2 Mayıs 2010 Pazar

Akla Düşmeye Görsün


Bir Anneler Gününde, söze Dedemle başlamak her ne kadar tutarsızlık gibi gelse de sonraki yıllarda bir Babalar Gününde Annemden “nasıl bilirdiniz ?”e dair “hakkımızı helal ettiğimize” şahadet ettiğimizden, ortada bir çelişki olmadığını söyleyebilirim.

Bir odadan diğer odaya bastonuna dayanarak gidene kadar kurufasulyenin düdüklü tenceresiz piştiği bir düşkünlük içinde, yaşını başına haylice almış ancak aklı henüz gitmemiş, önünden her geçişimde başımı öpmeden geçirtmeyecek yüreğe sahip bir dedeydi. Askerde sökmüş olsa da okuma yazmayı, göğsüme kurdaleyi taktığım erken yaşlarda öğretmeye başlamıştı uzun yıllar sonrasında karşılaştığım akademik öğretileri.

Böylesine şanslı yıllardan bir gündü, onu soba başındaki sandalyesinde iki eliyle bastonunu sıkıca kavramış ağlarken yakaladığımda. Islak bakışlarıyla gözgöze geldiğimizde, ortada artık gizlenecek bir sır da kalmadığını anladığından hıçkırıklarının sesini saklama gereği de duymadı. Çocuktum; içim burulmuş ağıtın bitmesini beklemiştim tüm sessizliğimle.

Yan cebinden çıkardığı çizgili kumaş mendilin dışıyla önce gözkapaklarını, sonra yanaklarından süzülmüş titrek tuzlu yolları, ardından sakalının tellerinin ucunda çiğ tanesi gibi damlamayı bekleyen gözyaşlarını sildi. Katlı mendilin ortalarına doğru açık uçlarından bir katı aralayıp, arasına sıkıştırdığı burnundan uzun uzun sümkürdü. Burnundan derin kesik kesik nefes alıp solunum yollarının tıkanıklığını denetlediğinde, sorgu saatinin geldiği artık gün kadar aşikardı.

“N’oldu ?... Niye ağladın ?”
Boğazına düğümleneni temizlercesine bir iki ses çıkarttıktan sonra;

“Anam... anam geldi aklıma.”
“...Eee ?”
“İşte... aklıma geldi... dedim ya.”

Dedemin dışgörünüşüne bakıp annesinin nasıl olabileceğini zihnimde canlandırmanın çabası, ne kadar kendimi zorladıysam da beceremeyip kelimelerin anlamı tüm anlamsızlığını korudu. Yavaş hareketlerle diğer odada ders çalışan abimin yanına seğirttim. Sessizce omuzunun ucundan masanın üzerindeki açık kitaba bakmaya başladım, söz hakkımı uygun bir anda vereceği umuduyla. Gözlerimdeki şaşkınlığı anlamış olacak ki;

“Ne oldu ?”
“Az önce dedem ağladı...”
“Derdi neymiş ?”
“Annesini hatırlamış...”

Gözlerini gözlerimden aynı sakinlikte düşünceyle aşağı doğru kaydırdı, benim de eşlik ettiğim dudağındaki yavaş tebessümle. O gün, benim anlayamadığımı abimin anladığını anlamıştım. Ve onunla en büyük farkımızın yaşımız olduğu bilincinde, anlamam için zamanın ben de anlayana kadar geçmesi gerektiği sonucuna varmıştım.

Üzerinden çok ama çok yıl geçti; onca deprem, onca yalan, onca talan, onca idamlı iki ihtilal, liberal, demokrat, hatta sosyal demokrat, milliyetçi, cepheli, muhafazakar, türbanlı, ampullü iktidarların her tür cambazlığı milletine mübah kıldığı uzunlukta. Ve ben de her adem gibi Annemi; belki filiz verir, filiz çiçek açar, o çiçek bir sevgilinin sevdalısına yüreğinde hissettiklerinin karşılığı niyetine verir diye toprağa ektik.

Sonrasında yine bir vakit geçmişti üzerinden, her ne kadar ben dedemin bir zamanlarki o yaşına henüz gelmemiş olsam da. O sabah, işyerinde mesai öncesi kahvaltı yapmak için kafeteryada otururken geldi başıma. Önce boğazıma takılanın yediğim poğaça olduğunu zannetmiş olsam da gözümden bana aldırmadan akanlar, bahane aramamam gerektiği gerçeğiyle yüzleştirdi beni. Aklıma gelmişti... Annem... O an gel de Dedemi sevgiyle yad etme. Herkesin algılaması farklı olduğundan; ben ancak o gün, yıllar öncesi doksanlık bir adamın aklına anasını düşürüp ağlamasını anlayabilmiş ve o an ona sonuna kadar hak vermiştim. İşte yazının sonunda okuyacaklarınız, o gün masadan kalkmadan yazılmış, üzerindeki nemi kurumamış kelimelerdir. Hala olmadık anlarda aklıma gelir ve aynı sahneyi tekrar tekrar yaşarım.

Annemi yitirmeden önce kendi annesini kaybetmiş bir dostum anlatmıştı; “Aklıma esiyor, genelde de aklımın ya da işlerin karıştığı günlerde alıp başımı gidiyorum anneme. Ayakucuna oturup biraz sohbet ediyorum, biraz dert yanıyorum, biraz şikayet, kimi zaman bir sitem. Sonunda da bir güzel ağlıyorum, bazen anıra anıra. Ohh bee. Annemde gerçek huzuru bulup kuş kadar hafiflemiş olarak dönüyorum yine aynı keşmekeşin içine. Beni bir süre idare ediyor, ta ki yaşam beni yeniden boğacak noktaya getirene dek.

Dostumla aramızda geçen o konuşmadan sonra aynı yöntemi ben de kullanır oldum.

Dostların hoşgörüsüne sığınarak son bir ukalalık etmeden geçemeyeceğim; Pazar günü çay içip kek yemek, sizin için sarılmış dolmaları mideye indirmek yerine, onu öpmeye, koklamaya gidin. Zira hiçbir söz; tenin tene, nefesin nefese verdiği sıcaklığın yerini asla tutmuyor.

Bu sabah
Birden Annem düştü aklıma;
Ağladım.

Gözyaşlarım, bir nedene bile gerek duymadılar,
Tepenin yamacından aşağı merdivenle kayan
Elleri buz tutmuş bir avuç çocuğun
Coşkusuyla süzüldüler;
Her damlası erimiş kartopunun bereketinde.

Hasretine yapışmış sevgisine karışıp çamur oldular.
Ben sildikçe bulaşanlar
Öpücük oldu yanaklarımda,
Başımı yasladığım göğsün
Kokusunun kıvamında.

Anlayacağın,
Ağlamaktan değil ama öpülmekten boğuldum
Bu sabah…

Şubat 2004

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

2 yorum:

  1. ahmet sönmez3 Mayıs 2010 09:27

    Niye her şey zamanında olmaz... Olsa da yetmez...
    Bunları düşündüğümde o yoktu... O olduğunda da düşünemedim. Hep böyle gidecek sandım. O anne ben oğul.. Hep büyümeye çalıştım. Bu çabalamamda onun yaşlandığını farkedemedim. Farkettiğimde ise gördüğüm, ben hala çocuk kalmaya çalışırken "onun" da çocuklaşmaya başladığıydı.
    Rahmet olsun. Her gün onlarlayız. Düşünmediğim gün yok ki...

    YanıtlaSil
  2. Neden bu duygular anneler kaybedilince yaşanır ki..Çok şükür annem sağ ama yine de ağlattın.Neye ağladım biliyor musun beni kaybettikten sonra çocuklarımın yaşayacağı şimdi farkında olmadıkları duygulanımlarına..

    YanıtlaSil