25 Kasım 2016 Cuma

Mutluluğun Çöpten Bacakları vardı


Bir sanatçı iskemle komşunsa, dikkatli olmak gerekir. Öyle olur olmaz alkolün rehavetine kapılmamak yerinde bile olur. Adı üzerinde sanatçı bu, ne zaman ne yapacağı belli olmaz.
İki buçuk yıl öncesiydi, ılık bir yaz akşamında tümü kırk beş yılı aşmış dostlarla dem tutmakta, kah oradan kah buradan, kah bir kısmının hiç yaşamamışcasına unuttuğu o günlerden kah bir kısmının hiç unutamadığı bu günlerden kürek çekiliyor saltanat kayığındaymışcasına. İzzet gidip ikram geldikçe; rehavet sürekli rubikon atıyor, özgüven saçmalamanın makuliyetine körü körüne inanmanın saflığında.
Soğuk mezeler büyükleri ağırlıyor, arasıcaklar kısa da olsa konuş(a)mamışlara olanak tanıyor, sıcaklar büyüklerin yeni büyüklerle ikmal edilmesine yataklık yapıyor. Sıra geliyor meyveye. Her bir şişmiş ego yolluk istemeye, "Söyle de birer yolluk versinler" demenin gereksizliğinde çoktan teşne.
 

İşte tam bu sahnede tokatı yemiştim.
Yollukları da kapatmanın gevşekliğindeyken, masadaki yan komşum Selçuk Demirel, tabağını uzatıyor bana... Görünenin tümü kiraz saplarından menkul. Ve uyandırmak zorunda hissediyorum kendimi. Ve yüzüme diyor ki; 
"Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin, hani işin kolayına kaçmadan... Yapıyorum abi, yapıyorum işte. Deha işte şu an duyduğum mutluluk bu, hem de kolayına kaçarak"
Demem o ki Selçuk; Abidin Dino'nun, terekesinin bir kısmını emanet ettiği kişi ve o emanetlerle, onun adına bir sergi açmıştı, bir kaç yıl öncesi İstanbul'da.
Bir zamanlar, porselen tabaklara fotograf taab ederlerdi. Adam kirazını yerken kendi portresini yapıvermişti oracıkta üstelik, içinde kırk beş yıllık bir mutluluğu taşıyan.
 

Hesap ödeniyor ve gece yarıyı bırak, sabahı kurtarmanın derdinde bir saat olduğundan alel acele sofra toplanıyor, "temiz masada oturun" bahanesiyle. Bu saatten sonra eve hangi araçlarla gidebileceğini aklında oturtmaya çalışan suratlı komi, pür telaş masayı adeta silip süpürüyor, bir an evvel kendini kapıdan dışarıya atabilmenin gayretiyle. Ve sıra geliyor Selçuğun portresine. Hışımla uzatıyor kolunu ikimizin arasından. Kol orada donuyor. Ben Selçuk'un, o benim kominin elini engellediğinden şüpheleniyoruz. O atom karınca gitmiş, Brigitte Bardot'ya aniden aşık olmuşcasına yüzünde tuhaf bir tebessüme karışan aydınlanma beliriyor. 
"Eee...mmm... abi... n'apcam bunu" Selçuk boynunu çeviriyor. 
"Ne demek n'apcam? Ne bileyim n'apcağanı oğlum." Tedirgin bir sesle; 
"Abi, biri bu tabağa bir resim yapmış...n'apcam şimdi ben bunu?... Onu soruyorum" Selçuk devam ediyor; 
"Ne bileyim oğlum, ne istiyorsan onu yap... sevdiysen eve götür" Tedirginliği sürüyor; 
"Götürmesine götürürüm de, giderken bozulur... yapıştırsam mı acaba? hem yapıştırıcı alana kadar bulaşıkçı çoktan halleder bunu... anlamaz ki" 
Bu kez ben çift dalıyorum; "Sen anlar mısın?"
Cevap net ve kısa; "Anlamam ama severim..."
Gözümün önünden "Atatürk, batı kültürünü dışarıdan getirip dayattı burnumuza ama, Türk halkı yemedi, bünye kabul etmedi" diyen nurcuyu anlarım ama, aynı söylemi papağan gibi tekrarlayan, kendini keskin solcu diye pazarlayan AYDINlar konusunda kuşkularım pratiğe bakarak dağılıvermişti o an.
Bu düşünceden ayıldığımda, komi topladığı tüm bulaşık tabaklarını servis masasına bırakmış, iki eliyle tuttuğu tabaktaki kiraz sapından portreye baka baka, tedirgin ama yavaş ve dikkatli adımlarla uzaklaşırken görüyorum. O an elindekini ne yaptığını ya da yapabileceğini hiç düşünmek dahi istemiyorum.


Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder