31 Ocak 2014 Cuma

Bir Tekno Kapı Uşağı



Bilindiği üzere, “computer”in “bilgisayar”laştığı sürecin başından başlayan çalışma yaşamım, mesleğe ve mesleğin gelişimine yeterince katkı sağladığım inancıyla günü gelip emeklilikle noktalanmıştı. Yani, meslekteki tokluk hissim madensuyuna muhtaç olmaksızın haylice ağır basmakta. Tanımayanlar için bu varsayım elde bir tutularak, teknolojinin bildiğimiz anlama gelmediği, gelişmediği, hatta her işte olduğu gibi kendimize benzettiğimiz bir tüneli geçmenin umursamazlığında; ucunda ışık gözükmese de, fıkradaki gibi duble yolla karşılaşılmaz İnşallah, ortada hala bir türlü buluşulamadığına bakılarak.
Teknolojiyi bizzat kullananların büyük bir bölümünün ilkokul mezunu olduğu bir ortamda, banknotunu cep telefonunun pili ile kapağı arasına sıkıştırarak taşıyanlara rastladıkça, daha benim bilemediğim ne öykülerin olduğu doğal olarak karşıma dikiliveriyor. Böylesi kullanıcı kesiti karşısında, tabiatıyla onların jargonuyla yazıya devam etmek artık kaçınılmaz.
“Teknoloji”nin anlamı hangi koridora çıkarsa çıksın, bizim yapacaklarımızı bizim yerimize yapan ve ne olduğu konusunda da hiç bilgimizin olmadığı bir “alet” silsilesinden öte değil. Hani icabında, ileri görüşlüyüzdür, de;
“Zeki Müren”nin de bizi görmesini ya da önünden sucuk koyduğumuzda arkasındaki deliğinden “inek” çıkarmasını bekler dururuz. Vurgulayarak dururuz diyorum, zira sadece dururuz, hatta kıpraşmadan. Ve sonunda Zeki Müren de bizi gördüğünde, “Sanat hayatınıza nasıl başladınız?”dan öteye ikinci bir soru aklımızın ucuna gelemeyecek kadar konu üzerinde yoğunlaşırız. Zira; artık “bunun çakması nasıl yapılır”ın derdine düşülmüştür bir kere. Bize gereken, bilginin içi değil dışıdır. İçi nasılsa yan sanayiden bulunur. Bu nedenle, arabamızı bir servise gösterdiğimizde, vazgeçilmez usta “Bunun beyni karışmış” diyerek yeni parçayla değişimini önermesi artık sıradanlaştı.
Daha da az çalışabilmek uğruna, saatlerce kopyalanıp yazılır, uygulaması içinse günlerce sürecek montaj yerine öğrenme meraksızlığımız ağır basar her seferinde.
Internet’in bu kadar yaygınlaşmasının başlıca nedeni; bedava seks filmi seyretme, bedava müzik dinleme hatta bedava zamparalık... İnanmayanlar için 3.sayfa haberleri alev alev, tıpkı zamanında telsiz kullanımlarıyla beyaz kadın ticaretinin nasıl zirve yaptığına dair geçmişi unutulanlara, eski nüshalardan ulaşılabileceği bir yol olabilir.
Bedavacılık, hazıra konmacılık tatmini, teknolojiye olan rağbeti sağlayan gerçek ana unsur. Yoksa, sabahın köründe yumruk yumruğa, yağmalarcasına ucuza kapatılan bu metal çöplüğün, gerçek anlamda kullanıldığını iddia eden birileri orta yere çıkabilir mi? Mesala, cep telefonlarına 1 yıldan uzun garanti verilmesinin gereksizliği, satış listelerine göz atıldığında karocu kalfası dahil, bir önceki modeli cebinde taşıyana sık rastlanmaması aynı kavşağı kullanmamakta.
Ama bu nokta, bir tehlikeyi de beraberinde sürüklüyor. Araştırma girişimine sürtünmeden, okuma ya da öğrenme alışkanlığının olmaması, “bir bilen”in aklının yolunda gidilmesini kaçınılmaz kılıyor. Eski yıllarda bir kunduracının sözlerinin bile değer bulabildiği ülkede, günümüzde doktoralı akademisyenlere bile güvenmenin pek de doğru olmadığı, yaşadıklarımızın arasından maşayla ya da kürekle çekilecek boyuta ulaşmış durumda.
Fıkrada gariban demiş ya; “Sen de b... gibi para, bu hıyarda da bu ense oldukça daha çok sopa yeriz” diye.
“Sor bakalın Bilo, bunları neden yazdım ?” diye...
Çalıştığım Teknokent binasına bir gün bir alet getirip duvara dayarlar.
“Ne ki ?” dendiğinde, “Personel giriş çıkışı için” derler.
“Eee?” nin yanıtı “Herkese kart dağıtılacak... tanesi şu kadar $ dan...”
Bir kısım işyeri itiraz eder;
“Ben sahibiyim, 2 mühendisim, bir sekreterim var... ha bir de çaycı.. ama böyle giderse onun da kalacağı şüpheli ya. Yani gelen giden benim zaten önümde, bana boşuna para harcatmayın” diye.
Ancak Kent’i Tekno olana, denecek söz mü bu? Kısa sürede herkese dağıtım yapılır, paralar kart sayısı oranında tahsil edilir.  Ancak cebinde kartı olanların, memleketin tümüne sirayet etmiş “acelem var” hastalığı var ya, birden o nükseder.
“Sürtmeyen olursa yaptırım uygularız”. Rica minnet “sürtürüve Mustavaleyn” başlar.
Ama Kent tekno tekno atılıma ayak uydurmuş bir kere, durur mu? 
“Aylık mesai saatini dolduramayanlara verilen haklar geri alınacak, muhafiyet kapsamından çıkarılacak”
Zira şehirde adamın şirketi var, teknokente geliyor, açıyor bir ofis, ömrü Ergenekonluk, sonu gelmeyecek bir iki proje, şirket tüm çalışanlarıyla birlikte muhafiyette.
Bunu Kent’in Tekno yönetimi bilmiyor mu? Biliyor.
Bile bile “evet” demiş mi? Demiş.
O zaman bu hava kime? Maliye bastırmış.
Peki, Maliye durumu biliyor mu? Bilinmeyenleri de.
“Peki” demiş mi? Demiş.
Firmanın biri;
“İşimiz gereği çalışanım imalathenelere parça yaptırmaktan başını alamıyor?”
Bir diğeri;
“Bu testleri burada yapmanın ne iklim ne de ortamı var. Dışarıdayız.”
Bu kez de firmalar toplu giriş ve çıkış sürtüşlerine başlar, çalışanın ailesi Yalova depreminde göçük altında olsa bile. Bu toplu sürtüş eyleminin engellenmesine yine Teknoloji yardıma koşar ve resim de çekebilen bir hazır uşak gelir. Her ne kadar ilk zamanlar kızlar kameraya saç savurtan, müstehzi bakan ya da dil çıkartmış karelerle belgelenseler de, Patronlar fırçalanıp durum rapt-ı zapta alınır. Sonradan fark edilir ki; özellikle kış günleri ışığın yetersizliğinden herkes “profiline fotoraf koymayanlar” gibi bir silüet görüntüsünde, hatta bu dönemde kız mı oğlan mı, o bile karışır. Hızır Tekno devrede. Işık birimi getirilir, yeni hat bulunamadığından tavanı boydan boya kat eden beyaz kablo duvara tuturulur, derken bu kez de alttan gelen data hattı için daha kalın bir kablo döşenir. İlki için adi plastikten kanaletler döşenir, data hattı içinse ızgaralısından. Kıytırık alet gün be gün heybete bürünür. Önüne yanaşırken kablo demetine takılmanın tedirginliğinde çekilen fotografları, dışarıda deli dalgalar olmasa da “başı öne eğik” olarak göründüğünden yine kimlik tanımada sorun yaşanır. Yere döşenmiş mermerlerden bir kısmı mermersizleştirilerek gömülür ve kapı girişinde sabahları 48 puntoyla “GİRİŞ ÇIKIŞLARDA KİMLİK KARTINIZI SÜRTMEYİ UNUTMAYIN!” yazısı karşılar, akşamları uğurlar.
Bu bana, yıllar öncesi çalıştığım bankanın bir şubesine kurulan sistemi açıp kapatmak ve yedek alması için görevlendirilmiş bir sistem sorumlusunun kıvrak zekasını hatırlattı. Sıradan bir gün, şubenin birine girdiğimizde müşterilerin tam alnacında, duvara sırt vermiş iki yetkilinin arasındaki dolap kapağına yapıştırılmış aynı puntolarla;
“SİSTEM KULLANICI KODU:.... PASSWORD:......” yazısını gördüğümüzde, memleket ile tekno arasının nasıl yumuşatılacağı üzerine hayli kafa yormuştuk. Sistem sorumlusu müşteriden başını alamadığı için “ne haliniz varsa kendiniz görün” demiş. O arada bir de ispiyon almıştık, yöntemin nereden alındığına dair. Yine bir başka şubede, sistem sorumlularını işe yatkın olanlardan değil de ayak işlerine en müsait yeni girmiş memurlardan seçildiğini öğrenmiştik. Sistem sorumlusu olarak seçilmiş kurban personel kızın yaşı genç, iki ay sonra evlenmiş. Damat azgın, iki ay sonra kız hamile. Dokuz ayın sonunda rapor ve işe başlamış. Tüm bu süreçte sağdaki soldaki destek çıkmış. Ama kız genç anne olarak dönmüş bir kere. Ancak, sözleşme gereği süt izni var, bir buçuk saat sabahtan bir buçuk saat akşam. O sıralar yine iktidar değişmiş yeni atanan müdür de tanıklık ettiğimiz bu yöntemle sorunu şıp diye kökünden çözüvermiş.
Bizim teknolojik gelişimimize gelişim katmamız süre gitsin, bir yandan da bir firma sessizliğini koruyarak binayı teknolojik olarak içten inşa etmeye başlar. Önce bina içini onca firmanın varlığına Casper niyetiyle bakıp, neresini bulursa indirir. Aslında bina zamanında yüksek tavanlı bildiğimiz büyük depolardan biri. 30x30 luk kolonlar üzerinde önce çıplak bırakılmış, sonrasında deyimi yerindeyse giydirilmiş... PVC ile. Arada da görenlerin şahadetine göre 30 cm lik kat betonu var. Bizim “cin olmadan adam çarpmaya kalkışan” firma, tonlarca ağırlığı hergün gide gele iş ilişkisinden neredeyse eş ilişkisine dönüşmüş operatörün, vincinin kepçe ucuyla ikinci kata tıkıştırır durur. Gün gelir, kiloda ağır çeken ne kadar teknoloji varsa çatısına bakan tavan alttan sökülüp, demir korkuluklar üzerine konmaya başlar. En son eylem olarak, öyle olmasa da siz yine büyük bir Jenaratör diye görebileceğiniz metal yığını gelir. Ve kapının önünde bir gün bekletildikten sonra ertesi gün çatıdan ve ofisin dış duvarlarındaki PVC kaplamalarından fışkıran elektrik kabloları, hava kanalları, su kanalları bağlantıları rüzgarda sallanmaya başlar. Sonrasında kömürlü bir Şimendifer gürültüsü ile personelden daha fazla mesai yapmayı sürdürür. Havalar kötülemeye başladığında, bir hafta sonu 1x2x3 m.lik bir demir kutuyla koruma altına alınır. Tabii ki ses, çevresini kaplayan metal panellerin rezonansa geçmesiyle iki katına çıkar. Hani öyle ki, bir kaç metre geriden bakıldığında, adeta 70 li yılların Tuzluçayır’ındaki gecekonduların bahçe tuvaletlerine öykünür, Kent Teknosu göğsünü gere gere övünse de. İşin aslı şu; firma gerçekte Konya’nın hemen dışında büyük bir firma. Adam imalathaneyi buraya taşımış, Konya göstermelik, Hollywood dekoru. Tüm imalat vardiyalarla burada üretiliyor, muhafiyetlerden yararlansa da Konya’daymışcasına fiyatlandırınca kâr 2 katına çıkmakta. Rengi yeşile dönük firma; diğer firmalarca uygunsuz kullanım, uygunsuz yerleşim ve diğer gerekçelerle sıraladıkları şikayetlerini Kent’e gönderse de, Tekno bunu haklı bir gerekçe olarak görmediği gibi, herhangi bir Teknolojik Hukuku bile yok sayabilen bir Teknoloji geliştirir. Gün gelir, boş arazilerden birinin orta yerine 4 katlı bir Teknokent binası inşaatına başlar. Bir katını Kent Yönetimine, bir diğerini kendisine, kalan 2 katındaki 20 işyerini de 20 yıllığına kira rantı karşılığında işleteceği çarkı Proje olarak sunar, kabul görür, onaylanır, törenle temel atılır, üç beş ay sonunda çatısında bayrak dalgalanır. Ancak beri yanda kalan gecekondu mimarisini modelleyen firma, leasinglenmiş makine parkınının münzevi alt yapısına daha fazla dayanamayıp çöker, çökerken de ardında elektrik hattında yangın çıkarmayı ihmal etmez. Konyalı tilki yeni oluşan küllü durum karşısında, “ilk hamleyi yapan kazanır” şiarına uygun olarak, bahçede sigarasını tellendiren güvenlik görevlisinin tiryakiliğini suçlayarak işe başlar. Kağıda dökme fırsatı bulamadığı senaryosunu, görevlinin bina içinde içtiği iddiasıyla sürdürür, duman alarmı sisteminin devrede olduğu, kendi yangınını haber verecek kadar çalışırlığı kurgu hatası yarattığından, ısrarlı ithamdan son anda çark ederse de, açık havada izmariti 8 metre yukarıya doğru havaya fırlatan orta parmak fiskesinin Olimpiyat rekorunu zorlaması bir yana, 2. Kattaki kapalı pencereye ne yapacağı haylice merak konusu olur. İtfaiye raporunun elektrik kontağı olarak tespiti, Kent Yönetimini Firmanın başlattığı komedinin sürdürebilmesi için, nazire yaparcasına bahçedeki tüm çöp ve kül tablalarını kaldırmakla güldürü dünyasındaki yerinden kaygı duyulmasını engeller.  
Bir başka ofise sessizce yerleşen bir grupsa, bölünerek üreme aşamasını bitirirken, açık unutulmuş kapısından içeride hiçbir eşyanın olmadığı farkedilir. Şalvardan geçiş yapmış, aksakalı bol, küçümenden, az dişli bir adam daha çok Ulus’taki nalburiye dükkan sahipleri görüntüsünde ve yanında, başında siyah Bolşevik kasketi, yüzünde sakalı babasının siyahı olan oğlu, avanesi ise yağdan kudurmuş saçları bellerine dolanmış, çıplak ayakları çölde yürünmüş kadar tozlanmış sandaletli, kulakları tabii ki küpeli, hani daha çok Cat Stevens ile Yusuf İslam’dan ortaya yapılmış bir karışık kıvamındaki bir gürühla girip çıkarlar ofislerine. Firma dış görüntüsüyle, “sen önce ihaleyi ayarla, firmayı ona göre kurarız”ı çağrıştırması, düşünceleri haksız çıkarmayıp ancak bir ay sonra tabelasını asabilir. Her nedense Cuma günleri öğlen saatlerinde yapılan toplu çıkışlar, daha çok haftasonu iznine çıkan erat düzeninde, ikili koldan böyle nereye gittiklerini tahmin etmek zor olmaz. Kimsenin de umurunda değilse de, erkekler tuvaletinde aniden su havuzlarına düşmeler, lavabolarda ayak yıkandığı izleniminden kaynaklanan kuşkular birkaç günde şahadete dönüşür. Tekno, ertesinde arkası yapışkanlı kırmızı kağıtlarla uyarı yazıları asar.
“Lavabolarda ayak yıkanması hijyen kurallarına göre sakıncalıdır. Bu kurala uyulması...”
Ancak iktidar küstahlığı, o yazılar asılmamışcasına sürdürülmesinin inadı uç verip, hoyratlaştırıyor inatlaşmayı. Bu noktada Tekno ne yapsın, elektriksiz köye buzdolabı götürmenin çaresizliğiyle. İşte devreye NoTek giriyor ve “okumanız yazmanız yok mu?” sözlü uyarısı “Görmedim... hem ayak yıkamanın sağlığa aykırı ne yanı varmış anlayamadım” dediğinde Kent’in Tekno’su üzerindeki kaygılar bir kez daha artıyor. Ardından yazılar da kalkıyor, ayak yıkama seansları da. Ancak, şu sıcak günlerdeki yünlü Bolşevik Şapkası Teknolojiye aykırı mıdır bilmem ama, Sosyalizmde Nakşi’den bir Bend olmadığını biliyorum ve olsa olsa Nakşiler kendilerine Sosyalist bir Bend koyduklarına yoruyorum.   
Dönersem, bizim bu kapı bekçimizin pehlivan tefrikası maceralarına, o akşam üstü duruşu pek mahsun geldi bana. Bir kaç “yenisini takalımcı” teknisyen başından ayrıldıklarında, başı öne eğik vazo kırmış kedi kıvamındaydı.
Baktım hazır yeri gelmiş, çene desen zaten geveze. Bundan iyi fırsat mı olur ? Başladım önerilerimi sıralamaya...
“Yav, bu alet, bir resim çekiyor bir de kim kartını kaçta sürttü diye kayıt alıyor. Bunca masrafa günah. Onun işini insana yaptırsalardı, emekliliğini isterdi sıkıntıdan. Mesela, boş beklerken müzik çalsa, sabahları erkek ise derin kadın sesiyle “Seni yer bu zilliler... dün gece saza niye gelmedin... Behlül ayağını kaydıracakmış senin, haberin olsun...”, kadınsa cillop bir erkek sesiyle “Fıstık, sen bu gün ofise girme istersen, seni gören çalışmayacağından Patron kızacak... fıfııyytt kız sen İstanbul’un neresindesin...” gibisinden biraz yalan söylese. Hiç bir şey yapmasa, bari kilomu söylese. “Biraz spor yap ya da yağlıdan, hamurdan kaçın...” gibisinden uyarsa ya da “Ayakkabıların bugün de boyasız... kravatın eğrilmiş... bugün pazaar, dükkanlar kapalı... saçındaki toka ayakkabına uymamış... bunca kiloyla giyilecek kıyafet değil, beline elindeki kazağı bağla...Bu ne hal, Ağrı dağından düşsen kemiğin kırılmaz, az ye az...” diye güne yön verse. Ya da “hala tatile çıkmadın mı... tam kafa çekilecek akşam haa... bari bugün gaz kartını doldurt da, it gibi titremeyin evde yine... son günlerdeki harcamalarına biraz dikkat et...” diye sosyal yaşama çeki düzen verse. Ya da bir köşesinde hava tahmin raporu ya da dün akşam ki derbinin sonucu ya da Eurovizyonda kaçıncı olduğumuz ya da en son Olimpiyat madalayası almış sporcumuz ya da Bihter’in Yaprak Dökümünde vardiyalı oynayıp oynamayacağına dair RTÜK kararı...”
Tüm bunları diyebilirdim belki, ama daha söz bitmeden benim biteceğim ufukta göründüğünden vaz geçtim.
Şaka bir yana aklıma en yaygını geliyor; TV.
Önceleri kalkıp çevirerek, kimi zaman çatıdakine seslenerek ayarlanmış tek kanalın tuşuna basılırdı. Sonrasında “değiş Tekno” gelip tuşları kutuya koydu. Sonra aynı kutulardan tekno decoder, tekno sinema paketi, tekno anten, zaten cep telefon elde bir, belki iki. Hepsi için cepleri olan bir heybe, kaltuk koluna vuruluyor... asılıyor. Takiyesi Mahmut kanalı mı, yerli porno için diziler mi, hidayete ermek için cüppeliler mi, dansöz eskidendi, şimdileri şifreli öde-seyret kanalı mı, harmana kapılacağın maç, yemek, sen seç biz evlendirelim kanalları mı... liste uzayıp gidiyor. Hiç biri bir görme özürlünün anlayışla karşılayamacağı cinsten... sanal dediklerinden. Bir Usta, bu teknoloji hayranını “göbeğini kaşıyan adam” diye nitelendirmişti. Zaten sıra “göbeğimi kaşır mısın” teknolojisinde. Ama korkum o ki; kaşıyan teknoloji de gelecektir gelmesine ama, ya göbeğini teknolojiyle kaşıttıracak teknolojik adam da gelirse, aslı o zaman ne yapacak? ben de merak içindeyim.   

Sevgilerimle... 
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.