29 Aralık 2009 Salı

Eski bir gazete; 25 Ocak 1970

2009 ilkbaharında Hürriyet Ankara'dan duyurulan "Genç Nota Liselerarası Müzik Yarışması"nı Sevgili Yaşar Sökmensüer bizlere duyurduktan sonra, kendi dönemime dair bir "Müzik Yarışması"ndan konu açılınca neler akla getirildiğine, bana çağrıştırdığı anıları da ekleyerek bir yazı yazmıştım. Usta, bugün 2010 için aynı duyguları köşesinden yayınladığında, hazırlıksızlığıma suçüstü yakalanmanın kaygısından bir parça sıyrılabilmek amacıyla o tarihte "Final"e bir kaç gün kala yazdığım o yazıyı yeniden tedavüle arz ediyorum.
Yarası henüz kabuklanmamış bir yarışma koşturmacasının üzerinden yağmur iki kere bile yağmamışken, ustanın satırlarında ne diyerek ne demek istediğinin bilincini, atladıklarımı da yerden eğilip toplayarak, yazılmış hatta okunmuş bir yazıyı yeniden okunması için sunmamdaki zaruret hafifletici bir gerekçe olarak görülebilir.  
O haftanın 2 numarasındaki şarkı

30 nisan 2009 tarihli yazısında Hürriyet-Ankara yazarı Sevgili Yaşar Sökmensüer, sabahın köründe bir kör kurşunla kapandığını sandığım kabuk bağlamış yaramı kanattığında bir karşı yazıyla uyardım: “Söz, söz sana, bir zamanların Milliyet gazetesinin düzenlediği Liseler arası Hafif Batı Müziği Yarışması günlerini yazmazsam ne olayım” diye. O da: “Yaz da görelim” demesin mi ? “El mi yaman bey mi” niyetiyle “ya Settar” diyerek, refikamın uykudaki mahmur saatlerinde elbise dolabını iç dış etmem bir oldu. Diplere itilmiş okul çantalarının birinin içinde bulduğum altın kıymetindeki iki sayfalık 25 Ocak 1970 tarihli Milliyet gazetesinin, Bedri Koraman'lı, Burhan Felek'li haftasonu ekiyle tam boyuma öndelik sağlayan sandalyeden düşmeden inmenin yolunu arıyordum ki, bağrıma bastığım gazeteyle birlikte uygunsuz bir biçimde suçüstü yakalandım.

“O ne ?”
“Hiiiç !”
“Neymiş o hiç ?”
“Hımm, gazete...”
“Eski gazete, pehh... evimiz sanki 400 metre kare, beyim de günü geçmiş gazetelerine yer arıyor. Tabii sığamayız şekerim, tabii ki...”
“Resmim çıkmış bir gazete...”
“Ne olarak ?”
“Liseler arası müzik yarışması...”
“Sahneye çıktığını hiç söylememiştin bu güne kadar.”
“Sahnede değil... tribünde...”
“Geçelim bu faslı... iyisi mi, sen ortalığı fazla dağıtmamaya bak. Benim de eski gücüm yok, arkandan döküntülerini toplayacak hele hele, hiç halim yok...”

Gerçekte böyle olmasa da ana fikrin bu mealde dolaştığı emekli muhabbetinin sonunda, yıllar öncesini ellerimin arasına sıkıştırmıştım bir kere. Sıra gelmişti resmin altına yazacaklarıma. İlk yediğim şamar; dün gibi duran günlerin aslında dünden haylice uzak olduklarını, belleğimin murat 124 ün Kargasekmez’i çıkarken zorlanan egzosunun sesine öykünürcesine, “Iıııı” diyerek düşünmemden anladım.

Iıııı”... Ne kadar da unuttuğum isim, mekan, tarih varmış meğer, beyin loblarımın kırışıklıklarının arasına sıkışıp kalan. Ara sıra rüşvet de versem benden daha inatçı çıktı çoğu zaman. Bu nedenle; rastgelinecek tüm yanlışlıklar, buruşuk beynimin bana vermemekte direnmesinden öte değildir, bilesiniz.

Önce; resimdeki ön sırada oturan gözlüklünün yanında “hopss n’oluyor hemşerim” diye başını yan çevirmişin ben olduğumu belirteyim, diğer yanımdaki gözlüksüz de sevgili çocuk böbrek sakatatçısı sevgili biladerim.

O yıllarda bu yarışma haylice önemliydi, öyle ki; beni ilk o konserlere erinmeden arkadaşlarının arasına katıp götüren sevgili biladerim, kendisi tababet okuyan bir üniversite öğrencisiydi. Yani; üniversite ya da mezunlarının rağbet ettiği bir etkinlikti. Oraya bağırıp çağırmaya gelenler, okul eteğini belinde toplayıp, kemerine sıkıştırarak mini etek yapan ya da güldüğünde gıcırtısını alsın diye boşuna kapılara yağ damlatılan, ergenliğe ayak basmış bluğ gençler yerine, birincinin liyakatini ön sırada tutan, dürüstçe “bizim lise döküldü” demekten gocunmayan, böğürmekten çok dinlemekten haz alan masal kahramanlarıydı, trıbünleri hınca hınç dolduranlar. Kısaca; “çarşı” delikanlılığı yerini Anayasa Mahkemesince gözü açılmış da olsa bizce gözü bağlı Themis’e olan sadakatle vicdanlarında dem tutturanlardı. Katılan liselerin sayısı oldukça fazla olması, her liseyi üstün körü geçiştirmemek için ön elemeler yapılır ve final gecesi foto finişteki burun farkları konuşulurdu. Her lise üç parçayla yarışırdı; birincisi güncel, bilinen yerli ya da yabancı bir şarkı, ikincisi bir düzenleme (genelde anadolu ezgilerinden), üçüncüsü ise o grubun bir bestesi olurdu. O yıllarda sahne kostüm ilişkisi Zeki Müren ile birlikte yeni keşfedildiği için, genelde şaşkınlık verecek çarpıcı giysiler topluluğun en büyük gizli silahıydı. Yanlış hatırlamıyorsam, bir yıl Tarsus Amerikan Koleji kefenle çıkmıştı sahneye ve söyledikleri şarkılar da aynı renkteydi, şimdi “adı neydi?” diye hatırlayamasam da. Atatürk Spor Salonu’nun tribünlerinin betonlarının griliğinin gözükmemesine inat parke salonda, ince uzun bir masadaki jüri üyelerinden başka kimse bulunmazdı, dolanmazdı.

Sonraki yıllarda müzik hakkında çok şey öğrenip de genç yaşta yitirdiğim, Rahmetle andığım çocukluk arkadaşım Erkut ONUR’un, İstanbul’un nadide Harley Davidson’cusu Taner ÇELİK’in de içinde yer aldığı Ankara Koleji Orkestrası’nın, babamın kurmalı 8 mm lik kamerasından 4,5 dakikalık filmlerini çekmek de bana düşmüştü o yıl. Sahne altında bir Milliyet gazetesinin fotografçısı, bir de ben. Polislerden salona giriş için izin isterken bile, basın kartı olmaksızın inandırmamın, bir lisenin repertuarını tamamlamasıyla aynı sürede gerçekleşmişti. Bunu tahmin ettiğimden, sıradaki iki lise öncesi başlamıştım pazarlığa. Koskoca salonda; sahne ve sahnedekiler, ses teknisyenleri, jüri masası ve jüri üyeleri, fotografçı ve BEN. O yaştaki sükseyi ne kadar anlatsam bir daha yaşayabileceğimi sanmam. İki dizimin üzerinde, 1,5 m yüksekliğindeki sahneyi alttan çekiyorum. Çekim bitip de yerime döndüğümde en az müzisyenler kadar popüler olmuştum. Yanlız; o gün canlı canlı yaşanan bu güzelliğin, grup üyelerinden ancak bazılarının bildiği bir acı gerçeğe dönüşmesine üzülmemek elde değil. Kullandığım kameranın vizörü, objektif içine gömülü olmadığından, objektif kapağının kapalı olduğunu 3.dakikada şans eseri anlamıştım. Geriye ise 1,5 dakikalık bir çekimdi anılara kalan.

Bu araya bir not... bence bir tarih düşmeliyim. O dönemlerde 8 mm filmlerin banyosu, film ambalajının içinden katlanmış olarak çıkan sarı-turuncu bir zarf içine konur, gideceği adres üzerinde hazır olduğundan, yalnızca dönüş adresi yazılıp postalanırdı. Yaklaşık 3-4 hafta sonra postacının elinden alınırdı. İşte bu nedenle küçük makaranın dönüşü haylice hazin olmuştu. Zira; böyle bir kamerası olanların evinde bir de bunun oynatıcısı olurdu. Soba sıcaklığında ısı veren lambalarını soğutmak için, rotatif gürültüsünde çalışan soğutucuları eşliğinde, oynatılacak filmden daha uzun sürede hazırlık yapılan adeta kulplu bir çantaydı. İleri geri oynatılır, gelişkinliğine göre hızlandırılır ya da yavaşlatılır ya da görüntü dondurulurdu. Bu makine sayesinde öyle çok Lorel Hardy, Şarlo, Miki Mause filmleri seyretmiştik ki; daha sonraları siyah beyaz televizyonlarda oynatılmaya başlatıldığında, görmediğimiz hiçbir bölümünün kalmamış olduğuna hayret ederek şahit olmuştuk. Genelde Cumartesi akşamları, paralar katıştırılır, İzmir Caddesinin AST’a dönmeden bir evvelki köşesindeki REFO'dan film kiralanırdı. Aynı zamanda film ve fotograf üzerine de tüm ürünleri satar, tamirini yapardı. Daha sonraları siyah beyaz agrandizman ile uğraşımızda bize haylice kılavuzluk etmişti. Kısaca çocukluğumuzun harçlık bankası olmuştu. Ve bütün bunları; çocukluğumdan evliliğime kadar bana yoldaşlık yapmış Serdar Bilgin sayesinde olması ya da kanıma bulaştırmasından ötürü kendisine şükran borcum olduğunu söylemeden geçmek haksızlık olur sanırım. Sonraki yıllarda, projektörün ışığından objektifin neler gördüğünü anlatmanın şu an ne yeri ne zamanıdır diye düşünüyorum. Dönersem yurtdışı pulu yapışmış sarı kesekağıdındaki film makarasına, siyahlığı seyretmek, kendi kendime çok küfür etmeme neden olmuştu. Tek tesellimiz ise, sonundaki 1,5 dakikalık görüntüyü en yavaş konumda oynatarak aynı sürece erişmenin enayiliğiyle avunmamızdı.

O yıllar için kendimi kameradan daha şanslı görmemin nedeni, objektifin kapağı gibi bu olaydan sonra gözlerimi kapalı unutmayışımdır. Ve yerim müsait olmadığı için o gazetinin sayfasında yer alıp da sizin göremediklerinizi yazıyorum, sırf bilgi olsun diye.

Bir satır;
Arkadaşımız Mehmet Ali Birand’ın sunduğu ve tatlı esprileri ile süslediği Samsun elemelerini Samsun Kapalı Spor Salonu’nda tam 2000 kişi izledi...”

Diğer bir satır; Samsun elemelerine katılan Çorum Lisesi’nin parçaları:
1.Walk out (enstrumantal) 2. A whiter shade of pale 3.Gül tarlası (düzenleme)”

Bir diğer satır:
İki devre arasında Samsun’lu müzikseverler Türk halk türkülerini modernize eden Ankaralı grup Modern Folk Üçlüsü’nü bağırlarına bastı...”

Ankara jürisi:
Şerif Yüzbaşıoğlu (orkestra şefi), Bülent Varol (TV eğlence yayınları şefi), Uğur Başar (Müzisyen), Salim Ağırbaş (Müzisyen), Şenay (Şantöz), Orhan Sağcı (Disk-Jokey), Erol Büyükburç (Şantör), Atilla Özdemiroğlu (Müzisyen), Erol Pekcan (Orkestra şefi), Selçuk Başar (müzisyen), Doğan Şener (Milliyet gazetesi müzik yazarı)

Garip bir satır:
Ankara Koleji
“Çaldıkları parçalar: (Parçaların adlarını jüriye vermekten ve halka açıklamaktan kaçınmışlardır.)”

Görünene göre Ankara’da 9, Samsun’da 7 lise, Bursa’da 9 lise, İstanbul’da 17+16=33 lise yarışmış.

En son satırda bir not var:
(Adana, İzmir, Bursa yarışmasının fotografları ve tafsilatı haftaya)

Ben de aynı sayfada yer alan haftanın ilk yirmi şarkısı, oyları, en sevilen yerli yabancı şarkıcı, yerli yabancı topluluklarını, dikkat çeken melodileri, yeni çıkanları bir başka yazıma bırakıyorum.
Yazının ilk satırlarına dönüp diyorum ki; Sökmensüer’in bir kaç gündür bahsettiği “gençleri dinlemeye gitmek” onlara destek olmak anlamından çok, onların bizi destekleyerek; yaşımızı 20 lik yapmaya, aklaşan kıllarımızı karartmaya, çatılmış kaşlarımızın arasındaki paralel kırışıklığı botokssuz yok etmeye yetecek gözükmekte. Hımbıllığımızı yüzümüze vurduğu için Yaşar Sökmensüer’e teşekkür etmeyip de ne etmeli...

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Düş-ü nen



Şu yuvarlak kalçalı dünyada
Ne varsa güzellikten yana
Sanma,
Uykudayken gökten zembille indi kucağımıza.

Bazen, bir gülücüktü açmamış dalındaki goncasında,
Bazen de bir tekerleğin sıçrattığı killi çamurdu Paçamızda;
Pişirilince fırında
Rodin’in oturup düşünen adamı oluşunda.

Taş düşünürse,
‘İnsan haydi haydi…’ varsayımında,
Belki de bir kez düşünmek yetecekti
Aksiliklerinden yakasını bir türlü kurtaramayan
Şansızlıklara. 

ahmet haluk başaklar

16.12.2003
“çekiliyor bunlar çekiliyor…
Yılbaşı geliyor…” 

"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Kırmızı" 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.

21 Aralık 2009 Pazartesi

gibi

Üç gün arayla annemin yanına gittiklerinden, bana 60 yılının henüz başlamadığı bir kış gecesi; cümbüşün tellerinden, onların seslerinden, rakınının beyaz buğusu kaplamış çıra kokusu saçan sobalı bir odada bu şarkıyı ilk kez dinlediğim o anı kaldı aklımda, ikisini yanyana pembe badanalı bir duvarın önünde otururlarken en eskisinden hatırladığım.
Bu nedenle, bana da zaruretten bir kez daha aşağıdaki satırlarla onlara güle güle demek düştü... Yolları açık olsun... 

"Haa, Anneme yolladığım selamımı söylemeyi unutmazsınız, di mi ?..."
Sefere yeni çıkan Dayılarıma... Hasretle, Hüzünle, Sevgiyle...

Hani yaz güneşi altında
Birden yanağa rüzgarın değmesi gibi,
Sonra akşam yorgunluğunda kestirilirken
Aniden sıçrayıp uyanmak gibi,

Hani ağustos böceklerinin beklenmedik anda
Hep birlikte susmaları
Ve yeniden
Hep birlikte cırlamayı sürdürmeleri gibi,

Hani masmavi gökyüzünde
Gözle görülmeyen buluttan
Üç damla yağmurun başa düşmesi gibi,

Hani kalabalığın ulu orta yerinde yaşanan komikliği
Tek başına fark edip
Üstelik yetmezmişcesine
Bir de kendini tutamayıp
Dolgun ve diri bir kahkahayı patlatma cesareti gibi,

Hani yanlış çalınmış bir kapı zili,
Yanlış aranmış bir telefon görüşmesi sonrasında
“Keşke doğru olsaydı” denilmişliğin pişmanlığı gibi,

Peşrevsiz, hazırlıksız üzülmenin
Umarsızlığında yakalayıverir
Birden bire duyulan
O en çok sevdiklerinin
Bir daha hiç geri gelmeyecek gidişleri.

O an canın yandığı sanılır,
Öyle ki;
Ovuşturulunca, öpülünce geçecekmiş gibi.

Bir teknenin iskeleye kıçtan yanaşırken
Suya demir atması gibi,
Mehtabın bulutun arkasından çıkması gibi,
Rüzgarın bir an durup
Tentelerin çırpınmasına ara vermesi gibi,
Ismarlanmış bir bardak demli çayın
Tevekkül içinde önüne konması gibi,
Tepelerden yuvarlanan taşın
Yamacın orta yerinde durması gibi,
Yanan bir sigaranın ateşini
Kayalara çarpan dalgalardan sıçrayan
Su damlasının söndürmesi gibi,
Bir kitabın,
Son sayfasının son cümlesini de okuduktan sonra
Gözlerin uzaklara dalıp
Elin arka kapağa abanmış yemin eder gibi
Durup yaşamı bir düşünebilmeli.

Yaşayan her görüntü,
Yaşanan her duygu
Önce bir duvara çarpmalı
Sonra yağmalı zerreler beynin kıvrımlarına…
Buharlaşmadan.

Kaldığın yerden devam edebilmeli
Adeta hiçbir şey olmamışlığın aldırmazlığında.
İçinde yeniden bir bir birleşmeli
Bir bulmacanın parçaları gibi.

Beyindekiler kelimelere,
Kelimeler görüntülere dönüşmeli
Yaşamın bağında yetiştirdiğin her düşünce
Bir kav olmalı beynin loş mahzenlerinin
Ilık ve kırmızı deminde…

ahmet haluk başaklar

8/15.8.2003-Bodrum
“Uğurlamanın zorluğu”

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Mavi”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Ömür mü, Yaşam mı ?

Sevgili Usta, Savaş Dinçel'i kaybedeli 2 yıl olmuş. Nasılsa, ülkede üzerinden yüzyıllar da geçse yazılanlar değerini yitirmediğinden, onu yitirdiğimiz günlerde yazdığım yazıyı yeniden paylaşıyorum.

"İyinin biri"ni daha yitirdik, kayıp gitti göz retinamızdan, halbuki henüz yaşarmaya hazır bile değildi.

"İyilerin erken gittiğine" dair hurafeye olan inancım hala inatla direncini korumakta, her ne kadar dilimde "önce bilim" olsa da, gözlemlerimi okuduklarımla bir türlü birlikte aynı kulvarda koşturamıyorum. Hani beceriksizlik de diyebilirsiniz.

Ozanın söylediği gibi "kimler geçmedi ki bu köprünün altından...".

Yeni bir ortayaş üstü nesil oluştu, bir saat de olsa daha uzun yaşayabilmek için olmadık maymunluğu yapabilen. Sabah sporu, öğlen jimnastiği, akşam antrenmanı,... en sağlıklı yağsız, tuzsuz yiyecekleri, onun otu, bunun kökü, hangisinden sonra hangisinin yeneceği, tütün, alkol mü ?... haşaa.

Aslı hastane personeli olup da zengin caddelerinde, bir başına kirası ile Monte Carlo'da tatil yapılacak mekanlarda, menajerleri, onların ayarladığı haylice yoğun, kimi kadrolu TV bilirkişi konukluğu,... her ne kadar bir zamanlar biz onlara sadece "Diyetisyen" demişsek de. Anlaşılan o ki; bu taze sektör, kozmetik sanayinin alt basamağına dayanmış. Biraz yumuşak, biraz alaycı edayla "domates" deyiveriyor bir gün ve "o bir gün" domates satışları patlıyor. Bir diğeri, "domatesin" sağlık üzerindeki olumsuzluklarından birini telaffuz edince hooop fiyatı da satışı da düşüveriyor. Öyle ki; selüloit, kırışıklık, sarkma, hele hele iktidar konularına burnunu uzatınca; plastik cerrahi, bevliye, cildiye uzmanları aynı mekanlarda komşu dükkanlara peşisıra yerleşiyorlar. Örneğin; plastik cerrah, ilk iş olarak ünvanını estetik cerraha tercih ederek, trafik kazasında kopmuş bir burun ucu yerine satış öncesi pazarlama sırasında hiç gerekmeyen burunları kesiyor, kaldırıyor, indiriyor. Bevliyeci kolunu çubukçuluğa kaptırmış, cildiyeci işi içerikleri sır olan preparat ticaretine dökmüş, anlamsız vibratörler, ışın kalemleriyle, 10 seansta talebi karşılamanın tatlı telaşındalar. Kısaca, bu ipin ucu uzayıp gidiyor karşıdaki loş sokakta görünmez olana dek.

Bu sanayinin ortasında şaşkına dönmüşler de bir semizotuna saldırıyor, daha haşlamanın sonu gelmeden haydin şimdi de kerevize... Kuşkusuz ki; bu koşuşturma sırasında ömür sayacı bir yandan biteviye "tık tık" atıp duruyor.

"Ne yaptın ?" dendiğinde de,

"Sabah erken kalktım, bir saat yürüdüm, bir saat koştum, Eve gelip duş aldım. Sıkı bir kahvaltı yaptım, içinde yağ; şeker, un, tuz olmayanlarıyla (?). İşe gittim, Aydın Doğan gazetelerini bilgisayarımdan okudum. İçinde insan sağlığına uygun olup olmadığını bilemediğim malların ithali için gereken yazı ve evrakları hazırlattım. Hiç çay, kahve içmedim. Öğlen tatilinde, "sağlıklı yaşam" üzerine bir kitap okudum (?). Kaldırımda yarım saatlik bir yürüyüş yaptım. Yemek tatili sonrası gümrükten çekilecek siparişlerimizin bekletilmemesi icin ilgili resmi kurumlarda gerekli yetkilileri ziyaret ettim. İşime döndüğümde, akşamüstü meyvem bana bakan hizmetli tarafından soyulmuş, dilimlenmiş halde masamda beni bekliyordu. Yeni siparişleri üst yönetime takdim ettim. İş çıkışı, "sigaranın insan üzerindeki olumsuzlukları ve hala alınmamış önlemleri" konusunda bir toplantıya katıldım. Çıkışta, köşedeki vejeteryan lokantasında doyasıya yedim. Eve döndüğümde saat 10:00 u bulmuştu. TV da eğlenceli bir program olmadığından ılık bir duş alarak yattım. Zira ben haftasonu, bayram demem hep erken yatar erken kalkarım..."

Son gidiş numaralı "Genç Rahmetli" Savaş Dinçel ile bu hem sıradan hem de popülist yaşamda yuvarlanışı yanyana koyalım... sağlıklı yaşamcıya ayıp olmasın diye isterseniz yanyana koymayalım.

Ancak sağlıklı yaşamcının uzun yaşayacağı muhtemelen doğrudur... ama niye ?, ne için ?, kim için ?

Yani; ömrünün uzunluğu kendi dahil kimseye hayrolmamış yaşamlar yerine, yaşamı parmak uçlarında hissettirenlerin, boşa geçecek zamanları maharetle kullanışından ötürü onlara USTA deniyor, sanırım.

Biri yaşamı ömre diğeri ömrü yaşama çevirmek için beyni düşünen, kalbi atan, gözleri bakan iki yaşam.

Bu akşam ünlü kanalların birinde Usta'dan söz ederken diyordu ki;
"Sizin Ekmek Teknesinden tanıdığınız Savaş Dinçel'in bilinmeyen bir yanını da biz araştırdık, bulduk... aynı zamanda Karikatüristmiş !"

Olsun, en azından bilgiden taşmış Medya bunu artık öğrendi, sayesinde 70 milyon Türkiye (?) de... Neyse, öğrenmenin geç'i erken'i olmaz. Onlar keşfettikçe, araştırdıkça daha nelerini öğreneceksiniz ve her geçen gün üstteki ikilem arasındaki farkın açıldığını hayretle gözlemleyeceksiniz.

Usta, yaşamına neler sığdırdığını öğrendikçe kendinizi cümle sonundaki bir nokta kadar küçük hissedeceksiniz.

Henüz görmemişler, görememişler, şu sıralar özellikle İstanbul'da yaşayanlar için; onun sigarasından bir nefes çekmemişseniz de yaşamınızda "Uçurtmanın Kuyruğunu" seyretmeden bu Dünya'dan göçmeyin.

Bu günce onun yaşamını sığdıracak bir büyüklüğe sahip olmadığından onu tanımayı size bırakıyor (siz de Medya'ya bırakmadan) ve ondan hiç söz etmiyorum. Yalnızca;
Onurlu yaşamının önünde saygıyla eğiliyor,
en azından kendi adıma duyduğum Şükranımı sunuyorum.

Zaten Işıklar içindeydi,
benim temennime gerek bile duymaksızın yattığı yerde aynı aydınlıkta kalacaktır.


Saygı ve Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar


not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

10 Aralık 2009 Perşembe

Yutkunmanın Zorluğu

 20.10.2014 notu:
Bu yazı yayımlandığında, youtube'da 5-7 arasında film bulunuyordu, içinde sıcacık sesiyle "kuzucuklarım" diyen. O videolar; gerekçe metninin ışığında anladığım kadarıyla, trt nin yayınlanmama isteğine uyularak, izi bile bırakılmamış. O günlerde aşağıda söylenmiş olanlar, hiç de yabana atılacak olmadığının kanıt oldu sanırım. Bu nedenle, içeriğinde "kuzucuklarım" olmayan, bulabildiğim iki adet görüntüden biriyle değiştiriyorum.

11 Aralık 1987; azınlığı çoğunlukta, yalnızlığı kalabalıkta, tükürülen sanatı tertemiz, ayakta dimdik yaşayan ve yaşatan Adile Naşit'in ölüm tarihi. Cümledeki seslenen "Ölüm", bizim yanılgımızı simgeleyen kelime olarak alaycı bir tavırla gülümsemekte, o gittikten sonra gelenlerin kulaklarında, gözlerinde canlı canlı yabancılaşmadan yaşadığına bakıldığında.

Onca dolu dolu geçmiş yaşamının 1981' e kadar ki bölümü için yaptıklarını hala yaşıyoruz alkışlar, gülücükler içinde. Benim sözünü geçireceğim kısım ise 1981'den itibaren TRT üzerinden yayınlanan "Uykudan önce" programıyla dilinden eksik etmediği kuzucuklarına dair...

O kuzucuklar ki; doğrudan ayrılmayan, güzellikten vazgeçemeyen, en azından mutlu olmasının yolunun başkalarını mutlu etmekten geçtiğini, dostluğu hele hele arkadaş olmanın onurunu bilen bir neslin temellerini attığına tanık oluyorlardı gün be gün. Her cümlesinin sonunda bıkmadan, bıktırmadan sevgiye boğarcasına "Kuzucuklar" diyen sesi kimilerinin kulaklarını hala terk edemediler.
Ardından yıllar yılların kıçına umursamadan tekmeyi basıp, 2009 nin sonunu bulduk. O günlerin çocukları, şimdilerde birer genç, hani Nazım Usta'ın dediği gibi;
"Ben içeri düştüğümden beri...

Şimdi on yaşına bastı,
ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.
ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,
rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.

Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur..
.
"

Kulaklarında o nasihatlar çınladığından mıdır neden, toprakaltında da olsa kendilerine mertliği daha bir yakıştırdılar; hani her gece yatmadan önce hep söz verdikleri gibi !
İşte bundandır; Musalla taşının soğuğunda anakuzusu olmanın gururu, Polat'ın esmer bakışlarından daha yiğit, daha dürüst; içinde sarıklı hoca efendinin gölgesizliğinde.
Kurşunun Nisan yağmuruna dönüştüğü bugünlerde, başlarına nefteli yeşil kep geçirilir diye Meriç nehrinin ötesine evlatlarını soğuk suları kulaçlatmadan, gizlemeden kaçıranların hissedemediklerini hissedenlerin tek tesellisi, kuzucuklar ötede de Adile'nin şefkatli kanatlarının koruması altında olması.

Gidenlerin yeri dolmayan hasretlerini hüzünle anarken...


Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar


not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Şafağın Tepesi Attığında

Siyatik ağrısı, bir kağnı tekeri gıcırtısının sancısında
Bacaktan ayağa doğru vuruyor, çığlık çığlığa...

Palamarları çözülmüş bir tekne,
Evden çeyiz bohçasını yüklenip kaçan gençkızın endişesinde
Alargayla buluşuyor gizlice,
Sessiz, sedasız, kimsesizce...

Martının biri,
Göz göre göre, dalgalara inat keskin bir dalışta,
Günlük nafakasının derdine düşmüş,
Pürtelaş kanat çırpmakta...

Köpüklü sulara çivileme atlayan bir çapa,
Peşisıra sürüklüyor zincirini ardındaki şıngırtılarla,
Sanki, dibi boyladıkça ondan kurtulacakmışcasına...

Umursamıyor bile kamışını olta,
Fır dönen makaranın boşalmasını karnında,
Onun aklı misinanın ucundaki çekişeceği allı pullu balıkta...

Az önce 6 kilo balığı
Süzüle süzüle avlamış mantar kafa ağ,
Nazife’nin kaynattığı beyaz çamaşırların edasında
Kurşun ayaklarından asılmış Erguvan ağacının dallarına,
Rüzgarla oynaşıyor
Üzerinde hala balık varmışcasına...

Limanın delisi olmuş bir kayık,
Lumbozlarına küreklerini takmadan
Dalgalanan burnunu bir daldırıp bir çıkarıyor denize bıkmadan,
Sanki alay ediyor bağlanmış çımasıyla
Uçları sivri kayalara aldırmadan...

İhtiyar balıkçı,
Yakaladığı kısmetlerini istiflediği
Boşalmış kasadan arta kalan dibindekilerini
Nasırlı elleriyle denize serpiyor
Gidilenin aslında gelinen yer olduğunun
Bilmeden yapmanın tuhaf bilgeliğini...

Birden,
Hepsinin göğsüne bir Güneş doğuyor,
Isınıveriyor her yan,
Gün belki de yarın olur diye
Ama bugün, dün olduğunun aynı tefekküründe
Zamanı durduramamanın biçareliği ağır basmış bir kere,
Kendini kapıp koyvermenin görmezliğinde...

ahb
 
5.4.2008
“Güne sabah çöktüğünde”

 
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilirsiniz.

29 Kasım 2009 Pazar

Oyunun Delisi

Yine, Aralığın ilk haftasının sonuna kadar sergilenen, adı duyulduğunda burukça tebessüm ettiren o meşhur "Bir Delinin hatıra Defteri" için yazılmış 12 Ocak 2008 tarihli "Oyunun Delisi" yazımı atlamak istemedim.

Bu akşam, yıllar öncesinde efsaneleşmiş "Bir Delinin Hatıra Defteri" nin akıllanıp akıllanmadığına göz atmak için DT' nun yeni açılan "Stüdyo Sahne" sinde biraz ürkerek, biraz temkinli biraz da tedbirli soluğu aldık.
Bilmeyenler için; DT' nun Gimat arkasındaki "İrfan Şahinbaş Atölyesi" yle aynı site içinde yer almakta. Yani aracınız varsa, ulaşım, park, güvenlik açısından çöpsüz üzüm. Geriye kalansa gitme niyeti. Sanırım, Ankara bu konuda diğer illere göre seyirci sadakati açısından daha istikrarlı gözükse de kent nüfus'una oranlandığında yine de yeterli olmamakta. Azmin kendini tüm dişiliğiyle gösterebilmesi için TV açıp kapama tuşlarıyla tatmin olmak yerine başka cazibe merkezlerini bizzat benliğin istemesidir. Zira ne zaman kimi dostlarla bir oyuna birlikte gitsek, oradaki tanış olmadıklarımızın sözlerine kulak misafiri olsak;

"Yahu, ne iyi ettik... daha sık gelsek... üşenmesek... siz giderseniz kafadan bizi de var bilerek bilet alın..." temennilerine şahit olmuşuzdur

Oyun hakkında ayrıntı vermeyeceksem de seyirci kapıdan girdiği andan itibaren şaşkınlık veren ortama tanık ediliyor.

Basın da yer aldığı için ifşa edilmiş bir ayrıntıdan söz etmek isterim. Gerek "Deli" denince akla gelen Genco Erkal gerekse geçen süreç içinde bu eserle perde açan tiyatro topluluklarında bir viranhane ya da buna benzer mekana dönüşmüş sahnede yaşanır hatırattaki tüm "Delirmeler". Bu oyunda ise mekan; hareketli bir kurtarma vincinden oluşuyor, hani itfaiyenin yangınlarda üst katlardan can kurtarmak, su sıkmak için kullandığı, Belediyelerin ise sokak ışıklarını değiştirdikleri, ağaçları budadığı türden. Kısaca oyun havada oynanıyor ve yarı yatarak seyrediliyor.

Asıl ifşa edilecek olan ise oyunun ayrıntıları değil bütünü.
Hani yazının başında sözünü ettiğim tedirgin ürkekliğin temkini vardı ya...
Oyunun sonunda karı koca Ankara'nın kuru ayazından buz tutmuş ara yollarına atladığımızda, içimde kalan sıcaklık artık yalnızca oyun değildi. Bizi ruhsal cendereye bindirmiş son günlerin hıncını alırcasına mutlu eden, ikinci bir Genco' ya daha sahip olmamızdı. Sanatın her türünün kuramsal yanından uzaklaşarak gerçekçilik adına uygulamalı ticari ortama bayır aşağı düşürüldüğü dönemde böylesine bir şansı yakalamak, en azından tanık olmak her ganyancının talihi olmasa gerek. Temennim o ki; çıkışı benzerlik gösterenlerin makus geçmişleri içinde kendi kendisini yok etmez, ondan yaş alma sürecimde değişik lezzetler almayı sürdürebilirim. Ve bu arada bir noktayı vurgulamaktan da geri kalmak istemiyorum. Baş-rol, Son-rol, Kont-rol... oyuncusu olan Erdal Beşikçioğlu ile Genco Erkal arasında bir kıyas asla söz konusu değildir, en azından elma armut benzerliginde.

Son 10-15 yıldır boylesine bir usta oyunculuğa bu kadar yakından şahit olmamıştım.
Nikolay Vasilyeviç Gogol' un yazdığı oyuna emek veren Yönetmen Cem Emüler, Aksenti İvanoviç Poprişçin Erdal Beşikçioğlu, Dekor ve Kostüm Sertel Çetiner, Müzik,Ses ve efekt Tayfun Gültutan, Işık Tasarımı merhum Seyhun Ayaş ve Zeynel Işık öyle bir mükemmel oyun koymuşlar ki sahneye.
Sözün özü; kelimeler yine tarifte kifayetsiz kaldılar. Benim yetersizliğim ise ancak oyun görülerek giderilebilir.

En iyisi bir kaç kilo vermek isteyen, sürtünmekten bir kaç kılını düşürmekten bir yeis duymayan, en önemlisi gönüllü düşünmek isteyen kim varsa bu oyuna gitmelerini hararetle tavsiye ederim.

Belki bir tiyatro eleştirmeni değilim, haddim olamaz da. Ancak bir tiyatro izleyici görüşü olarak kabul görür diye umarım.

Son dönemde dikkatimi çeken ve uygulamaya konmasına akıl erdiremediğim bir nokta var, hazır yeri gelmişken sözünü etmeden geçemeyeceğim.
Eskiden akşam seanslarına yani gece gösterilerine 12 yaşının altında çocuk getirilmezdi ve bu (bana göre) oyuna bir nezahat getirirdi. Bu uygulamanın amacının genç nesli özendirmekse, gerek okullara gerekse çocuklar için özel gündüz seanslarıyla sağlanabileceği kuşkusuzdur. Üstelik öğrenmenin her zaman basamak kuralı ile gerçekleştiği bilimsel gerçeğine dayanarak; harfleri bilmeden okumayı, okumayı bilmeden yazmanın gerçekleşemeyeceği, gerçekleştirilmekte zorlanılırsa da istenmeyen bir birleşim elde edileceği unutulmamalıdır. Bu sözün ışığında çocukların gelişimleri gözönünde bulundurularak oyunlara göre yaş uyarlaması yapılmalıdır ve her yaş grubuna yönelik zengin ve doyurucu bir repertuar oluşturulması gerekmektedir. Örneğin; bu akşam ön sırada oturan 8-9 yaşlarındaki kız çocuğunun "Bir Delinin Hatıra Defteri" nden kazanımlarının ya da kayıplarının ne olabileceğini düşünmek dahi istemiyorum. Olsa olsa ilk sonuçlarını 18-28-38-... yaş kesitlerinde yaşamına kattıklarının ne olduğu kendisine ve çevresine yansıtacaklarından anlaşılacaktır.

Bu akşam ben belleğimi tazeleyip yeniliklere tanıklık ettim.
Bence siz de mutlaka gidip seyredebilmeyi deneyin...
yan etki yapmıyor...

Sevgilerimle...
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Cevriye'nin Fosforu

DEVLET tiyatrolarının Aralık ayının ilk haftasının sonuna kadar sergilediği "Fosforlu Cevriye"ye ilişkin 6 Aralık 2008 tarihli "Cevriye'nin Fosforu" yorumumu yineliyorum. Hani; belki de gaza gelip, tüm AVM'leri amaçsızca adımlamaktan iyidir niyetine...
Bu akşam, Refikamın her zamanki atikliği yerine, azmi sayesinde DT'nun Akün Sahnesinde sergilediği "Fosforlu Cevriye" oyununu seyretme fırsatını bulduk. Bu kez, internetin bilmem kaç MB hızı bile, biletlerin sifon deliğinden akma hızında tükenişine seyirci kalmamızın ötesine geçiremezken, her zamanki karamsarlığımın beyaz rengi olan refikamın, kargaların kahvaltı saatlerinde pusuya yattığından haberim yoktu. Ve bir sabah "tamam"diye müjdeyi verirken "bu kez hem de en ön sıradan" dediğinde sabah mahmurluğumun ayılmazlığını, bir saldırmanın keskinliğiyle paramparça etti. Yani, usta bilet avcısının yanında "Yav gidemiyoruz, bilet ücreti de gündem yaratacak pahalılıkta da değil. Allah bilir bu bilete muhtaç kaç seyirci bekliyordur" diye iade etme külfetine katlanan, tanımadığım sabık koltuk sahiplerime de teşekkürü bir borç biliyorum.


"Fosforlu"yu, çok eski yıllarda Neriman Köksal'lı, Orhan Günşiray'lısını seyrettiğimi hatırlıyorum. Yaşamın, delibozuk Medyabazların zorla gözümüze, kulağımıza tıkıştırdıklarından ibaret olmadığının farkında olanlara hararetle tavsiye ederim, zincirlerinden bir halka koparma olanağına kavuşma fırsatını yakalayabileceklerinden.

Müziklerini Atilla Özdemiroğlu, Şarkı Sözlerini ve Yönetmenliğini Gülriz Sururi'nin yaptığı, Fosforu Feray Darıcı'nın parlattığı gece için söz söylemenin bana düşmeye tenezzül etmeyeceğini söylemek yerinde olur. Geçen sezon izlediğimiz "Rembetiko" kıvamında, uzun yıllar hatırladıkça yaşayacağımız, yaşadıkça da daha çook hatırlayacağımız bir "müzikal". Her ne kadar müzikal tanımında operet ile karıştırılarak "konusu hafif" diye hafifsense de konuyu bilenler açısından bunun nasıl hafifletileceği hayli merak konusu idi. Yok yok, korkulan olmadığı gibi, yağdanlık uğruna sansür yandaşlığına soyunulmadığından oyuna çok büyük bir ihtişam katmış.

Seyirciliğin ötesine geçmemiş olsam da bana vurucu gelen önemli noktaların başında, "rol seçimi" konusunda çok özen gösterildiği ya da o kadar birikmiş genç usta sırada bekliyor ki, hangisine bu görevlerden biri verilse, altından alınlarının teri, yüreklerinin sevgisiyle kalkacaklarmış izlenimine düşmemek elde değil. Yine aynı sıradaki önemli nokta; rol dağılımı öylesine ustaca sahneye yayılmış ki, bir ya da bir kaç oyuncunun ağırlığına abanılarak perde açılmamış olduğu aşikar. En küçük tiratlardan büyük oyunlar üretebilecek ustaları 3 saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bir akıntıya kapılmışcasına sürükleniyor insan.

Akün Sahnesi, Çayyolu Sahnesi'nden sonra en beğendiğim sahne. Oyuncular, müzisyenler kalabalık. Doğal olarak onca insan ve mekanın desteklenmesi için bir o kadar da yüzünü görmediklerimiz var. Hepsi bir araya geldiğinde, hiçbir davetli icabet etmemiş olsa da önlerinde çocuğunuzu evlendirmekten gurur duyabileceğiniz bir kalabalık.

Kostüm, Işık, Müzik DT'nun bildik sağlam alt yapısıyla oyunun çıtasını dimdik ayakta tutuyor.
Uzun uzun yazacak cümleler yerine mükemmelliğini tanımlamak için ozanın deyimiyle "kelimeler kifayetsiz" kalıyor. Bu nedenle "nasıl"ları yerine sonuçlarından söz etmek usluba uygun düşeceğini sanıyorum.

Daha önce değindiğim gibi; gerek siyasi taşlamalar, gerek yansız cinsiyet ya da cinsiyetsizlik, gerek kullanılan argonun, jargonun abartılmadan işlevini görmesi, oyunu düşünsel anlamda son derece dolgun ve doygunlaştırmış. TV ekranlarından eski eserlerin ipini pazara çıkarmış dizilerin aldanışlarında 10-15 civarında 12 yaş altı çocuğu oyuna getirenlere, bu konuda dilimde temcit pilavına dönüşmüş söylemleri bir kez daha yinelememi zorunlu kıldı. Sorun "çocuk getirilmesin" olmadığı aşikar. Gelişim evresindeki çocuklar, bir evre atlanılarak şahit olduklarına ana baba da aynı cehalete ortak olup, "çocuk kandırılmamalı, gerçekleri tüm açıklığıyla bilmeli" diyerek zihinlerindeki taşların olmadık yerlere olmadık biçimde istiflenmesini sağlayarak, erken yaşlarda yatıştırıcı hap kullanılmasıyla tedavi süreci yaşayan bir nesile "katkıları eksik olsun" diyorum.

Gelelim en ön sırada oturmaya. Bu güne kadar bu tür yerlere hep kendi cebimizden ödediğimiz bilet ücretleriyle gitmemiz, bizi bu yaşımıza kadar hep en ön sırada oturmamamızı sağladı. Bana sorarsanız, hiçbir yerde en önde oturmayı sevmediğim gibi beni huzursuz da eder. Düğüne gidersiniz, dansöz tutup sizi kaldırır, oynatmaya kalkışır, gösteriye gidersiniz illizyonist kulağınızdan yumurta çıkartır, panele katılırsınız mikrofon uzatılır,... Bu nedenledir; üç sırası satılmış tiyatroda bile gider 3. sırada otururuz, ilk iki sıra bomboş olsa da. Bilebildiğim kadarıyla ilk sıradan başlamak üzere oyunun tutmasına bağlı olarak belirli sıra "kontenjan"dır. Bana sorarsanız "beleşhane". En dayanamadığımsa, gelmeyen DEVLETLU'nun yerinin boş bırakılması, her ne kadar bu uygulama, bu yaşamdan göçenlerin "hala aramızda, yaşıyor" anlamını taşısa da.

Kısaca bu gece yaşanılası bir oyun izledik. İsimleri altalta sıralanınca kırmızı halı uzunluğunu bulan, "alnında ışığı gören" her ustaya şükranımı yollamak beni mutlu ediyor. Elimden gelen de bu...

Sevgilerimle...
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Bir Gün Mutlaka...

Önümüz bayram, yine bir kaşık suda bir hiç uğruna kopartılan grib-ül domuz zayiatından çok fazlasını salı gününe kadar yollarda vermiş olacağız. Bu nedenle, bu günleri bayram olarak adlandırılmasından yana olamıyorum artık.

Size üstte; adeta yaşanmamış o yıllardan, bir masalın içinden seslenircesine seyredilen "Ah Müjgan Ah" filminin yaklaşık 11 dakikalık bir bölümünü paylaşıyorum. Hani, O malum yıllardan. Konuşmalar, bir film metni olarak değil de bir kâhinin söyledikleri gibi dinlendiğinde çok "off" çekmeye müsait. Rahmetle andığım Sadri Alışık'ı çocukça duygularla sevdiğimi sanırdım, ancak bugün farkına varıyorum ki, şimdinin büyüklerinden daha dolgun, doygunmuşum. O günlerde seyrederken boğazıma sanki bir ayıboğan ayvası oturmuşcasına tıkanır, gözlerim akacak yaşlara çocuksu erkeklikle inatla direnirdi. Şimdi öyle değil, koyveriyorum, tonton erkek kıvamında boşalıyor kendiliğinden. Ancak, o yıllarda film bitip de perdede beliren o ürkek "SON" yazısından sonra yaşamın düzgün akışına yeniden kavuşurdum. Ama şimdi öyle mi, "SON" yazsa da yaşananları sürdürmek için dışarı çıkıyoruz yalnızca, kapısız bir korku tünelinin ağzını kaybetmişcesine...

Geçen haftasonu, ülkemin Başkentine bilemedin 90 km uzaklıktaki Kızılcahamam'daydım. Geçen Kurban Bayramında gazlı kalemlerle üzerine hiddetin titrekliğiyle "ALKOL BULUNMAZ" yazılı kırmızı renkli kartonlar artık lokantaların camlarında gözükmüyor. Zira tek alkollü içecek bulunduran, yıllarca müdavimi olduğum o salaş, bahçesi çakıltaşlı, tahta masalı, ağaçlarından başa yaban(japon) elması düşen, bir köşeden "Pala"nın sazının sesi yükselen o mekan bir metrukhaneye dönmüş yeni bir Musa'nın katledilmesini beklercesine buldum. Kısaca ufuktaki her mekan alkolden arındırıldığından, aksi olamayacağı varsayımıyla uyarıya bile gerek kalmamış. Şimdi nasıl hasretle anmazsın Usta Sadri Alışık'ı. İşte bu taze duygularla, eskimiş kitaplarımdan birindeki bir öyküyü sizinle paylaşmak isteme nedenim.

Bayramınızı kutlamak yerine, Bayramın adına öykünüp ehil olmayan bir ehliyetlinin senaryosuna figüran Kurban olmamanız dileklerimle...


Körkütük sarhoşum, yıllardır usanmadan aynı suları kucaklayan şehir hattı vapurunun boğazda ışıklarını serpe serpe gidişini seyrederken. Kısılmış, kızarmış gözlerimin gördüğü pembelik, bulanıklık; gömleğimin yakası gibi kirlenmiş ilişkileri, paçası gibi dağılmışlığını toparlayamıyor. Terelmiş kazağım gibi incelmiş duygularım ise koptu kopacak artık. Bir anda Nişantaşı’ndaki o kibar beyefendi geliyor gözlerimin önüne. Bir de Beyoğlu’daki tramvayın vatmanını düşünüyorum. Ya o; sudan şişmiş ayaklarını sıvadığı paçalarından denize sarkıtmış, tutabildiği tek istavriti de kendine kızartıp çay bardağından yudumladığı rakısına meze yapan Kumkapılı balıkçı…

Onların gördükleri benim de gördüklerim, onların düşleri benim de düşümdü hep. Yıllardır, ağzından girmiş burnundan çıkmış olta iğnesini niyedir bilemiyorum, bir türlü çıkarmasını beceremedim. Belki de balık yiyemeyişim bu nedenledir, kimbilir ?

Delinmiş çorabımdan fırlamış beni selamlayan başparmağımın sevecenliğine gözüm takılıyor. Seviyorum onu, çünkü; komik görüntüsü beni her zaman gülümsetebiliyor. Yanındaki tabanı yağmur, çamurdan timsah ağzı gibi açılmış kösele ayakkabılarım koku saçmaya devam ediyor hiç yorulmadan. Çevreme verdiğim tek rahasızlık bu olsa, alır koynumda saklardım mutlaka onu. Ama halim zaten baştan aşağı vukuat içinde kalmış, bir eksik ayaklarımın yaptıkları.

Asılıp küreklere boğazı baştan aşağı geçip açık denizlere açılmak geliyor içimden. Oysa, parmağımı oynatamayacak güçsüzlüğümle bu nasıl olacak, orası biraz karanlık.

Ilık esen rüzgârdan derin bir soluk alıyorum, yaşamıma bir tazelik getirir umuduyla. Ve aynı bollukta verdiğim nefes; umutsuzluğun, çaresizliğin mutsuzluğunu taşıyarak fıslıyor dudaklarımın arasından buharlaşmış alkolle birlikte. Halbuki, “bir gün mutlaka…” diye alt alta diziyorum her gün umutlarımı yekün almaksızın. Hep sipariş, hep ısmarlama, hep istek hep ama hep. Ben mönüyü sıralarken ya malzeme bitmiş oluyor ya da yeni tükenişler karşılıyor özür dileyerek. O zaman Ozanın içinde yüzdüğü şişeden bir “fırt” daha çekiyorum, “belki de o gün bu gündür” diye.

Alkolün etkisiyle hışırdayan kulaklarımı kabartıyorum bir ses gelir diye. Kuru gürültü o asudeliğe hiçbir şey yapamıyor. Kapanan gözlerime çarpan meltem ara sıra da olsa göz kapaklarımı aralatıyor. Yattığım yerden içinde olduğum karaltıyı, onun üzerinde salınan ağaç dallarının selamladığı, Afrodit’in defneler içinde uzanışı gibi süzülen boğazı, onun üzerinde de dolunayın çevresinde kıpır kıpır cilveleşen yıldızları görebiliyorum boylu boyunca bayırdaki çimlerin üzerine yatmama rağmen.

Aniden, önce gözkapaklarımı sonra da retinamı delip geçen ışıklarla kendime geliyorum. Parkın aşağısından yokuş yukarı burnunu bana doğru çevirmiş, evindeki tüm aydınlatma araçlarını yanında getirmiş son model bir araba ile karşı karşıya kalıyorum. Ne üzerime geliyor ne de ışıklarını söndürüyor. Öylece farları açık duruyor karşımda inatla. “Belli ki yasadışı bir sevişme aracı…” diye iç geçiriyorum.

- Kapat be adam farlarını. Ne sizi ne de yapacaklarınızı gözetlemeye hiç mi hiç niyetim yok. Şunları söndür yeter… İnanmıyorsanız bakın arkamı da dönüyorum size…

İnandırıcı olsun diye yattığım yerde sağıma doğru kaykılıyorum adeta yığılırcasına tüm sarhoşluğumla. Burnumun ucunda parlayan rugan ayakkabılarla yüz yüze kaldığımda “Aha, şimdi hapı yuttuk” diyorum içimden. Siyah ayakkabıların üzerinde kibirle jilet gibi duran duble paça pantolonu bakışlarımla takip dahi edemiyorum. Başımı son gücümü kullanarak yukarı doğru çevirmeye çalışıyorum.

- A..aa.. ! … siz ..!..
- Ne o, tanıyor musun beni ?
- Tanıdım…tabii ki tanıdım…
- Nereden tanıyorsun beni ? Oysa ben seni ilk kez görüyorum.
- Siz…siz… Nişantaşı’ndaki o kibar beyefendi değil misiniz ?
- Sen öyle diyorsan, öyledir. Ne bileyim ? Burası İstanbul. Nişantaşı’ndan geçerken belki de rastlaşmışızdır, kimbilir ? …Peki, niye ben ? Anlayamadığım benden önce belleğine kazınacak bunca güzel varken, niye ben ?
- Aklımda güzeller değil, iyiler kalıyor sadece. Ne bileyim işte birden hatırlayıverdim sizi.
- Ee.. N’apıyorsun burada yalnız başına ?
- Ne yapıyor gibi gözüküyorum ? Kafa çekip aklımdaki havalananları bir yerlere oturtmaya çalışıyorum.
- Oturuyorlar mı peki ?… Neyse canım, beni ilgilendirmez. Söyle bakalım, paran var mı ?
- Vallahi bana fazla güvenme, meyhaneciye bile borç takmış durumdayım.
- Desene, derdin arttıkça borcunda o oranda çoğalıyor.
- Aslında dertlerim borçlarımdan çok ama benden başka farkeden yok.
- Şu an cebinde paran olsa ne yaparsın ?
- Ne kadar olsa ? Biliyorsun Seyfi Baba “Ne kadar para o kadar köfte” diyor.
- Çok değil ama bir şeylere yetecek kadar.
- Bak şişe dibini buldu bulacak diye kaç saattir idare ede ede içiyorum. Bunu dipler, gider bir tane daha balıklı şişeden sokarım zulama.
- Balıklı şişe mi ? O da ne ki ?… Markası mı ?…
- Boş ver. Aklını yormaya değmez bu saatte.
- Yanında bir şeyler yemeyecek misin ? Mesela, patlıcan kızartma, Arnavut ciğeri…
- Yerim yemesine de istihkakım yeter mi ?…
- Yeter yeter. Sen ısmarlamana bak. Al işte…

Tombul Pekin ördeğini andıran cüzdanının açtığı kanatlarından ince bir deste çıkartıp uzattığında soruyorum;

- N’apıcağım bunlarla ?
- Bana bak, bunca lafı boşuna mı konuştuk ? Beyaz örtülü bir masa donat kendine, içinde et olsun, sakatat olsun, kızartma olsun, yağ olsun… Olsun oğlu olsun işte, ne bileyim. Ismarla oğlum ısmarla. Korkma. Haa, yanına da bir şişe aç, o dediğinden. N’oldu ? Yoksa saydıklarımın bazıları dokunuyor mu sana?
- Yok yok. Sadece benimle dalga mı geçiyorsun diye düşünüyordum.
- Yoo, niye geçeyim ki ? Son derece ciddiyim. Korkma bu paralar da kalp değil hepsi gerçek. O halde daha ne duruyorsun?
- Bu devirde…
- Bırak bir kenara o devri, bu devri. Sen ne diyorsam onu yap. Aman, sakın ha, kadına kıza, eve, çocuklara değil. Yalnız söylediğim çilingir sofrası için harca bu paraları. Hadi davran.
- Bir şartım var. Nedenini söylemeden asla.
- Neden olacak, kendimi bildim bileli saydıklarımın bir gramı bile bana yasak. Uymazsam ölüm avucumun içinde. Kalp var, şeker var, damar sertliği var, tansiyon var, gut var, … var oğlu var senin anlayacağın.
- Eee.. ! …
- E’si şu ki; ben yiyemiyorum, içemiyorum. Hiç olmazsa canım çektikçe birileri yapmalı bunları benim yerime.

dedi ve ayağa kalktı, son sözlerini tamamlayarak. Deve tüyü paltosunu savurtup arkasını dönüp yokuş aşağı yürümeye koyuldu. Bir yandan elini kolunu havada sallayarak bağırıyordu;

- Mutlaka ama mutlaka dediklerimi yap. Hele sana verdiğim paraları bunların dışında harcarken bir yakalayayım, vay haline. Hiç acımam bilesin.

diye haykırarak farları ve motoru hala açık arabasına hışımla bindi ve lastiklerinden havalandırdığı toza egzozunun dumanını karıştırıp sokak ışıkları yanmayan köşeden kıvrılıp gözden kayboldu. Torbalanmış şaşkın gözlerimin altında kuyuya sallandırılan boş bakraç gibi sarkmış çenem hala açıktı.

Kendime geldiğimde, yaşamımda her gün “bir gün mutlaka…” düşlerimi beklemek ya da gelmeyişini kutlamak için içmemin, benim “bir gün mutlaka…” mı her gün yaşayan birisi tarafından “bir gün mutlaka…” düşü olduğunu farkettiğimde gözyaşlarım çoktan pınarlarından taşmış yanaklarımdan süzülüyorlardı nazlı nazlı.


ahmet haluk başaklar

Fesleğenin Kokusunu Okşamak (2004) - "Bir gün mutlaka"

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

19 Kasım 2009 Perşembe

Hicab'ı Beklerken...


Oturmuş;
Utanmayı bekliyorum,
Hem de utandırılamamaktan utana utana,
Utandırılmamın utancını bile düşünmeden yanında...

Önümde duran beyaz buzlu kadeh kibirli,
Ömründe hüznü için piyalesini hiç kıpırdatmamış ki,
Badenin sevdasıymış hep buzu eriten,
Mecnunluğuyla beyazlatıp da başka alemlere götüren.
Şimdi mi dibini vuracak hazana.
Dalıp gidiyorum cigaramın dumanına.
Ölüyor şehir sanki önümde
Dövüne dövüne, umursamazca övüne övüne.
“Enola Gay” in viranından tütüyor sanki,
Cehaletin mağara duvarlarına yansıyan gölgesinde,
Yıkıntılar arasında yükseliyor,
Mütevekkil atılmış cılız çığlıkların sessizliğinde...

Biri çıkmalı,
Utandırmalı beni.
Utandırmalı ki,
Utançtan demin buzu erimemeli.
Duman, eskisi gibi
Gönülde değil cigaramın ucunda tütmeli,
Söz; yanında istemez bile
Meze niyetine kızaramamış bir dilim şeftali...

ahmet haluk başaklar

22.3.2009
“Kızarmayı bekleyen şeftali..."

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Dalıp Gitmek Yakınlara...



Tütün yok alkol yok, GDO var gribin domuzlusu var.
Çocuk bile şehvete karışmış ihmalden değil
niyetle yapılır olmuş,
soğuk bir kış sabahında yün çorabı üşümüş ayaklara geçirircesine,
niteliğinden çok niceliğinin getirisiyle
karşı devrim ordusuna cebeci yetiştirircesine.
Anlaşılıyor artık,
bakılırsa Viagra kullanımının artışına, Aids'in yok oluşuna.

Çatıların düz damları alabildiğine göğü deliyor,
baş yukarı kaldırdığında 32.katta oturulamayacağı düşlenmiyor...
ya da düşünüldüğünde uyuşmanın etkisi,
Zeus gibi iktidar olmuş hırslarıyla sevişiyor bulutların arasında,
şimşek şimşek Poseidon'a öykünürcesine.

Paylaşılmıyor ki, birlikte mutlu olmanın keyfine varılsın.
Şarkı söylenmiyor ki, sevgili ne de çok sevildiğini anlasın.

Muhabbet bile kontürsüz edilemiyor,
kahve gerçekten bahanesini düşürmüş telvesinden,
hem de hatırı değil 40 yıl, 40 byte bile yer tutmuyor,
sıkıştırıldığından.

Görülen işkenceyi gönüllü sürdürmenin sevdası kaplamış tepeden tırnağa,
yiğit kamçısı borçlu kartlardan sırtlar cılk yara,
krediyle insanlık onurunu ayaklar altına almışcasına.

Lastik tekersiz yürünmez, elde telefonsuz gezilmez olmuş.

Nohut kömür,
sokaklardaki kemik torbası küpeli köpeklerden değerli,
kediler kebap üzerinden çatalla ötelenmiş kaymak artıklarına musallat.
Zaten orta yerde tıngırdayarak yuvarlanacak kapak da kalmamış,
çöp bidonlarının kokusunu da pisliğini de gizleyecek.

İlk bakışta bir çift gözden sevda kapılamasa da
biliniveriyor
ayakkabının, eteğin, gömleğin markası,
anlaşılıveriyor
motor sesinden ayaklarına dört teker takılmış eşeğin modeli,
her ne kadar üstündeki mi altındaki mi olduğu birbirine karışsa da.

Tarihten bugüne kalmış,
ama bugün tarihte neden yapıldığını dahi anlayamaz sağırlıkla
camekan ardından, sayfa aralarından bakan kültür bile
kızartamaz olmuş yüzleri, tükürükleri, salya sümükleri.

Böyle bir sabaha mı uyanacaktık,
Elimizdeki papatyalar Güneş'e bile gülmeden...

Sevgilerimle...

ahb

7 Kasım 2009 Cumartesi

evet; sevdik ...


Dostum DüşHekimi;
Sizleri "Bir Yudum DÜN Kadar DÜŞ" içmeye çağırıyor,
Mezeleri DÜNden, Badeleri DÜŞlerimizden.
Hani;
Dünden emaneten solunmuş bir nefesin
Dünya'ya kirletilmeksizin iade edilmesindeki sadakatin
Masumiyetinde...
Kısaca, bir yüzleşme... kendi ikirciklerimizle...
kirletilmemiş yıllara dair...
yaşanmışlığından şimdileri kuşku duyulacak kadar masallaşmış DÜNler
Gerçekleşmesi ertelenmiş DÜŞler...
Afişi tıklayarak büyütebilir,
"evet; sevdik ..."
günce başlığına tıklatayarak da tüm ayrıntıya erişebilirsiniz.

Sevgilerimle...

ahb

27 Ekim 2009 Salı

Kavanoz...

Bir gün otururken bulvar pastanelerinin birinde
Masan tam kapının karşısında bir yerlerde
Sevdiğin girdiğinde içeriye
İlk senin gözlerinle buluşsun gözleri diye

Halbuki, camlı kapının her açılışında
Bilinmeyen birileri girer içeriye,
Birileri çıkar dışarıya
Yüreğinse zaten yanlızlıklarda.

Ne zaman ki birisi açıp girer
Sıcak güneşin altından gölgeli salona
Sivri topuklarıyla gönlüne basa basa.
O an yüreğine kan oturur
Fazlalıklarını kapakçıklarından taşıra taşıra.

Ne içeri giren kalmıştır artık ne dışarı çıkan
Ne de orta yerde bir kapı
Girilip çıkılan.

Adeta yeni şişelenmiş
Taze şarap gibi hissedersin kendini
Daha mayalamaya başlamamış olan.

Halbuki istediğin yalnızca zaman,
Öylece kıpırdamadan karşında duran.
Sen zamanı, zamanın seni seyrettiği,
Kapınınsa hiç olmadığı yaşamından.

Ellerinin arasında
Kapağını sıkıca kapatıp tuttuğun
O kavanozun içindeki yaşamını seyredersin
Bir gün mutlaka demleneceğini umduğun
Aymazlık içinde hem de hiç korkmadan.


ahmet haluk başaklar

8.8.2003-Bodrum
"yaşamdan turşu kurmak…"

"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Mavi"