Düş Hekimi'nin imza gününde yazılmış karalamaların, 6 Mayıs 2007 de temize çekilmesi...
Bitmiş bir bayramın ertesinden neler hissedilir ki ?
Geçip gitmiş, ince kıyılmış bir yaşam diliminin dil üzerinde kalan tortusu olsa
gerek, her yutkunuşta tadı genizde mütebessim anıları kazıdığı.
İmza günleri, bayram ile bayramı kutlayanın ilişkisine dönüşür çoğu kez. Okur;
okuduğu o güçlü kelimeleri yanyana getiren, artık makamı belli bir tınıyla
ismini, soyadını birlikte dilinde etiketleştirdiği sihirbazla canlı, kanlı,
hatta elle tutulur somutlukta yakından tanışmanın heyecanının yanı sıra, gördüğü
o illüzyonu yaratırkenki el çabukluğu hilelerini, işin püf noktalarının sırrını
paylaşmak için, evden çıkmadan hazırladığı "yazdığınız o aşkı siz,
gerçekten yaşadınız mı?" gibisinden soruları akıl cebine sokuşturarak
gelir, saygıda kusur etmenin tedirginliğini yaşadığından bir başına oturduğu
masada, ardı ardına yalnızlığa düşmüş ben-i ademin karşısına.
Adeta gömleğinin göğüs cebine diktireceği bir amblemcesine sevdiği o yazarın
kitabını kasadan alması, okurun yedek soyunduğu maça ısınması için, saha
dışındaki atletizm kulvarları arasında abartılı hareketlerle koşuşturduğu bir
ek süredir; sayfaların duyulmayan söyleşilerle köşe yerde imzalanışlarına,
geriye dönük kaçamak bakışlarla kendi kendini galeyana getirecek bulunmaz
fırsatların yaratıldığı.
Kimi "ben gördüğünüz bu sihirbazın aslında çok yakınıyım" cüretiyle
teklifsiz yanındaki boş sandalyeye kurulur. Yaşı ilerlemiş olanlarsa daha sıra
kendisine gelmeden "sabahtan beri ayaktayım. Çatladı ayaklarım..."
diye imza kuyruğuna yüzünü döndürerek oturur ve ayakta bekleyen heyecanlı
kalabalığın herbirini saçının telinden ayakabısının burnuna kadar, bir yazıcıdan
görüntüsünü döktürebilecek taramada yüksek çözünürlükle inceler.
Sıra gelir Othello ile karşılaşan kuru kafa ilişkisine, "Olmak ya da
olmamak !". Ancak beklenen olmaz ve masanın samimi havası; "kim
takar, olsan da olur olmasan da..."ya dönüşür. Taze mürekkep kokulu kitap,
üzeri alınacak bütün kağıt para gibi uzatılır, bir şovalyenin kılıçla
kutsanmasındaki asaletle. Ya uzatan "Kime?" imzalanacağı sorusuna ya
da yazar ne yapacağı konusunda bir tereddüt yaşarken "Kim için?"
sorusunun "Kim kim için?" ile yanıtlanmasına düşülmemesi içten bile
değildir.
Aslında yazar cephesi öylesine ölesiye tuzaklara gebedir ki; en basit yapılacak
gaf, günde yirmi kez adıyla seslenilen ismi oluşturan harflerin birleşiminin,
ormanın koyu yeşilliğinde boğulmasıdır. Birinci satır kazasız belasız geçildiğinde
ilk "ohh" çekilir, tepesibaşına dikilmişin gölgesinin karşısında
duyulan mahcubiyeti, bilek güreşinde yenmenin gururuyla.
Sıra gelir "ne yazayım?"a. Bir kaç yöntem vardır. Nedense, en basiti
ve en geçerli olanı en son akla gelendir, "Sevgilerimle...". Ancak
boğuşmanın mazoşist kışkırtıcı duyguları onu, "Yav, bu kadar hukukumuz olan
birine, bu kadar basit bir cümle ile karşılık vermek reva mı?" ile
düşülür, bir gayya kuyusunun dibine. Cümleye başlanır, sonu gelmez, zamanı
tutmaz, "Siz" diye başlayan gizli özneler "Sen" diyerek
noktalanır, kelime atlanır,... en kötüsü de içten yeniden okunmasıdır. Zira bu
falsolar fark edildiğinde, asıl o zaman başlar şenlik, kelimelerin üzerini
çizmeden, karalamadan, çıkma yapmadan düzeltilmeye kalkışılması, bir boğanın önündeki
ineğe olan bakışlarını boşluğa çevirmeye uğraşan kan ter içinde kalmış
çiftçinin durumunu aratır. Bu sessizliği ayakta, yukarı aşağı sinirli çizgiler
çizen kalemin ucu ile öne düşmüş gergin, bir o kadar da uyuklayan
görüntüsündeki göz kapakları arasında gidip gelmekten tenis maçına dönüşmüş
bakışlarla, en çok da vakar içinde katlanılan sabırla, aradan haylice bir süre
geçer. Bu kaygılı durumu ele veren en belirgin bulgu ise, parmaklar arasında
hoplayıp zıplayan, genelde kağıda dokunmadan deprem tarayan sismografın kadran
iğnesi gibi yukarı aşağı hareket eden, sinirlenmiş kalem ucundan kolaylıkla
anlaşılabilir.
Okuyucu eğer bildik ise kendisinin dahi inanmaya cesaret edemediği güzel,
düşük, aksak cümlelerle bezenmiş tiradın, en çok da ne zaman ayak ucuna düşeceği
merak edilen noktanın, nihayete ermesi sabırla beklenir. Tanış olmanın yanlı
olmayı doğuracağı ön yargısı ise, inandırıcılık basıncını düşürür.
Ancak ilk kez karşılaşılmış bir sima ise, yazarın vicdani tarafsızlık ilkesinde
"Acaba ne diyecek?" beklentisi, iç kıpırtısıyla şişirilir de
şişirilir ve karşısındaki elinden kitabı alınmışın kendi için söyleyeceklerini
seslendirecek, mütebessim ağıza ha düşüldü ha düşülecek noktasında salgılanan
heyecan ve mutluluk hormonları rekordan rekora koşup durur, her ne kadar
beklentiler çoğu zaman tam bir hayal kırıklığına bürünse de.
Halbuki imza günleri bir yazar için kendini tartmak, tanımak, hesaplaşmak,
ayağını yorganına göre uzatmak ile yere basmak arasında karar vermek için çok
büyük bir gündür. Öncelikle yazdıklarını okuyanlar neyi algılamışlardır;
yazdığı mavi gökyüzüne niye kırmızı dememiştir, kuşlar güneye uçmakla bir
şeyleri mi kast etmişlerdir yoksa, yakışıklı adam karısı varken sevgilisine göz
kırpması ahlaka mugayyir midir?, avcının avladığı kuşları anlatması doğadaki
canlılara yaşam hakkı tanımamasının bir işareti midir?, bir kadının kocasını
bir kadınla ya da bir adam karısını bir erkekle aldatması reva mıdır?, dört eşe
izin veren dinlerde ikisinin erkek ikisinin kadının olması caiz midir?... gibi kastı
aşan tüm beklenmedik sorulara, iç çırpınışlarla ikna edici bir yanıt arayışı
içinde kovalar saatler saatleri.
Karşılama ve uğurlama bölümleri ise tam bir görsel şölendir. Ne kadar baştan
belirli bir olgunlukta durma azminin kararı içten alınmış olsa da, birinci
dakikada bozulurak; oturulur, kalkılır, tokalaşılır, öpüşülür, hatta kantarın
topuzu kaçırılarak yıllar sonra görülmüş bir mahalle arkadaşlarıyla sarmaş
dolaşa "abarttık mı acaba?" dedirtecek hale gelinir.
Çevre düzeni içinde her nikah, nişanda başrol kapma yarışını başarıyla beceren
ahbap, konuk çocuklarının ortamın edebi adabına uydurulma çabaları her
seferinde hüsrana dönüşüp "Ha ha hah... seni afacan çocuk seni..."
ile durum "neresinden kurtarılsa kârdır"a pupa yelken açar.
Dedim ya, imza günleri aynen bir bayramdır; acımış badem şekerli, taklit
çikolatalı, madlenli, yastıkaltı işlemeli mendilli, mantar tabancalı,
harçlıklı, el öpmeli, barışmalı, kırıştırmalı, saklambaç, seksek oynamalı,
bayram namazlı, lahana dolmalı, kabir ziyaretli, yorgunluktan ayak şişmeli,
balonlu, kimi zaman ıslanmış patlamayan maytaplı, çatapatlı...
Kısaca çok güzeldir imza günleri, misafir de olsanız, ev sahibi de... birlikten
topluluk, topluluktan birlik elde etmenin en kolay, en zengin, en coşkulu
görkeminin gönencidir.
Her birinin, her zaman kendi başına yazılacak bir süreçten doğma öyküsü,
kokusu, lezzeti yaşanır an be an. Bundandır; aslında imza günlerinin muhteşemi
de, madarası da hiç olmaz.
Gerçekte var olan ise İmza günleri hep güzeldir... hele anılarda...
Sevgilerimle,
ahb
5.5.2007
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.