Bir yaz gecesinin bir kış gecesinde
özlendiği, yorgunluğun öylesine içe çöktüğü bir akşamın izbesinde;
bacaların püskürttüğü kükürtün genizleri yaktığı, günün incir çekirdeği
çekişmelerinden bitap düşmüş bedenin acınacak haliyle, belki de
sığınacak bir liman arayışıydı cesaretten yansıyan yürekteki o
kıvılcımlar. Henüz bilinmiyordu birazdan teknoloji kullanmaksızın
anılacak siyah beyaz film şeridinin acalesiz nasıl izleneceği. Tesadüf
bu ya, solunacak iki nefes taze havanın gün boyu ciğerlere iskan etmiş
nikotin dumanı ile yer değiştirme niyetine güvenip, kulpuna asılınmış
pencereyi açtığında ardına kadar, zemheride birden yüzüne çarpan
mevsimini şaşırmış eski bir yaz akşamı serinliğiyle başbaşa kalıverdi,
tanıdık kokuların İspanyol dilberi fütursuzluğunda beynini
mıncıklamasına ses bile çıkarmaksızın. Film daha önce yaşanarak
görüldüğünden beden çoktan kendini gönül rızası ile gözünü kapatıp
teslim etmişti bile, sonraları tecavüz iddialarına kalkışamama
mütecavizsizliği kıvamda. Loş bir aydınlıkta, ayak altında ezilen
çakıltaşlarının çıkardığı seslere, ayçekirdeğinin, kabakçekirdeğinin
tuzlu tuzlu kavutunun dumanı karışıyordu, renkli ampullerin direkler
arasına gerdirilmiş iplere çamaşır gibi asılmış sallantıları gözlere
batarken. Küçük, kemerli, ışığı dışarıya yansıyamayan bir pencerenin
önünde bel bükülerek alınacak biletler için, sıra aralığının sıranın
kendisine gelmesiyle ilişkisizliğinin bilinciyle, arkadakinin nefesini
öndekinin hissetmediği boşluklarla kuyruğa giriliyordu, bir kaç metre
sonra orta yerlerinden yırtılmaları kaçınılmaz olsa da. Bu, küçük bir
çocuk için geçirilecek keyfli gecenin belki de en vahşi sahnesiydi,
yeninin daha eskimeden çöp yerine konulmasının o yıllarda bir
savurganlık sayılmasının haklılığında. İşin erbabı olmayan çekirdekçiler
leblebiciler, gazete kağıdından kıvrılmış külahlarda satıyorlardı
önlerindeki küçük torbalardan çay bardağıyla doldurduklarını, sıcak
sıcak. Üstelik satış aralarında anamallarının öncelikle kendileri
tarafından tüketilmesi, gözlerin henüz paraya bürünmediğinin en çarpıcı
kanıtıydı, daha sonraki yıllarda bunun tersi moda olsa da. Açıkhava
sinemaları genelde, bir şilebin kaptan köşkü görünümünde, dar, iki
katlı, dıştan eğreti bir merdiven ile tırmanılan üst katındaki
projeksiyonlu film makinasını taşıyacak dayanıklılıkta, tuğladan örülmüş
tek bir yapıdan oluşurdu. Alt katının sinema içi büfe, dışı ise gişe
olarak kullanılırdı. Yukarı kattaki makine dairesinin küçük mazgal
deliğinden fırlayan firari ışık seli tam karşısında birbirine dikilmiş
beyaz patiska çarşafların gerdirildiği sinema perdesi üzerinde resim
olurdu, kimi sert rüzgarlar estiğinde perdeye yansıyan görüntü
dalgalanıp rüya izlenimi verse de. Dışarıdan görülemesin diye zemindeki
çakıltaşlarının beyazlığına inat, çepeçevre rengarenk yüksek tahta
korkuluklarla perdelenirdi, istenirse kaykılmış görüntüye razı olunarak
dışarıdan kaçak seyredilebilinse de. Biletli seyircilere göre en
şanslı insanlar; hemen yanıbaşlarındaki az katlı evlerde oturan mahalle
sakinleriydi kuşkusuz. Ancak balkonlarında loca görüntüsünde
koltuklarına rahatça oturanlar gönlünce yiyiyor, keyfince içiyor,
sinemadaki biletli seyircilerin her gördüğünü görüyor gözükseler de;
hepsi tek bir kalasa çakılı bir sıra üzerindeki tahta iskemlelerde,
hamile ya da pusetlilerin sıra başlarında, anaların çocuklarının
enselerine bir şaplak atımı uzaklıkta oturmasını, iskemlelerin
oturmalığı ölçüsünde motifli dokunmuş küçük kare halıların evlerden
koltukaltlarında taşınmasını, karşıki evdeki komşularla uzaktan başla,
gülümsemeyle, oturulan yerden eğilerek uzaktan selamlaşmasını,
delikanlıların, gençkızlarla onca kafanın gölgesine rağmen cam gibi
gözlerle bakışmasını, bakışmanın ortasına giren babanın gözleriyle
birlikte kaçışmasını, kalabalıktan kaybolup bulunmuş ağlak çocukların
“puf puf lütfen dikkat...” diye anons edilmesini, Mabel Arapkızı
sakızların ağız içlerinde çıtlatılarak hatta şişirilip iki dudak
arasında patlatılarak dedikoduların yapılmasını, yaşlı dulların uzaktan
birbirlerine gösterilmesini, gongla birlikte kafalar arasından en iyi
görüntüye sahip konuma geçerek gez göz arpacık misali kımıldamadan
mevzilenmesini, günün sıkıntılarını yaktığı filitresiz sigara dumanına
doldurup esen akşam yeline bırakmasını ve dile yapışmış tütünlerin
parmakucuyla ustaca toplamasını, fragmanlar seyredilirken “Bu filmi
görmüştük... ayy çok güzeldii...” ya da “Hatırlıyor musun?, hani bilet
bulmadığımızdan kaçırmıştık ya...” diyerek bir kaç gece sonrasına
“iyi... geliriz” diye karar verilmesini, aradan birisinin ayağını
titretmesiyle birlikte sandal içinde deniz tutmuşcasına sallanılmasını,
“lütfen sallamayalım...” uyarısıyla yerini dinginliğe terk etmesini,
arka sırada oturan ve kendini filmin heyecanına kaptırmış üç numara
traşlı çocuğun ağzından sıcak, ağdalı tükürüğüyle püskürttüğü çekirdek
kabuklarının yapışmış enseden söylenerek ayıklamasını, ışıkların
sönüklüğü ve ortamın havadarlığı fırsat bilinip çaktırmadan çıkarılmış
ayakkabılardan tüten ayak kokusunun esen akşamsefası kokusuna
karışmasını, “on dakika ara” yazısının bile perdede durmak
istemezmişcesine geldiği gibi aniden kaybolmasını, yanan ışıklarla
birlikte olanca sessizliğin şişe açacağının tersiyle patlatılarak açılan
sade gazozların kokusuna terketmesini, “yok mu, soğuk su içeen...” diye
mahalle çeşmesinden doldurulmuş testilerin diz üzerinden cam bardaklara
dökülüşlerindeki serinliğini, içilen gazozlara leblebilerin boca
edilmesini ya da bir torba leblebi tozunu tümüyle ağzına boşaltığından
tıkanıp nefes alamayan çocuğun sırtına, durumun vehametine eş şiddette
söylenerek vurulmasını, baş yukarı çevrildiğinde hışırdayan yaz
yaprakları arasından görünen ayın ve yıldızların seyredilmesini ya da
mehtap çıkmışsa dua bile edilmesini, çalan gongla birlikte büfeye akan
kalabalığın tahta iskemlelere doğru yön değiştirmesini, tuvaletten geç
çıkıp da yolunu şaşırmışların “burası benimdi sanırım” diye karanlıkta
tanımadığı birilerinin kucağına istemeden oturmasını, bir ağızdan saf
komikliklere gülünmesini, veremli kıza gözyaşı dökülmesini, tecavüzcüye
beddualar edilmesini, film karelerinin birinin diş atıp takıldığında
perde üzerinde donmuş görüntüdeki küçük kahverengi beneğin genişleyerek
tüm kareyi sararak yanışını seyretmesini, ardından kıpırdaşan
karanlıktan gökyüzüne taşan ıslıklar arasından “Makiniist..” diye
seslenmesini, filmin en heyecanlı sahnesinde mahalle camiinin minaresine
bağlanmış hoperlöründen ezan sesinin duyulmasını, yakınındaki
trenyolundan geçen banliyö treninin takırtılarını, üstüne
yetmezmişcesine lokomotifin bir de onlar için çaldığı düdüğün ya da
yanıp sönen ışıklarıyla tepeden geçen kanattan motorlu nakliye uçağının
homurtusunun filmin en can alıcı konuşmalarını bastırmasını, hüzünlenmiş
yürekler, ağlamaktan kuruyup şişmiş gözler, yüze çökmüş uyku
mahmurluklarıyla en etkili müzik perde ardından yankılanırken “son”
yazısının karaca ürkekliğinde perdenin önünde titremesini, ayağa
kalkanların mırıltılarla uyuşmuş diz, bilek ve bel ağrılarından
sızlanmasını, uygunsuz yerlere sıkışmış donların hep birlikte ayağa
kalkıştaki sıkışıklığın görüntüyü perdeleyeceği inancıyla etrafa belli
etmeksizin düzeltilmesini, öndekinin topuğuna basmadan cenaze merasimi
adımlarıyla içerideki seyircinin biran evvel boşaltılabilmesi için iki
kanadı birden açılarak daha çok hangar kapısına dönüşmüş çıkışa doğru
ağır ağır, ayakları sürüye sürüye ilerlenmesini, uykuya dalmış küçük
çocukların analarının omuzlarına yaslanmış huzurlu başlarını, üzerlerine
örtülmüş hırkaların altından hissedilen yalpalayan adımların tatlı
sarsıntısını, gözleri mahmurlaşmış da olsa hala uyanık kalmış daha büyük
yaştaki çocukların filmin dialog ya da monologlarını taklitle,
gözlerini aça aça, heyecanla ya da korkuyla yinelemelerini, evlere
yürüyerek dönmelerini,... şilep dekorlu mekanı gönüllü dolduran
yolcularla aynı tadı alamamalarını sinemadan yirmi otuz metre uzakta
kalmalarına bağlarlardı, karşı komşunun yaşamını pencereden izlemenin
anlamsızlığında. Ancak aynı tadın alınamamasına neden olan sebep, içini
görebildikleri bahçeyle aralarının bunca yakınlığına rağmen,
seyircilerin topluca geçirdikleri o gecede neredeyse elle tutulur kadar
somutlaşmış ruhun, kendini saran tahta korkulukların dışına
taşamamazlığıydı; tatsız tuzsuz bedavacılık bir yana, haftanın bir kaç
gecesi sinema balkon komşuluğundan sıyrılıp güle oynaya biletli
seyirciliğe soyunduklarına bakıldığında. Şimdi; gece gece solunan
bir nefeslik taze havanın onu nerelere alıp götürdüğüne bakarak,
yeniden ciğerlerine doldurmak istediği soluğu düşündü, inandırıcılığını
yitirmiş dünlerin düş olduğu bir zaman yolculuğuna bir daha çıkıp
çıkamayacağının tedirginliğinde. Ahşap pervazlardan içeriye girmeyi
düşleyen zemheriye bir o kadar inat, ılık bir yaz gecesinin meltemiyle.
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
"Düşünceler,
insanların dillerine vurur.
Bundandır, ben de her sabah
Güneş doğmadan;
akşamdan kalma bu çarpışmalardan
yerlere saçılmış kelimeleri toplarım.
İşte yazdıklarımın tümü bu..."
VITRIOL
-
VITRIOL: Visita Interiora Terræ Rectificando Invenies Occultum Lapidem
Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli
taşı (fel...