Akşam
istihkakı; dar bir sokağın iki yanına sıralanmış mavi ahşap sandalyeli, tahta
masalarda sunulan pilav üstü maydonozlu ızgara kofteye biranın refakatçiliğinde
son verilmiş ve üzerine sıcak yaz akşamında içilmiş iki bardak demli çayın
rehavetine, ayçekirdeği eşliğinde açıkhava sinemasında güldükçe oturulan tüm
sıranın sallandığı, çakıltaşlarının birbirine sürtünme sesinde seyredilmiş bir
Tarık Akan filminin çıkışındaki anılarım canlanıyor gözlerimde, dışından
görülemese de. Uygarlığın henüz bizi Avrupa köylüsü ya da Texas görgüsüzü
yapmaya başlamadığından, koyu lacivert gökyüzünde yıldızlar alabildiğine
parlak, azıcık da küstah yansımaktalar, mehtabın güvencesiyle. Günün
yorgunluğuna iki ince belli bardak demli çay naçar kalmış olacak ki, dalgalanan
perdede filmin hüznünü seyretmiş bir sinema dolusu seyirci ayaklarını çekirdek
kabuklu çakıllara sürüyerek yürüyor, başları herbirinin gözüne düşmüş yıldızın
pırıltısında. Sinemanın hoperlöründen tiz tonda “güle güle, yarın akşam da
bekleriz” niyetine yankılanan şarkıya sanki nazire olsun diye bir bağırtı
kopuyor;
-
Kaydı... kaydı... Valla kaydı... gördüm onu...
Hani yıldızlar yanıp sönerken
Hani bir yıldız kayar da insan
Hani bir telaş duyar da birden
İşte öyle bir şey...
Şimdinin, ye iç bedava tatilköylerinde
Bingo yapmış kadar kıvanca bürünmüş nara sahibi, kalabalığın gölge karanlığına
çoktan karışmış bile. İkramiye çıkan talihli dahil kimse neye, kime yazıldığını
aklının ucuna bile getirmiyor. Her başın gözlerinde “Ben de bir tane yakalayabilir
miyim?” in derdi düşmüş çoktan.
Halbuki; daha bir buçuk yıl öncesinden aşinayız bu
nota ustasına, tuş ustasına. Oysa, Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümünün bir
öğrencisinin, 45 saniyelik bir müzik yarışmasının açılış şarkısını belleğimize
kazımasının üzerinden bir arpa boyu yıl geçmiş. Dönem sınavlarının yığılması
her ne kadar onu, o gece Ankara’ya taşıyamıyor ve siyahın beyaza feyk attığı
bir ekran karşısında gözyaşlarına boğularak izlerken, yetmezmişcesine “Bunu
ben mi yaptım?” diye kendine hayret bile edebiliyor, henüz o yıllarda
magazine meze olma cüretine sahip olmamışsa da. Aynı yıl, yarışmaya üç parçaya
güfte yazmış şarkısözü yazarıyla bahtlarından ark atlatmaları, işte bu 1975
yılındaki Erovizyon Şarkı yarışması neden oluyor, onları bekleyen geleceklerini
o an bilemeseler de. Henüz yüzyüze karşılaşamamış bu iki insanın göğüs
kafeslerinde, “Bir fırsat olsa da... birlikte çalışsak” temennisi,
birbirlerinden habersizce yankı buluyor.
Bu kayan yıldızın arandığı kıyı
kasabasındaki bir Festival, onları ilk kez bir araya getirmeye aracı oluyor.
Gecenin üçüne kısmet oluyor Küçük Bebek sırtlarındaki Cevdet Paşa Köşkünde;
onunla, önceki evliliğinden doğmuş kızı ve annesiyle ilk karşılaşmaları ve
kendi kelimeleriyle; “...bilmiyorduk 8 sene 3 gün sürecek bir yolculuğa
çıktığımızı...” diyerek, yoldaşlıklarına kıvılcım çakışları. O gecenin
seheri sonrasında, çayına hiç limon istemiyor artık, kendiliğinden önüne öyle
geldiğinden. Yine bir gün limonlu çay içerken, “başka besten var mı?” sorusuna karşılık, küçük teybe o an canlı
kaydedilmiş besteye güftenin dökülmesi iki gün alıyor. İşte “İşte öyle bir şey”in dolgunluğuna,
doygunluğuna inat kolay doğumu...
Artık, ardından boşalan bu beste sağanağı,
güfte raketinde değer bulup keyifle geri dönüyor ve ikili oluşlarının tanımı,
tarifsizliğe bürünüyor. Bunun üzerine; “Artık
yabancı müzik parçalarına, Türkçe söz yazmama” kararını alıyor ve bu ilkeyi,
kendisi dışındaki meslektaşlarına da aşılamaya başlıyor.
Yabancı tınıların dışında, yerli müzik bir
kişilik kazanmaya başlıyor ve eski ustaların desteklerine mazhar olmaya
başlıyor. Müzik ritminin bizden olmasının yanı sıra; dönemin ilkeli
güzellikleri, basit mutlulukları en yalın sözlerle ifade ediliyor. Kısaca ülke
yeni bir güzellikle karşı karşıya kalıyor, Ruhi Su’nun sesi kadar, sözü kadar,
sazı kadar güçlü bir devinimi gerçekleştirircesine.
Sopot Müzik Festivali, onları dostluktan
sevginin kucağına düşmelerine neden olmuşsa da aralarındaki yaş farkı,
sevgilerindeki sıcak aşa soğuk su dökmenin çekincesi, ikisinin de içlerini için
için kemiriyor.
O sonbahar, İngiltere’deki master yapılan
bir okulun yurdundaki ilk gecesinde, kopan fırtınadan kesilmiş elektriğin
karanlığında tosladığı piyanodan yankıladıklarını, küçük bir teybe kaydedip
yurda ulaştırıyor ve öyküsünden hiç söz etmese de, ertesi ay eline geçen
bestesinin üzerine yazılmış sözler, onu çok şaşırtıyor. Hepimizin bildiği, “İçimdeki fırtına”, sanki kendi
deyimiyle, “ruh ikiz”liğini
kanıtlarcasına, gönlü aklını da o gün ayartmayı beceriyor. Her ne kadar
bugünlerde, onun için yazılmış kelimeleri zımbalayan mitrayözün yönünü
değiştirip, bir cep telefon firmasıyla şapkaları değiştirmişlerse de... Sanki,
külâhların altındaki başların yer değiştirmeleri ile aklın kendi kendini vurmasının
gafletine, kucak açmanın aymazlığı düşmüş.
Sevdaları, İngiltere’nin bir puslu
gökyüzüne vuruyor bir dağlarına, bir derelerine bir çayırlarına. Bir ömürboyu
yaşanacakları bir yıla sığdırıyorlar. Ve bir gün herşeye bir nokta koymaya
karar veriyorlar, her ne kadar orta yerde bir nokta görünmemiş olsa da. Yine
kendi sözcükleriyle; “...Ondan sonra aramızda konuştuk ve biz artık bunu
dost olarak, yani aşk denilen şeyi bir yere koyduk, güzel kılıflarla sardık,
yüklüğün en üstünde güzel bir yere kaldırmayı becerdik. Ondan sonra birbirinden
hiç ayrılmaz dost olarak sürdürdük hayatımızı. Sonra eşimle tanıştım ve onunla
da tanıştırdım. Yani gizli saklı hiçbir şey olmadı aramızda...”
Bu arada, dışarıda yaşam doludizgin gemi
azıya almış bayır aşağı akıyor. Yarattıkları her şarkı mutlaka en sevilen
oluyor, yurtiçi yurtdışı festivaller, yarışmalar, davetler, ödüller
yaratılarının çarptıkları yerden ses getirdiğine tanıklık ediyor ve şevklerine
yeni heyecanlar katıyor, birbirlerine olan bakışlarına onlar her ne kadar
“Dost”um deseler de. Gerçekte, içlerindeki yangın kendi bildiğini okurken,
aralarındaki ilişki kod adıyla irade dışı sürükleniyor.
Başta "Hababam Sınıfı"
ve diğer ödüllendirilmiş film müziklerinden sonra sıra, ardı ardına perde açan
yerli müzikallere geliyor. Ve “Hisseli Harikalar Kumpanyası” sayesinde yazılmış
sözlere ilk kez beste yapmak şansına, aldığı “ikiz ruh” desteğiyle altından
alnının akıyla kalkıyor. Şöyle özetliyor o dönemi; “8 sene 3 günde şarkı
olarak 270 küsur şarkı ürettik. Ve çok yanlış bilmiyorsam bu 273 şarkıdan 106
tanesi Türkiye’de 1 numaraya çıktı...”
Derenin bu akışı iki yıl daha devam
ederken, sekiz ay gizlenmiş bir hastalığın ilk alıştırmalarla duyumunu kendi
sesinden öğrense de, ona bu koşulsuz teslimiyet hiç inandırıcı gelmiyor ve uzun
bir süre gülümseme konusu dahi olabiliyor. Artık yerler takaslanıp, bu kez
İngiltere’ye o gidiyor ve yazım imalatı sürenin kısaldığının bilinciyle bütün hızıyla
yaşamını ömrünün boyuna denk getirme derdiyle çırpınmalar başlıyor. Bu süre
içinde ne kadar kendi tertibi varsa birleşerek ona bir destek gecesi
düzenliyorlar. Belki de bu, beyaz çarşaflının ayak seslerinin ilk duyulması
anlamına geliyor. Bir kaç ay sonra “Doktor ne istiyorsa yesin” anlamında yurda
kesin dönüş yapıyor.
“8 sene 3 gün”ün 8. sene-i devriyesini
onun yanında geçirirken, elde son 3 gün kaldığının farkına varıyor artık.
İstenmeyen tarihle yüzyüze kaldığında, artık “fırtına sonrası tahribatın hasar
tespiti”ne bile gerek duymuyor, içinde ayakta kalan olmadığından.
Sonrası oyalanma dönemi. Zira ardından; “Erken
öldü, yüzde yüz çok erken öldü ama, O 90 yaşında da olsaydı gene bir efsane
olarak hayatta kalacaktı. Ben ondan sonra şarkı sözü yazarı olarak onun Ç’sinin
çengelini bile bulamadım” diyerek, durumunu özetliyor. Ve yola artık
sözsüz devam ediyor. Ancak yarattığı reklam, jenerik müzikleri hâlâ ödül
almaya, halkın ağzına ıslık parçası olmayı sürdürüyor.
Ve gün geliyor, bir akşam oturup biriken
tüm becerisiyle “Son Veda”yı besteliyor, belki de bilmeden kendi ecelinin ayak
seslerine eşlik etmek istercesine.
Bir gün beyaz çarşaflıdan o da ayni mesajı
aldıysa da ya ciddiye almıyor ya da öyle görünüyor, sonuna gittikçe ona hızla
kavuşacağı inancına taraf olduğundan. Yurtdışında ameliyat olup yurda
döndüğünde “Gayet iyiymişim” diyerek, onun için meraklananları yine o teselli
ediyor. Televizyonda hastalığının gizlenmesi koşuluyla 13 bölümlük “İşte öyle
bir şey” adında bir programa başlıyor ve son bölümüne yetişemiyor.
Buraya kadar, ne sözyazarının Çiğdem
Talu ne de bestecinin Melih Kibar olduğunu özellikle
belirtmedim. Ya da beste adlarından, şarkı sözlerinden. Zira hangisine Çiğdem
hangisine Melih desem diğerine ayıp olabilecek ruh ikizleriydi
onlar. Özgür ruhların isimleri olmaz, hele ikizlerin. Kendi adımızdan çok
adlarının zikredildiğine bakarak “Onlar
öldü” denebilir mi, acaba?
İşin kötü yanı; telaşa düşeceğim o kadar
az yıldızım kalmış ki gecelerimde... seçilip seçilip bir bir
götürüldüğünden....
Çiğdem ile Melih’in masalını
başından sonuna tarih cetvelinde paralel koşarak izleyebilmişlerden biri olarak,
Melih Kibar’a ölümünün ertesi günü, onun artık olmadığını bilsem de bir
mesaj yazmıştım, bulunduğu yerden okuyabileceğini bile bile, e-postasına
düşmese de, düşüp okunmamış kalın harfli mesaj olarak hâlâ tozlanmayı beklese
de. Noktasına virgülüne dokunmadan;
Date: 08 Nisan 2005 Cuma 09:30
Subject: Ustaya Saygı
Usta,
Başkalarından aldıkların, ardından gelenlerde... Mevlana misali...
Sıra senden aldıklarını dağıtacaklarda artık.
Güzel doğdun... güzel oldun... güzel kaldın... iyiki vardın...
Hep olduğu gibi iyilerden, var olması gerekenlerden bir eksildi...
Boşluğun koskocaman...
Bilinen o ki; ne kadar aklın çelinmeye çalışılsa da
Gitmek için haklı bir gerekçen vardı, kendince...
Şanslıyım ki;
Seni görmeden, duymadan da göçmesi vardı bu Dünya’dan...
Usta, Şükranlarımı sunuyorum.
Yolun açık olsun... Güle güle...
Not: Bu yazıyı yazmam için yürek veren, el veren Dostum DüşHekimi Yalçın Ergir’e teşekkürlerimle...
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder