuru dal parçaları alınıp Çomakçının kucağına konur. Çomakçı da belirli aralıklarda ocağa doğru fırlatır. Buna da çomak atmak deniyor. Ateşin yalazına kilitlenmiş gözler, ara sıra dumandan yaşarsa da, başlar içine doğru fırlatmaya, tuturamayıp yana düşenleri bu kez daha yakından atmaya özen gösterir, ciddi bir iş yapıyor edasında. Ancak akıl işi değil, bir yerden sonrasında can sıkılır ve atım hızı sıklaşmaya başlar. Arkadan uyarı gelir, “Yavaş, yavaş. Acele etme!”. Omuz silkerek yanıtlanır, “Yok canıım, ne alakası var?” dercesine. Bir süre sonra, sırttan bir kaçamak bakışla tam gaza basılacakken, aynı nakarat daha kalın ve yüksek tonda ardından yankılanır, “Yavaaaş”.

Pişim süresinin uzunluğunda gelen giden de olur ve söz ona da gelir dayanır, “Eee, n’apıyon?”. Tam “Heeçç...” denecekken, ardındaki ses en oynak haliyle, “N’apcakki, bana çomakçılık yapıyoo... ha ha ha ...” Anında itiraz, “ Ya, herkese niye öyle diyon, essah sanacağlar” Ses yine kalınlaşır adeta aba altından gösterilen sopa kıvamında, “Essah deel mi?” Belli ki yelken su almakta, “Ya sen, kimden yanasın?” O an dış yardım imdada yetişir, ”Zate, ben duymadım. Tam ne yemekler vaa diye düşünüğken, gonuştuğunu bilem işitmemişim. Sen heeç yorma gafanı, anasının güzeli.” diyen destekle ateşten kurumuş dudak uçları keyfle yanaklara kaykılır.

Bu arada evde olmanın hazırcılığı da kullanılır, “E nassısa sürekli atmıyon çomağları. Bakıve bi folluğa, yımırta düşmüş mü hele?” ya da “Mal, olmadık yerlere pisleep de ziyan etmesin pohunu, bi yol küreğnen alıver, hadi aslanım beniim” gibi hizmet çeşidiyle karşılaşır. Akıl, hizmet sonunda verilecek elli kuruşa takılmış bir kere. Heba etmeye değmeyeceğinden, emirlere amadeliğini sürdürür gider. Sonunda iş biter ve bir elli kuruş çıkar, memebankta ısınmış. İlginç yanıysa, attığı çomaklarla pişeni ancak akşam sofrada görür, kimi zaman “Ulan bunun için miydi?” gibisinden iç geçirse de.

Velhasıl; Çomakçı da, çomakçılık da bu.
Hani kurbağayı kaçırmadan haşlayan ateşin kıvamına çomak atanlara, yaptıkları işi anlattım yalnızca. Bu akşamın sofrasına konmuş tencerede görünense; kan gölüne dönmüş suyundan yanmış kara bulutlar tütmekte. Kaygım o ki, çomakçının “Yav mis gibi olmuş, hele yanında bi baş soğan da olsa, ne güzel olurdu” demesi. Ocakçının niyeti zaten buydu. Çomakçısıyla da bunu becerdi de.
  
Sözüm o ki; bu işi 50 kuruşa yapmayıp gün görelerdi hiç olmazsa. Bak, birlikte geber(til)ip gideceğiz aynı b.k çukurunda.  Anlamadığımsa; ateşi harlamasın diye, çomakçı yerine yerden çomak toplamanın derdi ne ola?

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Hoşçakal Flamingo Pastanesi

  Derin & Ekin Özbek                                                                     foto: Gökhan Başaklar
Yıllar öncesinde; Kızılay’da Ulus Sinemasının kapısının yanında, ince uzun bir pastahaneydi, vitrininde pembe bir flamingo tek ayağını kaldırmış yorulmadan yıllarca beklemişti. Yeni çatlamış ergenlik yıllarımın başına denk düşer, Kavaklıdere’ye göç etmeleri. Zira o yıllarda da ekonominin, inşaat sektörüne yol vererek, bir süre daha idare edilebileceği henüz keşfedildiğinden, göze çarpan her duvar gümbür gümbür indirilmişti, duble yola kurban edilmiş ODTÜ çamlarıycasına. Ardı ardına, 'hazır elde balyoz' varken işgüzarlığında, önlerine çıkan duvarları al aşağı etmenin garip tatminini, aptallık boyutunu aşmış saflıkla liste başı olan “Wall”a bağlamış olsak da. O yıllarda CIA nın aleni bir binası vardı, Gökdelenin sırtına hançer gibi yaslanan. O yıllarda gösterilerdeki 68 li eylem ritüeli; Sıhhıye’deki Pan-Am hava yolları acentesiyle başlar, CIA nın duvar nişlerindeki vitrin camlarının  taşlarla olan yakın muhabbetleriyle sona ererdi. Sahi; o yıllarda böylesi başkentin göbeğine yan duran, CIA ya ait bir bina var mı şu an, en azından ben bilmiyorum. Sanırım, ya o da kamulaştı ya da laştırılıp artık devletin resmiyetine kavuştuğundan olsa gerek, içimizden biri halini aldı. Öyle ki, aymazlığımız adeta çıplak kralları bile kıskandırır oldu.


Ulus Sineması Soysal’ların toprakları üzerinden sosyalleşme eğilimi göstererek, sinema gibi etkinlik alanından çıkarılıp, o dönemin AVM si olan Pasaj’a dönüştürüldü. 
Ha, bilmeyen ya da hatırlamakta zorluk çeken ya da o tarihlerde henüz kundaklanmamış olanlar için, mekanı belleksizliğime inat biraz tanıtmaya çabalarsam; şimdiki Soysal İş Hanı'nın olduğu binadır sözü edilen. Ulus Sinemasının giriş kapısı, şimdiki Soysal Pasajı’nın Ziya Gökalp’e bakan kapısıydı o yıllarda ve Kolej’e doğru komşusu olarak Penguen ve Flamingo Pastaneleri, aralarında da adına öykünürcesine tam bir Sandviç vardı. 
Diğer yandaki komşusu, şimdinin metro istasyonu merdivenlerine denk gelen çeyrek dairede bir açık hava pastanesi, üzeri tenteli. Sonraları, camdan akvaryum lokantalara dönüştüler. Başına geleceklerin bir işareti miydi ne? Ve çeyreğin yarı çapları boyunca sıralanmış ufacık ufacık dükkanlar. Hatırladığımsa Kodak fotoğrafçısı. 

Sinema çıkışının biri buraya, diğeri ise Sakarya’ya açılırdı. Sakarya kapısının iki yanında Tarhan, Bilgi Kitabevleri ve Sergen Pastanesi bulunurdu. Karşısında minik dükkan, Goralı.

Sözü edilen isimlerin her birine dair, onlarca anı yazısı, kitap bulunmakta. Bunlara eklenebilecek yüzlerce işletme sayılabilir bir çırpıda. Benimse; kökleşmiş bu kurumların; Atilla İlhan’ın deyimiyle “an geli”p de bir kamikaze edasında onurlu ayrılıkları karşısında, onlar kadar metanetli ve dirayetli olamadığım. Bade, Yaprak, Sergen, Tuna,... pastahaneleri, Goralı, Sandviç, Akman Bozacısı, Piknik, Körfez, Karadeniz Lokantaları, daha nice işletme. Hepsian geldi birden bire yok oldular, anıları öksüz düşen bir yadigar olarak bize bırakarak.

Bugün bir kare ve bir cümle düştü posta kutuma. Cümleyi zaten başlık yaptım, resmi de alnaç. Şiddete girer diye, size yüreğimi gösteremiyorum. Geniş bir bencillikle, duygularımı bıçaklanmış hissediyorum yalnızca. Bir dolu hala yaşanmışlığı soğumamış anı kaldı kucağımda.

Geriye kalansa, “kendine anlat, kendin dinle”... 

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

O, şimdi asker


Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

11 Temmuz 2014 Cuma

Altı Peter, üstü Pele

Günümüzdeki yuvarlanmış konuşma dilinden daha gerçekçi idi; seçtiği kelimelerin anlamındaki yerindeliği, vurgu ya da tonlaması. Bir yıl içinde söküvermişti tüm inceliklerini, her ne kadar sıla dilini öğrenme niyetindeki her yabancı gibi, ona da ilk olarak anlamını bilmediği küfür sözcükleri öğretilmiş olsa da.

Onu, annesi ve küçük kız kardeşini bir akşamüstü apartman kapısından birbirlerine çarparak çıkarlarken fark etmiştik. Çoğumuz; esmer ve kavruk kalmış bir neslin çocuklarıydık ya da nadir de olsa yumurtasını çatlatabilmiş sarışınların ancak, açık ama güneşte solmuş bir kumrallıkla sürdürebildikleri kavrukluklarından hiç de şikayetçi olmadıkları yıllardı. Bu nedenledir ki; teni “süt beyaz” olarak nitelenenler, genel bir önyargı içinde sınır dışından ithal olarak adlandırılırdı, kimi kez yüzde yüz yerli olsalar da.

İşte böyle açık renk tenli bir aile görüntüsüyle sokağa düşmeleri, o an anneye “Helga”, yanındaki çocuğa da “Hans” ismini reva görüvermiştik mahallelice. Alaycı gülücükleri suratlarına asılı, piramit gibi öbeklenmiş bir avuç kavruk mahalle bebesine karşı; yuvarlak, tombul pembe yanaklarına inat, çatılmış kaşlarının altından dikti gözlerini, tek başına köyün tümüne posta koyup, diklenircesine.

Peter ile ilk karşılaşmamız diye hatırladıklarımdan kırıntılar, bunlardı belki de. Sonraki yıllar içinde sürecek sıcak dostluğun başlangıcı için, mahlep kokusundaki ılık akıntılardı, “ilk anne sütü” kıvamında.

Birkaç gün sonrasında, makasa alıp sıkıştırabilmek için maça davet etmişlerdi. Toprak arsaya geldiğimde o, bizimkileri çoktan takmış peşine, kan ter içinde sürüklüyordu bir yarı sahadan diğerine. Topa girme görüntüsünde çift dalmalar karşısında o, yerden kalkıyor, anlamadığımız sözcükleri bağırarak haykırıyor, daha da bilenmiş olarak oyuna dahil olup, aynı civanlığını sürdürüyordu. Sesi, yeri göğü inletirken bir ara, sahayı köşeden gören bir pencere açıldı yukarı katların birinden. Annesi, yüksek sesle ve garip şive ile “Peter” diye seslenince, herkesçe kabul görmüş “Hans”ta kendi kalesine atılmış gol niyetine puan cetveline işlemişti. İki yana efelenerek yürüyüp başını açık pencereye doğru kaldırdı, ellerini iki yanından beline dayayarak, “ne var?” niyetine ağzında biriktirdiği kısa sözcüğü boşalttı. Yine anlamadığımız cümlelerle kadın söylenmeye başladığında, koşarken hoplayan sarı alabros saçlı, adına yeniden alışmaya başlayacağımız Peter, el kol hareketleriyle ve sesini yavaş yavaş yükselterek yanaklarının içine akide şekeri sokmuşcasına şapırtılarla bağırmaya başladı. Aynı tonda karşılık bulmasıyla, elini havada “bana ne” dercesine sallayıp, “Peter” seslenmesiyle görüntüsü dondurulmuş maça geri döndü. Kara ve tedirgin  bakışlarla kendisini dikkatle izleyenlere bakıp, “devam” anlamına gelecek bir kelimeyi haykırdı, karşı kaleye doğru koşmaya başlamadan önce.

Üzerinden geçen hayli süre sonrasında, aralarındaki bu konuşmayı sorduğumuzda; bizimkiler onu her biçtiğinde o da basıyormuş kalayı. Anne, evin içinde yankı bulan, belki de onun sesinden ilk kez işittiği böyle bir edebiyat karşısında daha fazla dayanamayıp, küfretmemesi üzerine sertçe uyarmış.

Maçın bitememezliğinin sonucunda çıkan oydu ki; çocuk hem güçlü, hem futbolu mızımaksızın iyi biliyor ve aynı zamanda oynuyor, günümüzün spor yazarlarına inat. Yenilgiyi kabullenmemek, daha fazla ezilmeye neden olacağından, enayilik anlamına gelmesi kaçınılmazlık çıkmazına kapı aralıyor:
- Bakıyorum, herif tazı gibi koşuyor kaleye. “Hans... gir içeri...” diye bağırıyorum, o gidiyor ters tarafa. Meğer tüm anlaşmazlıkların nedeni, adamın adının “Hans” olmamasından kaynaklanıyormuş... nereden bilebilirdim ki...
Aradan geçen sürede, mahalle takımı kapı gibi bir yabancı oyuncuya sahip olmuştu; menajersiz, klüp başkansız, transfer ücretsiz. Belki olmuştu da olmasına ancak, bu kez de çevre mahalleler  Peter'i kabul etmiyordu.
- Yok arkadaş, oyuncular Türk vatandaşı olacak... Bu gavurcuk oynayamaz... diye itirazları kabul görmeye başlamıştı.

Tabii ki bu şu anlama geliyordu; Peter'in gelişi henüz haftasını doldurmamış olsa da, alışagelindiği üzre başarı karşısında ayak koyup çelme takmaların artması, onu bizden yapmaya yetmişti. Zira, yol açmadan ayakbağı olmayı, yukarı itmeden alttan aşağı çekmenin keyfi, bu memleketin rüzgarına bulaşmıştı bir kere. Bunu sürdürmenin yükümlülüğü de olsa olsa gelen nesillere düşecekti.

Oynayamamasını; bizim onun anadilini çok iyi bilmememizin biçareliği gibi göstersek de, haklı ısrarındaki istikrarla “Niye?” demekten kendini alıkoymuyor ve yerini korumak uğruna, daha fazla güç sarf ederek pembeden kırmızıya dönüşmüş yüzüne inat, hepimizin içi kızarmayı sürdürüyordu, ufak kıpırtılarla doğum sancısı çeken hamile bir anne adayının tefekküründe.

Her sabah doğan Güneş akşamları guruba dalarak, Peter'in Türkçesini kusursuzlaştırmayı sürdürse de, hala maçlarda oynatılmamasının gerekçesini bir türlü anlayamıyordu.

Konunun yine dönüp dolandığı bir gün, kavruğun birinin dilinden dökülen; “La olüüm, sünnetsizsin, sünnetsizzz...” sözüyle, kilim sarmalından yuvarlanan dansözcesine savruluverdi orta yere. Kulaklarındaki ateş, gözlerini çakmak çakmak yapmaya yeterli gelerek doğruldu oturduğu duvarın üzerinden ve ardını dönüp sokak boyunca gölgesini peşinden sürükleyerek gözden kayboldu. Bir süre ortalarda görünmemesini, zaman zaman hasret gidermeye gittiği Alman anneannesine bağlamış olsak da, kendisini sarılarak yolcu etmemizden çok keyf aldığını bildiğimizden, bize olan kırgınlığına yormuştuk.

Hafta henüz bitmemişti ki; bakkalın yumurta kulesine açılan apartman kapısından zıpkın gibi; başında Maşallah külahı, üzerinde beyaz sünnet eteği, ayağında rugan damat terliği ile bacaklarını iki yana aça aça, biraz koşturmacalı, biraz sarsak, her zamanki kırmızı yanaklı Peter fırladı, elleri havada “Heyyy” diyen Alman Türkçesiyle. Hepimiz gördüğümüzün düş olduğundan henüz yakamızı kurtaramamıştık ki, bacaklarıyla Çingene ayısının “kadınlar hamamda nasıl oynar”a öykünürcesine zıplarken, yüzü sevinç arsızına dönmüştü. Muhallebiyle beslenmiş bir neslin çocuklarına göre iyi beslenmesinin semeresini almış gelişkin bedeniyle üzerimize kendini attı. Bir avuç mahalle bebesi ortalarındaki sarı kafayla sarmaş dolaştı, kimin altta, kimin üstte olduğuna bakılmaksızın. Onu ortalayarak çevrelediğimiz kavruk çemberinin içinde ışıldayan gözleriyle hepimize tek tek baktı. Bakış çemberinin iki ucu birbirine kavuşurken eliyle beyaz eteğinin üzerinden, altındakini kavrarcasına, kalçasını öne doğru iterken narayı patlattı;
“Ulaan, şimdi hangi o a.... ko..ğumun bebesi beni oynatmayacakmış, göreceğiz”

Meğer, Gölgesini bile bize teslim etmeden yanımızdan ayrılır ayrılmaz, üvey Türk babasının karşısına dikilmiş. Ve ona bir an evvel sünnet olmak istediğini söylemiş. Kendiliğinden, beklenmedik bir anda gelen bu teklif karşısında baba havalara uçmuş sevinçten, her ne kadar kesim tarihi için “hemen” demesi iki ayağını bir pabuca sığdıracağını o an bilememiş olsa da.

Tek sarılı kavruk bebeler yumağı duvar üzerine tüneyip, Peter'in ne zaman iyileşebileceği konusunda tahmin yaparken, bize dönerek kendinden emin ses tonuyla; “Önümüzdeki hafta sonu... tekme dahil, hazırım” dedi ve “yalnız...” diyerek ekledi, “onlar benim oynayacağımı şimdiden bilmesin...”

Yukarı mahalleye maç teklifi ulaştırıldı ve kibirli bir “oynarız yavv...” yanıtı yokuş aşağı yuvarlanarak kulağımıza değdi. Sıcak öğlen sonralarında Peter, kuytu bir arka bahçede duvar futbolu ile eski haline gelmeye başladı. Günler zaten hızla akıyordu, bir gayrete bile gerek duymaksızın.

Ve maç günü geldi çattı. Yıllar evvel, sonradan koskoca bir benzin istasyonu kurulan toprak sahanın, tribün niyetine kullanılan yokuşundan birer ikişer inilirken, orta yerde sarı kafadan eser gözükmüyordu.  Kale taşları henüz adımlanıyordu ki, ardından vuran Güneş'in gölgesinin heybetiyle bağıra bağıra, kaya kaya inerek yanımıza geldi. Karşı takım, önceki itirazlarının kabul gördüğü varsayımı ile önce umursamadı. Ancak, orta sahadan karşı takıma doğru; 
“Beyler bugün ben de oynuyorum” dediğinde, umursamazlar tam “hass.....” diyecekti ki; Peter birden şortunu dizine kadar indirerek; 
“Alın işte beyler, isteyen yakında da bakabilir, hatta eline bile alabilir” sözünü kahkahasıyla perçinledi.

Maçın ilk devresi bittiğinde Peter, Aşil edasında takımı peşine takıp çoktan coşturmuş, aradaki farkın kapanamama tedirginliğini karşı takımın aklına yıkmıştı çoktan.

Devre arasında karşı takımda bir kıpraşmalar açıkça görülmeye başladı ve tribün niyetindeki yamaca tünemiş bizden daha esmer biri, oturduğu yerden doğrulup, ürkek adımlarla aşağı doğru inmeye başladı. Yaklaşırken, özgüven patlaması yaşayan karşı takım bebelerinin ağır abisi, bir kaşını havaya kaldırıp; 
“Hadi bakalım, bu da bizim yabancımız” dedi. Hemen dibindeki Peter alaycı tebessümle; 
“Sünnetli mi?” diye araya girdi. Ağır abi, ardına dönerken ellerini iki yana açarak, 
“Ne bileyim, lan?” tuhaflığını hissettirdi. Peter konuşmasını sürdürdü; 
“Ne demek lan, 'Ne bileyim?'. Konu biz olunca önemli ama, siz olunca 'Ne bileyim?'. Bileceksin olüüm, bileceksin, hem de bal gibi bileceksin. Söyle ona, indirsin donunu da görelim; oynar mıymış, oynayamaz mıymış... Neyse neyse, boş ver, boş ver. Biz siz miyiz ki, oynadığımızın sünnetli mi, sünnetsiz mi olduğuna bakalım? Gelsin de, tepişelim.” 
Bu kez kavruklardan biri cesaret bulup lafa atladı; 
“Sizin mahalleden mi ki?” Ağır abi, artık ağırlığını yitirmişcesine 
“yeni taşındı, yeni...” demeye çabalarken, kavruk ısrarını sürdürdü; 
“Nereye olüüm, nereye taşındı?” Bu kez topluca tanımadık yeni esmere dönüldü; 
“Nerde oturyon lan sen?” Esmer taze, ellerini iki yana açarak, anlamadığının çaresizliğini ifade etti. Bu kez en eski yönteme başvurularak el, kol ile “evin neresi” evrensel boyutunda soruldu. Bebe ardına dönüp, düzlükte yeni bitmiş inşaatı işaret etti uzattığı koluyla. 
“Tamam işte, burda oturuyomuş. Orada bizim maalle zaten” Ancak hazır fırsat ele geçmişcesine soru yağmuru sorguya dönüşmeye başladı; 
“Adı neymiş?” 
“Adın ne lan senin?”... yine el kol... çatlak bir sesle 
“Pele” diyor ve o an hepimizin yüzünde tuhaf bir gülümseme beliriyor. 
“Ulan sen, yoksa Brezilyalı mısın?” Başını rağbet görüp görmeyeceğinin tedirginliğiyle aşağı sallayarak; 
“Yaa,yaa Brezıl, Brezıl...”

Bizim ikinci yarı o gün, bir Almanya Brezilya maçına dönüşüp, birkaç farkla Alman'ın galibiyetiyle sonlanmıştı. Sonraki yıllarda Pele'nin hayli kalabalık ailesi ülkede, gerek dans gerekse müzik alanında sanatçılar yetiştirerek çok ünlendi. Peter ise daha sonraları yarım bıraksa da, mahalle mektebine başladı, anneannesi ve okul yönetiminin her tür çelmesine inat.

Sonbaharın serine yüz vurmuş bulutlu bir akşamında onu, köşedeki telefon kutusunun ardındaki karanlığa bürünmüş kuytuda, bir çift sulamış gözle bana bakarken yakaladım. “N'oldu lan?” dediğimde, konuşmaksızın oturduğu yerden heykelleşmiş hüzünlü parıldayan gözleriyle bakışmasını sürdürdü. Aynı karanlığın ikimize yetecek gölgesinin ucuna iliştim. Burnunu çekti karanlığa inat, önünde kendi açtığı boşluğa bakarken. Sessizliği, üzerindeki geniş yaka, maksi pardesüsünün içine sokuşturduğu Çubuk şarabını kınından çekercesine çıkararak bozdu.

“Hayırdır?”
“İhtiyacım vardı...”
“Karı kız hikayesi mi?”
Suratıma baktı, sıcak bir tebessümü dudaklarına oturtarak “Yok yav” dedi.
“E, sorun ne o zaman?”
“Bizimkiler... daha doğrusu, anneannem...”
“Öldü mü yoksa?”
“Ne gezer... keşke...”
“Ulan manyak manyak konuşma, o ne biçim laf?”
“Valla doğru söylüyorum”
“Eee...”
“Dedi ki; 'sen orada kaldıkça Türkleşiyorsun...' Ben de ona 'zaten istediğim de bu' deyince iyice dellendi, 'bunu bana nasıl yaparsın?' diye. Yahu, ben bana kendi babam demezken, adamın biri 'oğlum' diyor, ekmeğini yiyiyorum, sorunlarıma çözüm arıyor hem de, hiçbir zorunluluğu yokken. Ekmeğimi de, dertlerimi de böldüğüm paylaştığım siz arkadaşlarım var. Kendimi son derece güvende hissediyorum. Karşılaştığım her yabancılık bana, tersine yakın geliyor. Aramadan yanımda buluveriyorum, isteklerimi, istediklerimi, sevdiklerimi. Papazla ne muhabbetim var ki, Hocayla olsun. Tutturmuş, bir dindir gidiyor. Annemin kocası bana babalık, arkadaşlarım kardeşlik yapıyor, hem de karşılıksız. Ben burayı da buralıyı da seviyorum. Gel de sen bunu o kocakarıya anlat. Şimdi de 'geri dön, senin yurdun burası' diye dayatmakta. Bana sorarsan karşılaşmak dahi istemiyorum. Zira elimden bir kaza çıkabilecek kadar kızgınım ona. Ha, en istediğim ise; mahalleye bir tane daha benden gelse, gelse de ben de onunla 'Hans' diyerek kafa bulsam. Yandığımsa, bu eğlenceyi kaçırmış olmam ya da o an yanlış tarafta bulunmuş olmam.”

Şişe kah bir onun dudaklarına dayanıp hava kabarcıkları çıkarmakta, kah bir benim. Şişe karşılıklı dökülen gözyaşları, sümüklerin çekilmesiyle boşalıyor.

Ayağa kalkarken, pardesüsünün açılan önünden içindeki pijaması gözüküyor, loşluğa inat. Fark ettiğimi anlıyor; “Alel acele oldu, birden bire yani” Ardından eğilerek boş şişeyi uzatıyor; “Anlattıklarımın tümüne bu şişe şahit. Sende kalabilir.” Arkasından süzülen gölgesine bakarken; “Sen yine de kafana fazla takma” gibisinden saçmalasam da, duyup duymadığı önemini yitiriyor o an.

Artık kış soğuk yüzünü göstermeye başlamış ve bebelerle olur olmaz yerlerde, olur olmaz zamanlarda karşılaşmak artık şansa kalıyordu. Bu ağır işleyen seyrelme onun, yaşam perdemdeki gölgesinin yavaş yavaş solduğunu fark etmememe neden oluyordu. Sonrası, her mahalledeki akibete maruz kalıp, tevatür ve rivayete büründü. Söylentinin yönü, “ülkesine geri döndüğü” üzerine çark etmiş olsa da, dün akşam oynayan Almanya Brezilya'nın gerçekte, 45-50 yıl öncesinde karşılaştıkları ve Almanya'nın o zaman da kazandığı, Pele'nin namı, sonraki yıllarda mahalleler arasına taşınmış olsa da.


Sevgilerimle... 
 ahb 

 not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

24 Haziran 2014 Salı

Umursayarak çalabilmek

İzleyenler bilir."Doğa için çal" adlı bir girişim var ülkede. 
Zaman içinde KuleDibinden Yankılanmıştı.

"Kendi İçin Çalanlara Alıştırıldığımızdan"
(İzlemediyseniz, üzerini tıklayabilirsiniz)

Bu gün kendi adreslerinden bir ileti düştü posta kutuma. Ancak paylaşmadan önce, ortak kullanımların önce daratılması, kısılması, kısıtlanması, sonrasında Hoca Nasreddin'in "ben kıldım oldu" fıkrasına öykünürcesine ortadan, zaten hiç yokmuşcasına kaldırılmasının yoluna kurban giderek, sizinle Kuledibinde "Doğa için çal - 5" i dinlemek kısmet olamamıştı. Önce bunu paylaşayım istedim. Ardından da, yollanan ileti içindeki kendi yayınladıkları metni ve yeni sunumları olan akapella'yı.

Ancak önceki yazımın sonunda yazdığımı yeniden paylaşmamda, bir mahzur görmüyorum. Bugün yine aynen katıldığım satırlar şöyleymiş:

Gürgenin, köknarın, çamın,  
serçenin, turnanın, atmacanın, 
sincabın, tilkinin, karacanın, 
çayın, tütünün, burçağın, 
üzümün, zeytinin, mısırın,
hamsinin, kefalin, çipuranın namusu için; 
Sardunya atılmadan dip kapalıya,
"sese kulak verin ve duyun, duyurun..." 

Bir yandan; 
zamanında "bir ağaç kesenin kellesini getirin" diyen Sultan'ın 
torunlarıyız diye böbürlenirken, 
diğer yandan 
gecede kaç bin çamı kökünden içi sızlamadan indirdiğinin 
ganyanlaşmış sidik yarışına sokan, 
hem garip hem de kendiyle çelişik olan akla bakarak, 
aradan geçen yılların neyin anlaşılmasını nasıl değiştirdi de, 
bir ağacı kestirmek istemeyenlerin canlarının alınması gereğine 
inanan bir akla dönüştü ?

Tek ve hür bir özgür ağaç olanlar,
feda ettikleri canlarıyla neredeyse bir orman oldular,
hem de kardeşcesine yeşil, 
hem de kardeşcesine koyu, 
hem de kardeşcesine serin,
hem de kardeşcesine mütevekkil...
 
Bilinmez ama, bu yolda ter ve emek dökenleri gözardı etmek insaf sınırlarını zorlar diye düşünmekteyim. agaclar.net adresinde söylediklerimin fazlasını bulacağınızdan eminim. 
Yeter ki; kendi deyimleriyle, "Biz umursamalıyız, kendimiz için, bencilce"

Sevgilerimle... 
ahb





Doğa İçin Çal projesi hiç bu kadar doğa ile bütünleşmemişti.
Yedi Müzisyen hiç bir müzik enstrümanı kullanmadan,
Sadece şarkı söyleyerek,
Maçkalı Hasan Tunç' un Divane Aşık Gibi türküsünü seslendirdi.

İşte karşınızda!
Yedi müzisyen, bir sürü kuş, bir köpek ve kurumuş yaprak sesleri eşliğinde!!!
Doğa İçin Çal Akapella!

Doğa için farkındalık yaratmaya devam ediyoruz!

Bize destek olmak için lütfen facebook ve twitter sayfalarınızdan bu projeyi paylaşınız.

Müzisyenler:
Aydinç Kişin
Aytaç Bayladı
Baybora Öztürk
Mert Kayıkçıoğlu
Murat Ezber
Serter Öztürk
Yiğit Özdemir


Akapella: Enstrüman olarak sadece insan sesi kullanılan müzik türü.

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

11 Mart 2014 Salı

Sözün bittiği yer


Bir kahraman bakkal da, haber üzerine aşağıdaki yazıyı camına asar;

"Çocukların Bakkaldan Evlerine
Kafalarına Gaz Fişeği yiyerek
Değil,
Ekmeğin Köşesini Yiyerek
Döndükleri Bir Ülke Dileğiyle..."

Sevgilerimle... 

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

31 Ocak 2014 Cuma

Bir Tekno Kapı Uşağı



Bilindiği üzere, “computer”in “bilgisayar”laştığı sürecin başından başlayan çalışma yaşamım, mesleğe ve mesleğin gelişimine yeterince katkı sağladığım inancıyla günü gelip emeklilikle noktalanmıştı. Yani, meslekteki tokluk hissim madensuyuna muhtaç olmaksızın haylice ağır basmakta. Tanımayanlar için bu varsayım elde bir tutularak, teknolojinin bildiğimiz anlama gelmediği, gelişmediği, hatta her işte olduğu gibi kendimize benzettiğimiz bir tüneli geçmenin umursamazlığında; ucunda ışık gözükmese de, fıkradaki gibi duble yolla karşılaşılmaz İnşallah, ortada hala bir türlü buluşulamadığına bakılarak.
Teknolojiyi bizzat kullananların büyük bir bölümünün ilkokul mezunu olduğu bir ortamda, banknotunu cep telefonunun pili ile kapağı arasına sıkıştırarak taşıyanlara rastladıkça, daha benim bilemediğim ne öykülerin olduğu doğal olarak karşıma dikiliveriyor. Böylesi kullanıcı kesiti karşısında, tabiatıyla onların jargonuyla yazıya devam etmek artık kaçınılmaz.
“Teknoloji”nin anlamı hangi koridora çıkarsa çıksın, bizim yapacaklarımızı bizim yerimize yapan ve ne olduğu konusunda da hiç bilgimizin olmadığı bir “alet” silsilesinden öte değil. Hani icabında, ileri görüşlüyüzdür, de;
“Zeki Müren”nin de bizi görmesini ya da önünden sucuk koyduğumuzda arkasındaki deliğinden “inek” çıkarmasını bekler dururuz. Vurgulayarak dururuz diyorum, zira sadece dururuz, hatta kıpraşmadan. Ve sonunda Zeki Müren de bizi gördüğünde, “Sanat hayatınıza nasıl başladınız?”dan öteye ikinci bir soru aklımızın ucuna gelemeyecek kadar konu üzerinde yoğunlaşırız. Zira; artık “bunun çakması nasıl yapılır”ın derdine düşülmüştür bir kere. Bize gereken, bilginin içi değil dışıdır. İçi nasılsa yan sanayiden bulunur. Bu nedenle, arabamızı bir servise gösterdiğimizde, vazgeçilmez usta “Bunun beyni karışmış” diyerek yeni parçayla değişimini önermesi artık sıradanlaştı.
Daha da az çalışabilmek uğruna, saatlerce kopyalanıp yazılır, uygulaması içinse günlerce sürecek montaj yerine öğrenme meraksızlığımız ağır basar her seferinde.
Internet’in bu kadar yaygınlaşmasının başlıca nedeni; bedava seks filmi seyretme, bedava müzik dinleme hatta bedava zamparalık... İnanmayanlar için 3.sayfa haberleri alev alev, tıpkı zamanında telsiz kullanımlarıyla beyaz kadın ticaretinin nasıl zirve yaptığına dair geçmişi unutulanlara, eski nüshalardan ulaşılabileceği bir yol olabilir.
Bedavacılık, hazıra konmacılık tatmini, teknolojiye olan rağbeti sağlayan gerçek ana unsur. Yoksa, sabahın köründe yumruk yumruğa, yağmalarcasına ucuza kapatılan bu metal çöplüğün, gerçek anlamda kullanıldığını iddia eden birileri orta yere çıkabilir mi? Mesala, cep telefonlarına 1 yıldan uzun garanti verilmesinin gereksizliği, satış listelerine göz atıldığında karocu kalfası dahil, bir önceki modeli cebinde taşıyana sık rastlanmaması aynı kavşağı kullanmamakta.
Ama bu nokta, bir tehlikeyi de beraberinde sürüklüyor. Araştırma girişimine sürtünmeden, okuma ya da öğrenme alışkanlığının olmaması, “bir bilen”in aklının yolunda gidilmesini kaçınılmaz kılıyor. Eski yıllarda bir kunduracının sözlerinin bile değer bulabildiği ülkede, günümüzde doktoralı akademisyenlere bile güvenmenin pek de doğru olmadığı, yaşadıklarımızın arasından maşayla ya da kürekle çekilecek boyuta ulaşmış durumda.
Fıkrada gariban demiş ya; “Sen de b... gibi para, bu hıyarda da bu ense oldukça daha çok sopa yeriz” diye.
“Sor bakalın Bilo, bunları neden yazdım ?” diye...
Çalıştığım Teknokent binasına bir gün bir alet getirip duvara dayarlar.
“Ne ki ?” dendiğinde, “Personel giriş çıkışı için” derler.
“Eee?” nin yanıtı “Herkese kart dağıtılacak... tanesi şu kadar $ dan...”
Bir kısım işyeri itiraz eder;
“Ben sahibiyim, 2 mühendisim, bir sekreterim var... ha bir de çaycı.. ama böyle giderse onun da kalacağı şüpheli ya. Yani gelen giden benim zaten önümde, bana boşuna para harcatmayın” diye.
Ancak Kent’i Tekno olana, denecek söz mü bu? Kısa sürede herkese dağıtım yapılır, paralar kart sayısı oranında tahsil edilir.  Ancak cebinde kartı olanların, memleketin tümüne sirayet etmiş “acelem var” hastalığı var ya, birden o nükseder.
“Sürtmeyen olursa yaptırım uygularız”. Rica minnet “sürtürüve Mustavaleyn” başlar.
Ama Kent tekno tekno atılıma ayak uydurmuş bir kere, durur mu? 
“Aylık mesai saatini dolduramayanlara verilen haklar geri alınacak, muhafiyet kapsamından çıkarılacak”
Zira şehirde adamın şirketi var, teknokente geliyor, açıyor bir ofis, ömrü Ergenekonluk, sonu gelmeyecek bir iki proje, şirket tüm çalışanlarıyla birlikte muhafiyette.
Bunu Kent’in Tekno yönetimi bilmiyor mu? Biliyor.
Bile bile “evet” demiş mi? Demiş.
O zaman bu hava kime? Maliye bastırmış.
Peki, Maliye durumu biliyor mu? Bilinmeyenleri de.
“Peki” demiş mi? Demiş.
Firmanın biri;
“İşimiz gereği çalışanım imalathenelere parça yaptırmaktan başını alamıyor?”
Bir diğeri;
“Bu testleri burada yapmanın ne iklim ne de ortamı var. Dışarıdayız.”
Bu kez de firmalar toplu giriş ve çıkış sürtüşlerine başlar, çalışanın ailesi Yalova depreminde göçük altında olsa bile. Bu toplu sürtüş eyleminin engellenmesine yine Teknoloji yardıma koşar ve resim de çekebilen bir hazır uşak gelir. Her ne kadar ilk zamanlar kızlar kameraya saç savurtan, müstehzi bakan ya da dil çıkartmış karelerle belgelenseler de, Patronlar fırçalanıp durum rapt-ı zapta alınır. Sonradan fark edilir ki; özellikle kış günleri ışığın yetersizliğinden herkes “profiline fotoraf koymayanlar” gibi bir silüet görüntüsünde, hatta bu dönemde kız mı oğlan mı, o bile karışır. Hızır Tekno devrede. Işık birimi getirilir, yeni hat bulunamadığından tavanı boydan boya kat eden beyaz kablo duvara tuturulur, derken bu kez de alttan gelen data hattı için daha kalın bir kablo döşenir. İlki için adi plastikten kanaletler döşenir, data hattı içinse ızgaralısından. Kıytırık alet gün be gün heybete bürünür. Önüne yanaşırken kablo demetine takılmanın tedirginliğinde çekilen fotografları, dışarıda deli dalgalar olmasa da “başı öne eğik” olarak göründüğünden yine kimlik tanımada sorun yaşanır. Yere döşenmiş mermerlerden bir kısmı mermersizleştirilerek gömülür ve kapı girişinde sabahları 48 puntoyla “GİRİŞ ÇIKIŞLARDA KİMLİK KARTINIZI SÜRTMEYİ UNUTMAYIN!” yazısı karşılar, akşamları uğurlar.
Bu bana, yıllar öncesi çalıştığım bankanın bir şubesine kurulan sistemi açıp kapatmak ve yedek alması için görevlendirilmiş bir sistem sorumlusunun kıvrak zekasını hatırlattı. Sıradan bir gün, şubenin birine girdiğimizde müşterilerin tam alnacında, duvara sırt vermiş iki yetkilinin arasındaki dolap kapağına yapıştırılmış aynı puntolarla;
“SİSTEM KULLANICI KODU:.... PASSWORD:......” yazısını gördüğümüzde, memleket ile tekno arasının nasıl yumuşatılacağı üzerine hayli kafa yormuştuk. Sistem sorumlusu müşteriden başını alamadığı için “ne haliniz varsa kendiniz görün” demiş. O arada bir de ispiyon almıştık, yöntemin nereden alındığına dair. Yine bir başka şubede, sistem sorumlularını işe yatkın olanlardan değil de ayak işlerine en müsait yeni girmiş memurlardan seçildiğini öğrenmiştik. Sistem sorumlusu olarak seçilmiş kurban personel kızın yaşı genç, iki ay sonra evlenmiş. Damat azgın, iki ay sonra kız hamile. Dokuz ayın sonunda rapor ve işe başlamış. Tüm bu süreçte sağdaki soldaki destek çıkmış. Ama kız genç anne olarak dönmüş bir kere. Ancak, sözleşme gereği süt izni var, bir buçuk saat sabahtan bir buçuk saat akşam. O sıralar yine iktidar değişmiş yeni atanan müdür de tanıklık ettiğimiz bu yöntemle sorunu şıp diye kökünden çözüvermiş.
Bizim teknolojik gelişimimize gelişim katmamız süre gitsin, bir yandan da bir firma sessizliğini koruyarak binayı teknolojik olarak içten inşa etmeye başlar. Önce bina içini onca firmanın varlığına Casper niyetiyle bakıp, neresini bulursa indirir. Aslında bina zamanında yüksek tavanlı bildiğimiz büyük depolardan biri. 30x30 luk kolonlar üzerinde önce çıplak bırakılmış, sonrasında deyimi yerindeyse giydirilmiş... PVC ile. Arada da görenlerin şahadetine göre 30 cm lik kat betonu var. Bizim “cin olmadan adam çarpmaya kalkışan” firma, tonlarca ağırlığı hergün gide gele iş ilişkisinden neredeyse eş ilişkisine dönüşmüş operatörün, vincinin kepçe ucuyla ikinci kata tıkıştırır durur. Gün gelir, kiloda ağır çeken ne kadar teknoloji varsa çatısına bakan tavan alttan sökülüp, demir korkuluklar üzerine konmaya başlar. En son eylem olarak, öyle olmasa da siz yine büyük bir Jenaratör diye görebileceğiniz metal yığını gelir. Ve kapının önünde bir gün bekletildikten sonra ertesi gün çatıdan ve ofisin dış duvarlarındaki PVC kaplamalarından fışkıran elektrik kabloları, hava kanalları, su kanalları bağlantıları rüzgarda sallanmaya başlar. Sonrasında kömürlü bir Şimendifer gürültüsü ile personelden daha fazla mesai yapmayı sürdürür. Havalar kötülemeye başladığında, bir hafta sonu 1x2x3 m.lik bir demir kutuyla koruma altına alınır. Tabii ki ses, çevresini kaplayan metal panellerin rezonansa geçmesiyle iki katına çıkar. Hani öyle ki, bir kaç metre geriden bakıldığında, adeta 70 li yılların Tuzluçayır’ındaki gecekonduların bahçe tuvaletlerine öykünür, Kent Teknosu göğsünü gere gere övünse de. İşin aslı şu; firma gerçekte Konya’nın hemen dışında büyük bir firma. Adam imalathaneyi buraya taşımış, Konya göstermelik, Hollywood dekoru. Tüm imalat vardiyalarla burada üretiliyor, muhafiyetlerden yararlansa da Konya’daymışcasına fiyatlandırınca kâr 2 katına çıkmakta. Rengi yeşile dönük firma; diğer firmalarca uygunsuz kullanım, uygunsuz yerleşim ve diğer gerekçelerle sıraladıkları şikayetlerini Kent’e gönderse de, Tekno bunu haklı bir gerekçe olarak görmediği gibi, herhangi bir Teknolojik Hukuku bile yok sayabilen bir Teknoloji geliştirir. Gün gelir, boş arazilerden birinin orta yerine 4 katlı bir Teknokent binası inşaatına başlar. Bir katını Kent Yönetimine, bir diğerini kendisine, kalan 2 katındaki 20 işyerini de 20 yıllığına kira rantı karşılığında işleteceği çarkı Proje olarak sunar, kabul görür, onaylanır, törenle temel atılır, üç beş ay sonunda çatısında bayrak dalgalanır. Ancak beri yanda kalan gecekondu mimarisini modelleyen firma, leasinglenmiş makine parkınının münzevi alt yapısına daha fazla dayanamayıp çöker, çökerken de ardında elektrik hattında yangın çıkarmayı ihmal etmez. Konyalı tilki yeni oluşan küllü durum karşısında, “ilk hamleyi yapan kazanır” şiarına uygun olarak, bahçede sigarasını tellendiren güvenlik görevlisinin tiryakiliğini suçlayarak işe başlar. Kağıda dökme fırsatı bulamadığı senaryosunu, görevlinin bina içinde içtiği iddiasıyla sürdürür, duman alarmı sisteminin devrede olduğu, kendi yangınını haber verecek kadar çalışırlığı kurgu hatası yarattığından, ısrarlı ithamdan son anda çark ederse de, açık havada izmariti 8 metre yukarıya doğru havaya fırlatan orta parmak fiskesinin Olimpiyat rekorunu zorlaması bir yana, 2. Kattaki kapalı pencereye ne yapacağı haylice merak konusu olur. İtfaiye raporunun elektrik kontağı olarak tespiti, Kent Yönetimini Firmanın başlattığı komedinin sürdürebilmesi için, nazire yaparcasına bahçedeki tüm çöp ve kül tablalarını kaldırmakla güldürü dünyasındaki yerinden kaygı duyulmasını engeller.  
Bir başka ofise sessizce yerleşen bir grupsa, bölünerek üreme aşamasını bitirirken, açık unutulmuş kapısından içeride hiçbir eşyanın olmadığı farkedilir. Şalvardan geçiş yapmış, aksakalı bol, küçümenden, az dişli bir adam daha çok Ulus’taki nalburiye dükkan sahipleri görüntüsünde ve yanında, başında siyah Bolşevik kasketi, yüzünde sakalı babasının siyahı olan oğlu, avanesi ise yağdan kudurmuş saçları bellerine dolanmış, çıplak ayakları çölde yürünmüş kadar tozlanmış sandaletli, kulakları tabii ki küpeli, hani daha çok Cat Stevens ile Yusuf İslam’dan ortaya yapılmış bir karışık kıvamındaki bir gürühla girip çıkarlar ofislerine. Firma dış görüntüsüyle, “sen önce ihaleyi ayarla, firmayı ona göre kurarız”ı çağrıştırması, düşünceleri haksız çıkarmayıp ancak bir ay sonra tabelasını asabilir. Her nedense Cuma günleri öğlen saatlerinde yapılan toplu çıkışlar, daha çok haftasonu iznine çıkan erat düzeninde, ikili koldan böyle nereye gittiklerini tahmin etmek zor olmaz. Kimsenin de umurunda değilse de, erkekler tuvaletinde aniden su havuzlarına düşmeler, lavabolarda ayak yıkandığı izleniminden kaynaklanan kuşkular birkaç günde şahadete dönüşür. Tekno, ertesinde arkası yapışkanlı kırmızı kağıtlarla uyarı yazıları asar.
“Lavabolarda ayak yıkanması hijyen kurallarına göre sakıncalıdır. Bu kurala uyulması...”
Ancak iktidar küstahlığı, o yazılar asılmamışcasına sürdürülmesinin inadı uç verip, hoyratlaştırıyor inatlaşmayı. Bu noktada Tekno ne yapsın, elektriksiz köye buzdolabı götürmenin çaresizliğiyle. İşte devreye NoTek giriyor ve “okumanız yazmanız yok mu?” sözlü uyarısı “Görmedim... hem ayak yıkamanın sağlığa aykırı ne yanı varmış anlayamadım” dediğinde Kent’in Tekno’su üzerindeki kaygılar bir kez daha artıyor. Ardından yazılar da kalkıyor, ayak yıkama seansları da. Ancak, şu sıcak günlerdeki yünlü Bolşevik Şapkası Teknolojiye aykırı mıdır bilmem ama, Sosyalizmde Nakşi’den bir Bend olmadığını biliyorum ve olsa olsa Nakşiler kendilerine Sosyalist bir Bend koyduklarına yoruyorum.   
Dönersem, bizim bu kapı bekçimizin pehlivan tefrikası maceralarına, o akşam üstü duruşu pek mahsun geldi bana. Bir kaç “yenisini takalımcı” teknisyen başından ayrıldıklarında, başı öne eğik vazo kırmış kedi kıvamındaydı.
Baktım hazır yeri gelmiş, çene desen zaten geveze. Bundan iyi fırsat mı olur ? Başladım önerilerimi sıralamaya...
“Yav, bu alet, bir resim çekiyor bir de kim kartını kaçta sürttü diye kayıt alıyor. Bunca masrafa günah. Onun işini insana yaptırsalardı, emekliliğini isterdi sıkıntıdan. Mesela, boş beklerken müzik çalsa, sabahları erkek ise derin kadın sesiyle “Seni yer bu zilliler... dün gece saza niye gelmedin... Behlül ayağını kaydıracakmış senin, haberin olsun...”, kadınsa cillop bir erkek sesiyle “Fıstık, sen bu gün ofise girme istersen, seni gören çalışmayacağından Patron kızacak... fıfııyytt kız sen İstanbul’un neresindesin...” gibisinden biraz yalan söylese. Hiç bir şey yapmasa, bari kilomu söylese. “Biraz spor yap ya da yağlıdan, hamurdan kaçın...” gibisinden uyarsa ya da “Ayakkabıların bugün de boyasız... kravatın eğrilmiş... bugün pazaar, dükkanlar kapalı... saçındaki toka ayakkabına uymamış... bunca kiloyla giyilecek kıyafet değil, beline elindeki kazağı bağla...Bu ne hal, Ağrı dağından düşsen kemiğin kırılmaz, az ye az...” diye güne yön verse. Ya da “hala tatile çıkmadın mı... tam kafa çekilecek akşam haa... bari bugün gaz kartını doldurt da, it gibi titremeyin evde yine... son günlerdeki harcamalarına biraz dikkat et...” diye sosyal yaşama çeki düzen verse. Ya da bir köşesinde hava tahmin raporu ya da dün akşam ki derbinin sonucu ya da Eurovizyonda kaçıncı olduğumuz ya da en son Olimpiyat madalayası almış sporcumuz ya da Bihter’in Yaprak Dökümünde vardiyalı oynayıp oynamayacağına dair RTÜK kararı...”
Tüm bunları diyebilirdim belki, ama daha söz bitmeden benim biteceğim ufukta göründüğünden vaz geçtim.
Şaka bir yana aklıma en yaygını geliyor; TV.
Önceleri kalkıp çevirerek, kimi zaman çatıdakine seslenerek ayarlanmış tek kanalın tuşuna basılırdı. Sonrasında “değiş Tekno” gelip tuşları kutuya koydu. Sonra aynı kutulardan tekno decoder, tekno sinema paketi, tekno anten, zaten cep telefon elde bir, belki iki. Hepsi için cepleri olan bir heybe, kaltuk koluna vuruluyor... asılıyor. Takiyesi Mahmut kanalı mı, yerli porno için diziler mi, hidayete ermek için cüppeliler mi, dansöz eskidendi, şimdileri şifreli öde-seyret kanalı mı, harmana kapılacağın maç, yemek, sen seç biz evlendirelim kanalları mı... liste uzayıp gidiyor. Hiç biri bir görme özürlünün anlayışla karşılayamacağı cinsten... sanal dediklerinden. Bir Usta, bu teknoloji hayranını “göbeğini kaşıyan adam” diye nitelendirmişti. Zaten sıra “göbeğimi kaşır mısın” teknolojisinde. Ama korkum o ki; kaşıyan teknoloji de gelecektir gelmesine ama, ya göbeğini teknolojiyle kaşıttıracak teknolojik adam da gelirse, aslı o zaman ne yapacak? ben de merak içindeyim.   

Sevgilerimle... 
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.