Kitaplarım

2000
"Sanal Kalemin Gerçek Düşleri"
Düşler ile Gerçekler bir gün birlikte saklambaç oynasalardı, ne olurdu acaba ?
Düşlerin kaçı sobeler, Gerçeklerin kaçı ebelenirdi ?
Ebelenenler; kendi aralarında sayışsalardı, yeni ebe kim olurdu ?...

Bilinmez ki ...
                                                                                                  ahb
ÖNSÖZ                               
Öncelikle, elinizde tuttuğunuz kitap bir edebi eser değildir. Kaleme alınırken, ‘Elma’ ‘Alma’ tartışmalarına girmeksizin yazılmıştır. Gerek seçilen kelimeler gerekse kurulan cümleler sizlerin alışılagelmiş kalıplarınız dışında olabilir. Kuralların gereklerini yerine getirmekten çok sıradan karşılaştığınız, karşılaşamadığınız insanlara, tek bir kareden bakmayıp, filmi gerek başa gerekse sona sarmayı hedeflemektedir. Sizlere olmadık gelen her kelime, her cümle size ulaşamasa da bir amaç için bir araya getirilmiştir. Benzetimler, sizlere ilgisiz şeyler çağrıştırsa da bu yaşıma kadar soluk aldığım yerlerin birinde bu deyişler hala kullanılmaktadır. Sıklıkla, kelime ya da cümle tekrarlarıyla karşılaşacaksınız. Bu ise konunun vurgulanması açısından ilgili yerde kullanılması önemli görülmüştür. Cümlelerin uzun, düşük ve izlenmesinin zor olduğunu, hatta ortasında bir kahve molası verebileceğinizi biliyorum. Bunun nedeni ise ben böyle konuşuyorum ve konuştuğum gibi yazmaya çalışıyorum. Bütün suç, yazmamda değil konuşmamda. Çünkü ben bir ‘nokta’ özürlüyüm.

Anlatım, sizlere zaman zaman ağdalı gelse de ciğerlerinizi daha fazla nefessiz bırakmamak için en yalın ifadeler seçilmiştir. Karşılaştığınız ilginçliklerin büyük bölümü gerçektir, nadiren de olsa mutlaka birileri tarafından bir yerlerde yaşanmıştır. Yaşamın yanaşamadığımız sarp yamaçlarına eleştirel bakışlar yoktur, kendi koşulları içinde yanlışların da doğru olabilme olasılığını taşıdığı için. Tıpkı bakkala ekmek almaya giden çocuğun, top oyununa daldığı için elindeki pazar filesiyle annesi tarafından dövüldüğünde, o an yaşadığı nefret duygusunu açıkça söyleyememesi gibi. Vurgulanmak istenen ise çocuğun düşündüklerinden çok çarşı filesiyle dövülen çocuğun çıplak bacaklarının çok acıdığıdır. Sizlere uygun gelmeyen cümlelerde içsel tartışmanızı kendi sürükleyeceğiniz yönlere kaydırmadan, eleştirmeden okumayı sürdürün. Belki de sizin yaşamınızda da ayağınızın takıldığı taşa birazdan sıra gelecektir. Çünkü; sizlere komik, çocuksu, aptalca gelen bölümlerin hitap ettiği birileri mutlaka olacaktır, tıpkı size anlamlı gelen bölümlerin, onlara anlamsız gelmesi gibi. Üstelik sizin görüşünüzün aksini düşünenlerin belki de yıllardır yanı başınızda olduklarının ya da uzağınızdakilerle aynı fikri paylaştığınızın farkına varma fırsatını da yakalayacaksınız.

Özünde; hiç kimseye doğruyu ya da doğru yolu göstermek gibi bir kaygı taşımamaktadır. Çünkü; hiçbir karakter tam anlamıyla doğruyu temsil etmemektedir, yanlışları etmedikleri gibi. Herkes kendi doğrusunu, kendi içinde, kendisi yarattığı varsayılmıştır. Hatta, bundan sonra da bir çoğu, kendi doğrularına yarın yanlış deyip şu andaki doğrularını yeni doğrularıyla değiştirecektir. Okuyacaklarınızın kabuğu olduğu gibi bir düş ürünüdür, içeriğinin gerçekliği kadar.

Sonuç; bu kitapta her insanın bir yumuşak karna sahip olduğu anlatılmak istenmektedir, ama neresinde olduğunu keşfetmek okuyucuların kendilerine düşmektedir.

a.h.b.

İçindekiler:
- Gurbee
- İtleme
- Kıldan Hikaye
- Beyaz Atlı Şimdi Geçti Buradan
- Kalp-azan
- Ölmüşlüğün Ölümü
- Ayı-laşma
- Yaşanmamış Düşler
- Boş-andım Kurtuldum
- Tatiliniz Zıkkım Olsun
- Boşta Gezmez
- Eski Bir Küçük Delik

2004-Piramit Yayıncılık      
"Fesleğenin Kokusunu Okşamak"

ÖNSÖZ
Kitabın adı “Fesleğen Kokusunu Okşamak”. Yazarı mı?…Yazarı değil ama yazanıyım… Yani, bu kitabın yazarı yok, yalnızca yazanı var. ‘r’ ile ‘n’ nin farkını sorarsanız; yazarlık, başkalarının bilmediklerini bilmek ister, kalıp ister, üslup ister, çizgi ister… daha neler ister neler. ‘r’ olabilmek haddim değil. Daha doğrusu, yazandan yazar olabilmek ‘n’ den ‘r’ ye doğru gitmek kadar kolay ve kısa olmadığını biliyorum. ‘n’ nin köşesinden kimseye göstermeden tırnak ucuyla hafifçe kazıyarak ‘r’ olunamadığı gibi hem kendi kendisine hem de birilerinin ‘r’ demesiyle ‘r’ olunamıyor. Yazarlar, yazdıklarıyla bilinmeyenleri öğretiyorlar, ellerinden geldiği kadarıyla. Benimkisi, daha evvel yazarların öğrettikleri, hali hazırdaki bilinenlerden yeni bir birleşim elde edebilmenin yolunu birlikte arama olsa gerek. Yani, bilinenleri sıkıcı da olsa söz ya da sözcüklerinin yerlerini değiştirerek yinelemek. Para bittiğindeki pişirilen borç çorbası gibi aşure gibi, elde ne varsa, sağa sola çarpa çarpa belki, bodoslama belki, belki de karakucak.

Bilgi dağarcığının doğru ya da yanlış, ağzına kadar dolu ya da tam takır boş olması da önemli değil. Zira, “gerçek doğru…” dendiğinde o an bahçenin dışına atıyorum kendimi. Oysa bildiğimiz nice yanlışlar var karı koca haline geldiğimiz, üzerinde bir an olsun düşünmediğimizden doğru sandığımız, tabii ki tersi de tartışmasız geçerli olan. Düşünme tembelliğimizden olsa gerek, gözü kapalı başkalarının doğru sandıklarıyla idare ederiz hep. Meşhur “Amerika’daki bir uzman demişki…” lerle başlayan tiratlar sayesinde, bir anda daha ispatlanmamış teoremler, birer hipotez haline dönüşür yaşamımızın akışı içinde. Gerçekte olmayan uzmanlar, olmayan bir bilenler birileri tarafından bizi, yaşamımızı, toplumu gerektiğinde kötülüğün zirvesine yerleşmiş gibi gösteren tehlikeli oyuncaklar oluverirler. Eğer küçük bir çocuğu, annesi maruldan pişirilmiş kapuska yedirmeye alıştırırsa, çocuk erginleştiğinde kanının son damlasına kadar yemeğin maruldan yapıldığını savunacaktır. Ama kimbilir, belki de marulla yapılanı lahanayla yapılanına göre daha lezzetli oluyordur da bizlerin haberi yoktur. Ama ne lahanacılar ne de marulcular aksini dahi düşünmek istemezler, yeniliklere karşı duydukları tedirginlikten. İşte ben tam bu noktada durabilmenin acemi ip cambazı gayreti içindeyim, kah palyaço yalanlarla, kah piton gerçeklerle, “maruldan ya da başka bir benzer sebzeden kapuska olur mu?”nun cesaretini toplamaya çabalayarak. Belki de olur olmasına da yiyen olur mu, onu bilemem ? Kimbilir bakarsınız taraftarı daha fazla bile olabilir. Hoş, lahanalısını bile ancak meraklıları ya da askerlerden başkası da yemez ya. Özü; başı sonu olmayan kesitlerin içini tıka basa hayalle dolduruyorum, gün gelir göl mayalanabilir diye. Koluna iğne batırıldığında küfredip duyduğu acıdan bağıran çağıran, duvarına astığı resimdeki hiç tanımadığı baygın gözlü kıza aşık olan, tuttuğu takım kazanınca o gün işten atıldığını bile aklına getirmeyen, ‘erkekler ağlamaz’ şarkısıyla bütün gece gözyaşı pınarlarını dibine kadar boşaltan, kürk manto alan komşunun karısını kıskanır gibi gözüküp, gerçekte komşu kocaya imrenen, cüzdanındakilerden daha fazla parası olduğunu bildiği cami avlusundaki dilenciye bile bile sadaka veren, zamparalıktan döndüğü gece evde karısını ev sahibinin koynunda basan yüzlerce hayal dolaşıyor satır aralarında, benim düşüncelerimi söylemek zorunda kalmayan, devlet hukukuna, aile hukukuna, ceza hukukuna, örflere, ananelere, destanlara, ters düşmekten gocunmayan. Bir çoğuyla ben de çatışma içindeyim ama ne var ki ‘orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de…’ misali her ortamda birlikte yaşıyoruz, baktığımız aynı gökyüzündeki aynı havayı solurken. İşte bu içi boş aykırılıkların, hayali çatışmaların, ters duruşların, vuruşların, salvoların cümbüşü içinde yakınlaşma harcının ancak sevgi olabileceği inancıyla, ağaçtan üretildiğini bildiğim o canım beyaz sayfaları kirletip duruyorum, kağıtlara ne kadar layık olduğumu bilemeden. Ozanın dediği gibi “Her şey bir insanı sevmekle başlayacak…”.

9.7.2002-A.H.Başaklar

İçindekiler:
- Bir Gün Mutlaka
- Sün-net
- Benim Memurem
- Yamaca Tünemiş Ev
- Medya-baz
- Sen Hiç, Bir Kontese Aşık Oldun mu ?
- Taş-lama
- Kar-tanesi, Kes-tanesi
- Pandora

2005-Zemin Yayıncılık                                          "Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı- SARI"
Başlarken
Adını, Myndos kıyılarında yaşayan bir sokaktan alan bu sepette; yıllarca kör karanlığın orta yerinde, çay bardağındaki beyazlanmış rakıyı yudumlayarak iki yana sallanan köhne bir sandaldan iğneyle tek tek tutulmuş, sayfalarına yine iğneyle tek tek tutturulmuş, ne buz ne de buzhane görmüş balıklarla göz göze değil ama söz söze kalacaksınız. Bana sorarsanız hala canlılar, hatta kıpır kıpırlar inadına, onca darlığa aldırmadan sıkıştıkları sayfa aralarından kuyruk savurtuşlarına bakılırsa. Ancak; şaşı mı görüyorum balıkların sayısını ikiye katlayarak, yoksa şaşı mı görünüyorum gördüklerim gerçekten tek olsa da çift sayarak. Gözbebeklerim mi birbirlerine racon kesercesine yakın, yoksa başkalarının ki mi fer fecir okuduğundan ayrık,… Aldırmıyorum bile, her gün tuttuklarımın sefasını, kucağına yatırdığı taze balığı sarmalayan bir defne yaprağının edasıyla sürdürürken. Akşamları ya da sabahları ya da bahar öncesi ya da yaz ortası, kah soframa konuk olmuş dumanı üstünde, limondan mayışmış rokası altında, kırmızı baş soğanı yanında, kah denizin turkuazına sürtünerek pullarını parlatan balıkların hoşluğundan keyf almak yeterli geliyor kimi zaman, elimin erdiği uzaklıkta kalabilmelerinden. Onca yıl korkmadan, yılmadan, bozulmadan, buruşmadan, çürümeden, kokmadan sabırla bekleştiler halbuki, üstelik üşüyen yüzgeçlerini ısınmak için “pat pat” diye suya bile vurmadan. Dolu dizgin geçen günlerde, kovaya düşen her bir yeni gelen kısmeti de kendilerinden saydılar, “üstümüze getirilmiş kuma” demeksizin. Ve bir Salı gecesi söylenenler dinlenirken, gün gelip de vasiyet olacağı hiç düşünülemedi bile; “Elmalar kızarıp olgunlaştığında, dallarında daha fazla bekletilmeden toplanmalı, yoksa ziyan olup giderler” sözleri biraz sıkılgan, biraz utangaç, biraz da kararsızlık içinde buruk anılar arasında saf tutarken.

Gün geçtikçe sinek oltayla tutulmuş sağa sola saçılmışlardan küçük küçük balık sürüleri oluşuyordu kasalar dolusu, yalnızca okunabilen. Aklımın bir köşesindeki sayfalara yaslanmış bazen sarhoş, bazen ayyaş bazen de hafif meşrep balık istifleri görülebilirse eğer, aynı anda birlikte ‘hamsi’ diyebilmek ne benim doğruluğumun, ne de istavrit’e uskumru denmesi benim yanılgımın göstergesi olacaktır. Şaşı kedi gözümden, çipura’nın da gönlümde özel bir yerinin olmaması, onu sadece bir balık olarak yaşatacaktır kendi özgür sualtı dünyasında, sonsuza dek üstüne sinmiş çipura özelliklerini pullarında taşıya taşıya.

İşte bundandır ki, hiçbirinin adı sanı olmadı bu güne kadar; en tepesinde yeni tahta çıkmış genç Sultan edasında böbürlenerek, koyu koyu bir başlığı dahi olmaksızın bağdaş kurup oturan. Yalnızca tortusuyla yetinilmiş sübye misali bir kaç kelime, o da tırnak arası dibine düşürülmüş… bir de… gerçek tutuluş tarihleri…

Kimi göze batan tarihler, etken olmuştur o balığın kovadakilerle birlikte kader mahkumluğuna; kimi yaşananlar o tarihte olduğundan, kimi de o tarihte yaşandığından. Kimi zaman Sazanlar süzülüp geçecektir peşi sıra önünüzden üzerinde Kum balığı yazılmış, ya da kimi Kum balıkları, Sazanlaşmış.

Takvim sırasında sıralamak; her insan gibi benim de her günümün başka bir balık sürüsü peşinde koşarak geçirdiğimin yazılı kanıtı olsa gerek. Yani; her gün oltama büyük balık vurmasa da, yakaladıklarımın büyüklüğüne kendim karar vermişim hep, hangi uzunluk ölçü birimini kullandığım bile belli olmaksızın. Kısacası; boyutların gerçek uzunluklarla olan ilişkisi açıkça sezilebilir okunurken, hoşgörüyle yaşanmış günlerin kıyısından ne kadar yakınlaşıp ne kadar uzaklaşıldığına bakılmaksızın. Tıpkı; bahçeli duvarları begonvilli, avlularındaki masaları fesleğenli, farklıcalıklarını içlerinde oturanların yaşantılarının belirlediği, hepsinin yüzü karşılıklı birbirine dönmüş hanım hanımcık görüntülerinin aldatmacasında sağlı sollu evlerin balık sepetine istiflenircesine sıralandığı şu sokak gibi.

Önemli olanın, tutulan balık olduğu açıkça gözükmektedir artık; avcının kedi, yetmezmişcesine bir de kedinin şaşı olmasının vurdum duymaz umursamazlığında.

Ama yine de belli olmaz, kurulduğunuz sandalda, parmak ucunuzun sayfa çevirişleriyle yol alacağınız bu serüvenin sonu, belki de sizin için bir ziyafete dönüşecektir, balığını kendi tutmuş şaşı bir kedinin kıvamında…kim bilir ?


Ahmet Haluk BAŞAKLAR
Eylül-2004


2005-Zemin Yayıncılık                                           "Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı- MAVİ"
Biz
(“ben”lerin dünyasında)

Biz aynı torpilli kuşağın çocuklarıyız.

Biz ilk aya gidenleriz;
unutulmaz şarkıları çıktığı anda dinleyen,
yandaki mahalleyi boş arsada 7-1 yenenleriz.

Biz tiyatroyu radyoda dinleyenleriz.

Televizyonu komşuda izleyen,
perdedeki yıldızları, yıldızların altında seyredenleriz.

Laklakla bilekleri,
aşıyla kolu şisenleriz.

Tren camından sarkan,
bir fincan kahveyle mutlu olan,
bomboş güney sahillerine
cep delik, cepken delik gidenleriz.

Biz bayramlarda el öpen,
bir blucinle dünyaları fethedenleriz.

Olimpiyatı da, Dünya Kupası’nı da,
Eurovizyon’u da en iyi bilenleriz.

Asya’yı Avrupa’yla birleştiren,
yerli malı tercih edenleriz.

Biz sevenler, sevilenleriz;

andımızı ezbere bilen,
ülkemizi canımızdan önde görenleriz

ve yeniden dünyaya gelsek,
yine aynı yıllarda doğmak isteyenleriz...

düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com/

“Söyleyecek sözü çok” Ahmet Haluk Başaklar’ın “Mavi” kitabının sözlerinin önüne;
sevgilerimle...

2005-Zemin Yayıncılık                              "Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı-                  KIRMIZI" 
ÖNSÖZ
"KIRMIZI İÇİN" 

Düşünebilmek, düşündüklerini yazıya aktarabilmek ve bunları toparlayıp bir eser yaratabilmek, çoğumuzun zamanını hoyratça boşa harcadığı, TV kanallarına entegre bir yaşam düzeninde büyük bir erdem.                         
 
Ahmet Haluk Başaklar'ın KIRMIZI'daki anlatımlarında özgün bir şiirselliğin yanı sıra geçmiş yıllara ve anılarımıza uzanan derinlikler var. Bu derinliklerde unuttuğumuz olayları, renkleri, kokuları, şekilleri, hatta özlediğimiz kelimeleri bulmak mümkün.

Çatırdayan büyük şehirlerin, şehirleşen kasabaların değişmekte olan tatsız yaşamında bazı güzelliklerin artık sadece geçmişte mi kaldıklarını sorgulamak bile yetiyor KIRMIZI'nın satırlarında.

Ve Ahmet Haluk Başaklar'ın zaman zaman kendisiyle hesaplaştığı o satırlarda, biz de kendimizle hesaplaşıyoruz.

Durul GENCE
26 Ekim 2005-Ankara