23 Kasım 2010 Salı

Aydının Aydınlığı (23 Kasım 2008)

Yazıya dökülmüş düşüncelerin, aradan geçmiş koskoca 2x365 günün değişimsizliğini kanıtlarcasına, bugün bir tek kelimesine bile dokunulmasına gerek görülmüyorsa; iki yıl boyunca akan yaşamın inadına ya zaman durmuş ya da akıl. Zaman Tanrı'nın yönetimindeyken, aynı yazıyı yeniden okumanın aklı ne kadar dürtebileceği ise umudun yitirildiği ışıksız kavşak olsa gerek. Beklenti; karanlıkta birbirlerine sürtülen iki çakmak taşının çıkardığı kıvılcımdan aydınlanma umudundan öte olmasa gerek.

Sevgilerimle...

ahb

Çocukken; "Aydın" dendiğinde her ne hikmetse, aklımıza hep ilk sırada "Öğretmen" gelirdi. O yıllarda gelişim evremizin henüz yeni oluşmaya başlamasından olsa gerek; "Aydın"ı, kendimizce "Işık tutan" diye tanımlardık, kırışmasından hiç gocunmadığımız beynimizde. Günümüz estetik cerrahisi artık olabileceği son noktaya geldi, dayandı. Beynimize... Davul derisi kadar gerdirilmiş yüz gibi düz olmalı, kazara arada düşüncelerin saklanabileceği, aklın takılabileceği girintiler oluşturup sorun yaratmamalı. Zaten bir kere oldu mu, ardından belirli aralıklarla zerk edilen botox, artık neştersiz, narkozsuz düşüncenin ifadesizleşmesine yeterli gelecektir. Bu nedenledir ki; o kahrolası kimliği muğlak AB(D) li uzmanların, ekranlardaki gündüz kuşaklarında papağanlaşmış ticari söylemleriyle, düzleşmiş ya da sinirleri dumura uğratılmış beyinleri ufak ufak didiklemeleri. Korkarım vücudun yağdan arınması uğruna beynini liposuction ile feda edecek çok sayıda gönüllü var bu ülkede. Kollestrolden bir top yap at ortaya, 22 kişi ciddi ciddi birbirlerinin kemiğini kırmaktan çekinmeyecek Gladyatör ruhuyla tepişsin dursun, yetmezmişcesine; 50.000 i tribünlerden, 20.050.000 i ekranlardan, altındaki toprağın üzerinde kendisiyle birlikte gittiğinin farkına varmadığı gibi birbirlerini döner bıçaklarıyla doğrayabilecek doludizgin ilkelliğin zirvesine; ışık, aydınlık zarar vermesin diye başını sarıp sarmalayıp bağdaş kurup oturuyor, sarıklı ulema kıvamında. Dün Yumurtanın zehir olduğunu öne süren temiz yüzlü, "yurtdışında bir numarayMIŞ" denenlerin, "MI acaba ?" demeksizin kucağına atlanıyor ve dün söylenmişlere aldırmadan bugünkü yeni söylemiyle "Ha babam, de babam" üç öğün yumurta tüketiliyor. Felsefe kitapları okumakla Felsefeci olduklarını ileri sürenler, kendi düşüncelerini değil de karakaplılarda ne yazdığını kendi düşünceleri gibi sunduğunda karşımızda kavak ağacı arkasına saklanmış filler gibi görünüyorlar. Uslûpsüzlük usûlsüzlüğü, usûlsüzlük gevezeliği, gevezelik zevzekliği, densizliği doğurup duruyor, namus belası uğruna bir köyün düşünmeksizin diğer köyü bastığı topraklarda. Ekranlarda ağzı bozuk, başı bozuk, kişiliği tümden bozukların kalbur üzerinde kalmamış konuşmalarını dinleyip günlerini geçiriyorlar. Diğer yanda basılan feryadı ırgalayan bile yok, oto alarmı öten arabaya hiçbir pencereden baş uzatılmaması umursamazlığında. Hani bir şarkı vardı ya; "Onun arabası var,..." o hesap; " Onun da nohutu var,..."

Çocukluğumuzu geçirip gençlik dönemimizin hararetli günlerine geldiğimizde, kitaplar güncelle aramızın 100 sene olduğunu yazardı. Rahmetli babam ise "Tamtamlı, Totemli kabile" dediğinde, karamsarlığına, abartısına verirdik. Yüzyıllar öncesinin ortaçağ Avrupa'sının aydınlanması eğer ki bugün ancak kapımıza gelmişse, o zaman Rahmetliye hak vermemek de elde değil günümüzde.

O yıllarda; aydınlamayı yaratacak çıkışa, toplumu yönlendirecek en büyük gücün "Öğretmenler" olduğu kuşkusuzdu. Yani Öğretmenler; neyin, ne kadar, ne zaman, nerede ve kiminle yapılması gereğini anlatırlardı. Kısaca, eğitirlerdi. Yazarları, çizerleri, sanatçıları, düşünürleri, özetle öncüleri Öğretmenler işaret ederdi. Toplum bilgilenir, beyin kıvrımları gururla bir kırışık daha kazanırdı. Ancak uzun yıllara yayılıp kana yavaş yavaş nüfuz eden sinsi bir zehir gibi, teorisi pratiğe dönüşmüş uygulama planının birinci sırasını Öğretmenlere ayırdılar ki; Cem Yılmaz ile, Can Dündar ile eğitilmiş toplum da şimdikileşebilsin diye.

Kanadı koparılmış sinek yalnızca yürüyen bir böcektir. Bu nedenle Öğretmenlerin durumu da pek farklı değil, çolak kanatlı sineklerden. Zira; Öğretmenler öncülerin hareketlemesini bekleyecek yerde artık öncüler Öğretmenlerin hareketlenmesini bekler oldu. Kısaca; artık "Aydın" İmam'dan çıkıyorsa "Başbakan" çıkmaması için bir neden aramaya gerek bile yok.

Sözün özü; ne zaman ki Öğretmen kendisinin bir Öğretmen olduğunun farkına varır, Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk'ün " Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz" sözünü bir Öğretmenler Gününde görev yaptığı okulunun kapısına astı diye onu yargılayan; Valiyi, Emniyet Müdürünü, Savcıyı, Hakimi ve ses çıkarmayarak katkıda bulunanları vicdanen yargılayarak, ülke dışı yerine toplum dışına itebilecek "Aydın" nesiller yetiştirir, sanırım ülke o zaman kurtulur.

Yani; "Bu memleket, şeyhlere, müritlere, meczuplara terk edilemeyecek kadar sevgili ve değerli".

O halde; ülkeyi düştüğü karanlık dipsiz kuyudan çekip çıkaracak olanlar da yine elinde ışık taşıyan Öğretmenler.

Bir 24 Kasım günü bu karanlığa getirin aydınlığı, her ne kadar gerdirilmiş, kıvrımsız beyinliler göremediklerinden, bir köy imamı edasında karanlığın söz konusu olmadığını savunsalar da.

Öğretmenler Gününüz; Kutlu, Aydın ve Kararlı olsun...


not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder