Bilindiği üzere, “computer”in “bilgisayar”laştığı sürecin
başından başlayan çalışma yaşamım, mesleğe ve mesleğin gelişimine yeterince katkı
sağladığım inancıyla günü gelip emeklilikle noktalanmıştı. Yani, meslekteki
tokluk hissim madensuyuna muhtaç olmaksızın haylice ağır basmakta. Tanımayanlar
için bu varsayım elde bir tutularak, teknolojinin bildiğimiz anlama gelmediği,
gelişmediği, hatta her işte olduğu gibi kendimize benzettiğimiz bir tüneli
geçmenin umursamazlığında; ucunda ışık gözükmese de, fıkradaki gibi duble yolla
karşılaşılmaz İnşallah, ortada hala bir türlü buluşulamadığına bakılarak.
Teknolojiyi bizzat kullananların büyük bir bölümünün ilkokul
mezunu olduğu bir ortamda, banknotunu cep telefonunun pili ile kapağı arasına sıkıştırarak
taşıyanlara rastladıkça, daha benim bilemediğim ne öykülerin olduğu doğal
olarak karşıma dikiliveriyor. Böylesi kullanıcı kesiti karşısında, tabiatıyla
onların jargonuyla yazıya devam etmek artık kaçınılmaz.
“Teknoloji”nin anlamı hangi koridora çıkarsa çıksın, bizim
yapacaklarımızı bizim yerimize yapan ve ne olduğu konusunda da hiç bilgimizin
olmadığı bir “alet” silsilesinden öte değil. Hani icabında, ileri görüşlüyüzdür,
de;
“Zeki Müren”nin de bizi görmesini ya da önünden sucuk
koyduğumuzda arkasındaki deliğinden “inek” çıkarmasını bekler dururuz.
Vurgulayarak dururuz diyorum, zira sadece dururuz, hatta kıpraşmadan. Ve
sonunda Zeki Müren de bizi gördüğünde, “Sanat hayatınıza nasıl başladınız?”dan
öteye ikinci bir soru aklımızın ucuna gelemeyecek kadar konu üzerinde
yoğunlaşırız. Zira; artık “bunun çakması nasıl yapılır”ın derdine düşülmüştür
bir kere. Bize gereken, bilginin içi değil dışıdır. İçi nasılsa yan sanayiden bulunur.
Bu nedenle, arabamızı bir servise gösterdiğimizde, vazgeçilmez usta “Bunun beyni
karışmış” diyerek yeni parçayla değişimini önermesi artık sıradanlaştı.
Daha da az çalışabilmek uğruna, saatlerce kopyalanıp yazılır,
uygulaması içinse günlerce sürecek montaj yerine öğrenme meraksızlığımız ağır
basar her seferinde.
Internet’in bu kadar yaygınlaşmasının başlıca nedeni; bedava
seks filmi seyretme, bedava müzik dinleme hatta bedava zamparalık...
İnanmayanlar için 3.sayfa haberleri alev alev, tıpkı zamanında telsiz
kullanımlarıyla beyaz kadın ticaretinin nasıl zirve yaptığına dair geçmişi
unutulanlara, eski nüshalardan ulaşılabileceği bir yol olabilir.
Bedavacılık, hazıra konmacılık tatmini, teknolojiye olan
rağbeti sağlayan gerçek ana unsur. Yoksa, sabahın köründe yumruk yumruğa,
yağmalarcasına ucuza kapatılan bu metal çöplüğün, gerçek anlamda kullanıldığını
iddia eden birileri orta yere çıkabilir mi? Mesala, cep telefonlarına 1 yıldan
uzun garanti verilmesinin gereksizliği, satış listelerine göz atıldığında karocu
kalfası dahil, bir önceki modeli cebinde taşıyana sık rastlanmaması aynı
kavşağı kullanmamakta.
Ama bu nokta, bir tehlikeyi de beraberinde sürüklüyor.
Araştırma girişimine sürtünmeden, okuma ya da öğrenme alışkanlığının olmaması, “bir
bilen”in aklının yolunda gidilmesini kaçınılmaz kılıyor. Eski yıllarda bir
kunduracının sözlerinin bile değer bulabildiği ülkede, günümüzde doktoralı
akademisyenlere bile güvenmenin pek de doğru olmadığı, yaşadıklarımızın
arasından maşayla ya da kürekle çekilecek boyuta ulaşmış durumda.
Fıkrada gariban demiş ya; “Sen de b... gibi para, bu hıyarda
da bu ense oldukça daha çok sopa yeriz” diye.
“Sor bakalın Bilo, bunları neden yazdım ?” diye...
Çalıştığım Teknokent binasına bir gün bir alet getirip
duvara dayarlar.
“Ne ki ?” dendiğinde, “Personel giriş çıkışı için” derler.
“Eee?” nin yanıtı “Herkese kart dağıtılacak... tanesi şu
kadar $ dan...”
Bir kısım işyeri itiraz eder;
“Ben sahibiyim, 2 mühendisim, bir sekreterim var... ha bir
de çaycı.. ama böyle giderse onun da kalacağı şüpheli ya. Yani gelen giden
benim zaten önümde, bana boşuna para harcatmayın” diye.
Ancak Kent’i Tekno olana, denecek söz mü bu? Kısa sürede herkese
dağıtım yapılır, paralar kart sayısı oranında tahsil edilir. Ancak cebinde kartı olanların, memleketin
tümüne sirayet etmiş “acelem var” hastalığı var ya, birden o nükseder.
“Sürtmeyen olursa yaptırım uygularız”. Rica minnet
“sürtürüve Mustavaleyn” başlar.
Ama Kent tekno tekno atılıma ayak uydurmuş bir kere, durur
mu?
“Aylık mesai saatini dolduramayanlara verilen haklar geri
alınacak, muhafiyet kapsamından çıkarılacak”
Zira şehirde adamın şirketi var, teknokente geliyor, açıyor
bir ofis, ömrü Ergenekonluk, sonu gelmeyecek bir iki proje, şirket tüm
çalışanlarıyla birlikte muhafiyette.
Bunu Kent’in Tekno yönetimi bilmiyor mu? Biliyor.
Bile bile “evet” demiş mi? Demiş.
O zaman bu hava kime? Maliye bastırmış.
Peki, Maliye durumu biliyor mu? Bilinmeyenleri de.
“Peki” demiş mi? Demiş.
Firmanın biri;
“İşimiz gereği çalışanım imalathenelere parça yaptırmaktan
başını alamıyor?”
Bir diğeri;
“Bu testleri burada yapmanın ne iklim ne de ortamı var.
Dışarıdayız.”
Bu kez de firmalar toplu giriş ve çıkış sürtüşlerine başlar,
çalışanın ailesi Yalova depreminde göçük altında olsa bile. Bu toplu sürtüş
eyleminin engellenmesine yine Teknoloji yardıma koşar ve resim de çekebilen bir
hazır uşak gelir. Her ne kadar ilk zamanlar kızlar kameraya saç savurtan,
müstehzi bakan ya da dil çıkartmış karelerle belgelenseler de, Patronlar
fırçalanıp durum rapt-ı zapta alınır. Sonradan fark edilir ki; özellikle kış
günleri ışığın yetersizliğinden herkes “profiline fotoraf koymayanlar” gibi bir
silüet görüntüsünde, hatta bu dönemde kız mı oğlan mı, o bile karışır. Hızır
Tekno devrede. Işık birimi getirilir, yeni hat bulunamadığından tavanı boydan
boya kat eden beyaz kablo duvara tuturulur, derken bu kez de alttan gelen data
hattı için daha kalın bir kablo döşenir. İlki için adi plastikten kanaletler
döşenir, data hattı içinse ızgaralısından. Kıytırık alet gün be gün heybete
bürünür. Önüne yanaşırken kablo demetine takılmanın tedirginliğinde çekilen
fotografları, dışarıda deli dalgalar olmasa da “başı öne eğik” olarak göründüğünden
yine kimlik tanımada sorun yaşanır. Yere döşenmiş mermerlerden bir kısmı mermersizleştirilerek
gömülür ve kapı girişinde sabahları 48 puntoyla “GİRİŞ ÇIKIŞLARDA KİMLİK
KARTINIZI SÜRTMEYİ UNUTMAYIN!” yazısı karşılar, akşamları uğurlar.
Bu bana, yıllar öncesi çalıştığım bankanın bir şubesine
kurulan sistemi açıp kapatmak ve yedek alması için görevlendirilmiş bir sistem
sorumlusunun kıvrak zekasını hatırlattı. Sıradan bir gün, şubenin birine
girdiğimizde müşterilerin tam alnacında, duvara sırt vermiş iki yetkilinin
arasındaki dolap kapağına yapıştırılmış aynı puntolarla;
“SİSTEM KULLANICI KODU:.... PASSWORD:......” yazısını
gördüğümüzde, memleket ile tekno arasının nasıl yumuşatılacağı üzerine hayli
kafa yormuştuk. Sistem sorumlusu müşteriden başını alamadığı için “ne haliniz
varsa kendiniz görün” demiş. O arada bir de ispiyon almıştık, yöntemin nereden
alındığına dair. Yine bir başka şubede, sistem sorumlularını işe yatkın
olanlardan değil de ayak işlerine en müsait yeni girmiş memurlardan seçildiğini
öğrenmiştik. Sistem sorumlusu olarak seçilmiş kurban personel kızın yaşı genç,
iki ay sonra evlenmiş. Damat azgın, iki ay sonra kız hamile. Dokuz ayın sonunda
rapor ve işe başlamış. Tüm bu süreçte sağdaki soldaki destek çıkmış. Ama kız
genç anne olarak dönmüş bir kere. Ancak, sözleşme gereği süt izni var, bir
buçuk saat sabahtan bir buçuk saat akşam. O sıralar yine iktidar değişmiş yeni
atanan müdür de tanıklık ettiğimiz bu yöntemle sorunu şıp diye kökünden
çözüvermiş.
Bizim teknolojik gelişimimize gelişim katmamız süre gitsin,
bir yandan da bir firma sessizliğini koruyarak binayı teknolojik olarak içten
inşa etmeye başlar. Önce bina içini onca firmanın varlığına Casper niyetiyle
bakıp, neresini bulursa indirir. Aslında bina zamanında yüksek tavanlı
bildiğimiz büyük depolardan biri. 30x30 luk kolonlar üzerinde önce çıplak
bırakılmış, sonrasında deyimi yerindeyse giydirilmiş... PVC ile. Arada da
görenlerin şahadetine göre 30 cm lik kat betonu var. Bizim “cin olmadan adam
çarpmaya kalkışan” firma, tonlarca ağırlığı hergün gide gele iş ilişkisinden
neredeyse eş ilişkisine dönüşmüş operatörün, vincinin kepçe ucuyla ikinci kata
tıkıştırır durur. Gün gelir, kiloda ağır çeken ne kadar teknoloji varsa çatısına
bakan tavan alttan sökülüp, demir korkuluklar üzerine konmaya başlar. En son
eylem olarak, öyle olmasa da siz yine büyük bir Jenaratör diye görebileceğiniz
metal yığını gelir. Ve kapının önünde bir gün bekletildikten sonra ertesi gün
çatıdan ve ofisin dış duvarlarındaki PVC kaplamalarından fışkıran elektrik
kabloları, hava kanalları, su kanalları bağlantıları rüzgarda sallanmaya başlar.
Sonrasında kömürlü bir Şimendifer gürültüsü ile personelden daha fazla mesai
yapmayı sürdürür. Havalar kötülemeye başladığında, bir hafta sonu 1x2x3 m.lik
bir demir kutuyla koruma altına alınır. Tabii ki ses, çevresini kaplayan metal
panellerin rezonansa geçmesiyle iki katına çıkar. Hani öyle ki, bir kaç metre
geriden bakıldığında, adeta 70 li yılların Tuzluçayır’ındaki gecekonduların
bahçe tuvaletlerine öykünür, Kent Teknosu göğsünü gere gere övünse de. İşin
aslı şu; firma gerçekte Konya’nın hemen dışında büyük bir firma. Adam
imalathaneyi buraya taşımış, Konya göstermelik, Hollywood dekoru. Tüm imalat
vardiyalarla burada üretiliyor, muhafiyetlerden yararlansa da Konya’daymışcasına
fiyatlandırınca kâr 2 katına çıkmakta. Rengi yeşile dönük firma; diğer
firmalarca uygunsuz kullanım, uygunsuz yerleşim ve diğer gerekçelerle
sıraladıkları şikayetlerini Kent’e gönderse de, Tekno bunu haklı bir gerekçe olarak
görmediği gibi, herhangi bir Teknolojik Hukuku bile yok sayabilen bir Teknoloji
geliştirir. Gün gelir, boş arazilerden birinin orta yerine 4 katlı bir
Teknokent binası inşaatına başlar. Bir katını Kent Yönetimine, bir diğerini
kendisine, kalan 2 katındaki 20 işyerini de 20 yıllığına kira rantı
karşılığında işleteceği çarkı Proje olarak sunar, kabul görür, onaylanır,
törenle temel atılır, üç beş ay sonunda çatısında bayrak dalgalanır. Ancak beri
yanda kalan gecekondu mimarisini modelleyen firma, leasinglenmiş makine
parkınının münzevi alt yapısına daha fazla dayanamayıp çöker, çökerken de ardında
elektrik hattında yangın çıkarmayı ihmal etmez. Konyalı tilki yeni oluşan küllü
durum karşısında, “ilk hamleyi yapan kazanır” şiarına uygun olarak, bahçede
sigarasını tellendiren güvenlik görevlisinin tiryakiliğini suçlayarak işe
başlar. Kağıda dökme fırsatı bulamadığı senaryosunu, görevlinin bina içinde
içtiği iddiasıyla sürdürür, duman alarmı sisteminin devrede olduğu, kendi
yangınını haber verecek kadar çalışırlığı kurgu hatası yarattığından, ısrarlı
ithamdan son anda çark ederse de, açık havada izmariti 8 metre yukarıya doğru
havaya fırlatan orta parmak fiskesinin Olimpiyat rekorunu zorlaması bir yana,
2. Kattaki kapalı pencereye ne yapacağı haylice merak konusu olur. İtfaiye
raporunun elektrik kontağı olarak tespiti, Kent Yönetimini Firmanın başlattığı komedinin
sürdürebilmesi için, nazire yaparcasına bahçedeki tüm çöp ve kül tablalarını
kaldırmakla güldürü dünyasındaki yerinden kaygı duyulmasını engeller.
Bir başka ofise sessizce yerleşen bir grupsa, bölünerek
üreme aşamasını bitirirken, açık unutulmuş kapısından içeride hiçbir eşyanın
olmadığı farkedilir. Şalvardan geçiş yapmış, aksakalı bol, küçümenden, az dişli
bir adam daha çok Ulus’taki nalburiye dükkan sahipleri görüntüsünde ve yanında,
başında siyah Bolşevik kasketi, yüzünde sakalı babasının siyahı olan oğlu, avanesi
ise yağdan kudurmuş saçları bellerine dolanmış, çıplak ayakları çölde yürünmüş
kadar tozlanmış sandaletli, kulakları tabii ki küpeli, hani daha çok Cat Stevens
ile Yusuf İslam’dan ortaya yapılmış bir karışık kıvamındaki bir gürühla girip
çıkarlar ofislerine. Firma dış görüntüsüyle, “sen önce ihaleyi ayarla, firmayı
ona göre kurarız”ı çağrıştırması, düşünceleri haksız çıkarmayıp ancak bir ay
sonra tabelasını asabilir. Her nedense Cuma günleri öğlen saatlerinde yapılan toplu
çıkışlar, daha çok haftasonu iznine çıkan erat düzeninde, ikili koldan böyle
nereye gittiklerini tahmin etmek zor olmaz. Kimsenin de umurunda değilse de,
erkekler tuvaletinde aniden su havuzlarına düşmeler, lavabolarda ayak yıkandığı
izleniminden kaynaklanan kuşkular birkaç günde şahadete dönüşür. Tekno,
ertesinde arkası yapışkanlı kırmızı kağıtlarla uyarı yazıları asar.
“Lavabolarda ayak yıkanması hijyen kurallarına göre
sakıncalıdır. Bu kurala uyulması...”
Ancak iktidar küstahlığı, o yazılar asılmamışcasına sürdürülmesinin
inadı uç verip, hoyratlaştırıyor inatlaşmayı. Bu noktada Tekno ne yapsın,
elektriksiz köye buzdolabı götürmenin çaresizliğiyle. İşte devreye NoTek
giriyor ve “okumanız yazmanız yok mu?” sözlü uyarısı “Görmedim... hem ayak
yıkamanın sağlığa aykırı ne yanı varmış anlayamadım” dediğinde Kent’in Tekno’su
üzerindeki kaygılar bir kez daha artıyor. Ardından yazılar da kalkıyor, ayak
yıkama seansları da. Ancak, şu sıcak günlerdeki yünlü Bolşevik Şapkası
Teknolojiye aykırı mıdır bilmem ama, Sosyalizmde Nakşi’den bir Bend olmadığını
biliyorum ve olsa olsa Nakşiler kendilerine Sosyalist bir Bend koyduklarına
yoruyorum.
Dönersem, bizim bu kapı bekçimizin pehlivan tefrikası maceralarına,
o akşam üstü duruşu pek mahsun geldi bana. Bir kaç “yenisini takalımcı”
teknisyen başından ayrıldıklarında, başı öne eğik vazo kırmış kedi
kıvamındaydı.
Baktım hazır yeri gelmiş, çene desen zaten geveze. Bundan
iyi fırsat mı olur ? Başladım önerilerimi sıralamaya...
“Yav, bu alet, bir resim çekiyor bir de kim kartını kaçta sürttü
diye kayıt alıyor. Bunca masrafa günah. Onun işini insana yaptırsalardı,
emekliliğini isterdi sıkıntıdan. Mesela, boş beklerken müzik çalsa, sabahları
erkek ise derin kadın sesiyle “Seni yer bu zilliler... dün gece saza niye
gelmedin... Behlül ayağını kaydıracakmış senin, haberin olsun...”, kadınsa
cillop bir erkek sesiyle “Fıstık, sen bu gün ofise girme istersen, seni gören
çalışmayacağından Patron kızacak... fıfııyytt kız sen İstanbul’un
neresindesin...” gibisinden biraz yalan söylese. Hiç bir şey yapmasa, bari kilomu
söylese. “Biraz spor yap ya da yağlıdan, hamurdan kaçın...” gibisinden uyarsa
ya da “Ayakkabıların bugün de boyasız... kravatın eğrilmiş... bugün pazaar,
dükkanlar kapalı... saçındaki toka ayakkabına uymamış... bunca kiloyla giyilecek
kıyafet değil, beline elindeki kazağı bağla...Bu ne hal, Ağrı dağından düşsen
kemiğin kırılmaz, az ye az...” diye güne yön verse. Ya da “hala tatile çıkmadın
mı... tam kafa çekilecek akşam haa... bari bugün gaz kartını doldurt da, it gibi
titremeyin evde yine... son günlerdeki harcamalarına biraz dikkat et...” diye
sosyal yaşama çeki düzen verse. Ya da bir köşesinde hava tahmin raporu ya da
dün akşam ki derbinin sonucu ya da Eurovizyonda kaçıncı olduğumuz ya da en son
Olimpiyat madalayası almış sporcumuz ya da Bihter’in Yaprak Dökümünde vardiyalı
oynayıp oynamayacağına dair RTÜK kararı...”
Tüm bunları diyebilirdim belki, ama daha söz bitmeden benim
biteceğim ufukta göründüğünden vaz geçtim.
Şaka bir yana aklıma en yaygını geliyor; TV.
Önceleri kalkıp çevirerek, kimi zaman çatıdakine seslenerek
ayarlanmış tek kanalın tuşuna basılırdı. Sonrasında “değiş Tekno” gelip tuşları
kutuya koydu. Sonra aynı kutulardan tekno decoder, tekno sinema paketi, tekno
anten, zaten cep telefon elde bir, belki iki. Hepsi için cepleri olan bir
heybe, kaltuk koluna vuruluyor... asılıyor. Takiyesi Mahmut kanalı mı, yerli
porno için diziler mi, hidayete ermek için cüppeliler mi, dansöz eskidendi,
şimdileri şifreli öde-seyret kanalı mı, harmana kapılacağın maç, yemek, sen seç
biz evlendirelim kanalları mı... liste uzayıp gidiyor. Hiç biri bir görme
özürlünün anlayışla karşılayamacağı cinsten... sanal dediklerinden. Bir Usta,
bu teknoloji hayranını “göbeğini kaşıyan adam” diye nitelendirmişti. Zaten sıra
“göbeğimi kaşır mısın” teknolojisinde. Ama korkum o ki; kaşıyan teknoloji de
gelecektir gelmesine ama, ya göbeğini teknolojiyle kaşıttıracak teknolojik adam
da gelirse, aslı o zaman ne yapacak? ben de merak içindeyim.
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.