Kendi kuşağımın en açık
göstergesiydi, darbeye inat evlenmemiz ya da darbeden uslanmamışcasına gönlümüze
gönüllü darbe arayışımız. Şaka bir yana, neslin mezuniyet ortalaması olan 1980
yılı. Ankara’nın bahar ayları ise diğer illerden farklı geçerdi. İlkbaharı
Güneş kadar kıpır kıpır, güzü kuru bir yaprak kadar hüzünlü. İlkbaharda aşık
olunur, yaz sonunda ayrılık başlar, sonbaharda acısı otururdu kamburlaşan
sırtların çöküklüğüne.
O yıldan iki sene öncesine
dayanır, hararetli pazarlıkların kıran kırana geçişi. Zira; 5. yılım ve bitmesi
gerekli ya da aklı yalnızca okumakta olan bir öğrencinin mezun olabilmesi için
geçecek makul süre buydu. Bense hala eski yılların birlikte sürüklediğim
dersleriyle hayli kalabalık, boyuma inat zengin bir görüntüdeyim. Ha, bu bana
alta doğru geriden gelen sınıfları, dönemleri tanıma, onlarla tanış olma
fırsatı yarattı. Kısaca, artı değerler içindeyim. Ardımdan gelen öğrenciler
tanısa da, bölüm hocalarının hala “O kim ki?” dediği adam olmayı sürdürüyorum.
Sanırım yine Mayıs’lardan
biriydi,
“Eee, biz ne zaman evlenebiliriz sence?” sorusu, belki de “soyut
cebir” I ya da II yi veren Abdullah Harmancı’nın sorularının yanında Nagazaki
etkisiyle kulaklarımda patladı.
“Hele bir okul bitsin...”
“Bu iyimserliğine şaşırmamak elde değil.”
“?...”
“Bitiş tarihi konusunda bir fikrin var mı? ya da yeni bir yüzyıla
girmenin coşkusuna mı denk gelmesini bekliyorsun?”
“Biter yahu. Amma da abarttın.”
Tatilin bittiği anlamına
geliyordu. Ekilmemiş tarladan ürün beklemenin zevzekliğini bir yana atıp, bir
yol haritası üzerinde ciddi ciddi parmağı kağıt üzerinde kaydırarak sadakat
belli edilmeliydi.
O dönemin ortak duygusu ya da
duygusuzluğu; hırssızlık. Kalenderlik kana girmiş döngü içinde temizlenmesi söz
konusu değil, demlenerek binlerce kez aynı kulakçıkları, kapakçıkları
kullanmakta içine yabancı madde karıştırmamanın huzurunda, güvencesinde
debisini sürdürmekte. Kısaca; henüz bastırılan duyguların depreşip de adam
satmaca, daha fazla kazanmak uğruna adam kesmece, tepsi içinde sunulan adamlığı,
ruhunu satarak elde etmece gibi Özalizm, solu solsuzlaştırmadığı, soysuzlaştırmadığı,
emeğin emsalleri içinde en ucuzu olmasıyla övünülmediği, bu övünçle
gururlanılmadığı, el etek öpme yarışının rekabete dönüşmediği bir zaman
diliminde, diplomayla adam olunmayacağı konusunda ikna edilmiş gözükmekte iken;
şan şöhret, para mevki, hatta koltuk için diploma almak da neyin nesiydi? Aklın
yattığıysa, o yıllardaki bizim ev gibi bir ev olacağı, sabahları ekmek, sigara,
süt, gazete alınacağıydı. Ha bir de, oturulacak evin kirası. Ancak; elektrik,
havagazı, su diye sıralamaya başlanınca, arka ceplerdeki içine şebeke saklanmış
cüzdanlar, utanç içinde deri kapakları içinde büzüşmekte geç kalmıyordu.
Sonunda, evlenirken ailelerin katkısı dışında kalanlarsa, hele hele önceki
neslin hayatlarında yeni yeni gördüğü yeni alışkanlıklara sahip olunma gereği
değnek ucundan taze, turuncu kum havucu gibi sallanmaya başlayınca, okulun
gerçekten bitmesi gereği de, üzerindeki pazen geceliği atmış yeni gelin gibi
karşımızda dikiliyordu, alına alabrus çizgisinde sıra sıra dizili boncuklaşmış
terler eşliğinde.
Uzun sözün kısası, birinci uzatma
yılı sağlam bir temizlik yaparak, 7. yıla 2. uzatma senesi olarak rahat bir
ders yılı olarak girdim ve bana utanç verecek notlar dahi söz konusu olmasına
aldırış etmeden. Zira, oldum olası öğretmenin sevgili bilgiç öğrencisi olmaya
hiç niyetim olmadı gibi, sevimsiz de gelirdi üstelik.
Ben Hacettepe Üniversitesinin
Matematik bölümünde, Refikam ise Psikoloji bölümünde okuyordu. “Finaller” denen
bitirme sınavlarına girip çıkıyorduk. Refikam, üstün zekalı değilse de,
hayatında ne orta öğretiminde ne de yüksek öğreniminde hiç, Eylül ayında sınava
girmemiş biri olarak ilk kez Haziran ayında bir sınava girmedi. “Niye?” sorusuna
“Hazır değilim” demesi hiç inandırıcı gelmemiş olsa da, az sonrasında Vehbi’nin
kerrakesi çıkmıştı ortaya; ola ki benim girdiğim sınavlarda bir olumsuzlukla
karşılaşılması halinde beni güvenceye almak içinmiş, yalnız başıma ders çalışma
ihtimalimin Tunalı Hilmi’de olma ihtimalsizliğine inat. Sonuç; benim bölüm bitti,
bekler olduk. Hayatında, Alpay’ınkine öykünürcesine ilk ve son kez Eylül’ü
bekleyeceğiz. Neyse, sorunun çentiğinin yalnızca ben olduğum bilindiğinden
Temmuz’da kız istendi, “hele yaz bir geçsine” geldi. Nişan takılacak, bense
MTA’daki ilk işime başlayacağım.
Biraderimin Çocuk Cerrahisindeki
asistanlığı süresince, benim de doğal bir nöbetim oluşmuştu. Zira, iki yıl bir
gece evde, bir gece nöbette, sonraki iki yıl iki gece evde bir gece nöbette,
son yıl hafta da iki gün nöbette kalıyor ve benim ise onun evinde ev nöbetim
sürüyordu.
İşte böyle nöbetçi bir gecenin
sabahındaydı; eşi dürterek “kalk ihtilal olmuş” diye beni uyandırmış ve
uzattığı telefon ahizesindeki sevgili biraderim, son derece otoriter bir sesle
önce; “Konuşma ve yanlızca dinle” diye uyarmış ve arkasından ara vermeden ya da
bana konuşma fırsatı doğurmadan “Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime bu gece
itibariyle el koydu. Kalkın radyoyu açın, televizyon a daha sonra
vereceklermiş...” demesi üzerine patlama pekliği çeken afyonum darmadağın oldu.
Gerisi malumumuz.
Anlattığına göre; gece 01
civarında hastabakıcıların uyarısıyla, Hacettepe Hastanesinin önünden geçen ve
üstten Kurtuluştan Maltepe’ye kadar 180 derecelik görüntüde gördükleri tank
top, asker polis, kaçışma koşuşturma silüetlerleriyle tüyleri diken diken
olduğunu ve 3-4 saat sonrasında da bir çoğunun bizzat yaşadığı mağduriyetler
manzumesinin başlamış olduğu.
Ancak bir sorun vardı, hatta
iki. İlki; o sabah yeni işime başlamak üzere MTA’ya gideceğim. İkincisiyse; ertesi güne denk gelen Cumartesi akşamı, nişan yüzüklerinin takılacağı.
İşe başlamam 2 ay sonrası 11
Kasım’a, nişanımız ise bir hafta sonrasına alınarak, akşamüzeri 3 ile 7 arasında
gerçekleşmişti.
Darbe ile aynı adımları atmamız
böyle başlar ve 1982 yılında gece 12 den sonra "gece sokağa çıkma yasağı"
olduğundan, refikamla bir pazarlık yapmıştık, sancıları tutmuş, Sıkıyönetime
telefonla bilgi vererek yola çıkmıştık. Evimiz Kolej yakınındaki Ataç
Sokaktaydı ve Hacettepe Hastanesine taksi ile gidecektik ve Kolej kavşağında
devriye yolu kesmişti. ”Doğuma” dediysem de, pek inandırıcı gelmemişti
anlaşılan, duyduğum mırın kırınlar üzerine baba namzeti olarak tepem atmış
olacak ki; “Eğer aranızda doğurtabilecek biri var ise beni de onca masraftan
kurtarmış olursunuz” deyivermiştim, anlık bir ters algılayışla hangi tezgaha
yatırılacağımı bile düşünmeden.
Şimdilerde yaşadığım her pazartesiden pazara baktığımda; zulüm, kan, şiddet,... Faşizmin 80 in 12 Eylülüyle başladığı gün gibi aşikar, her ne kadar o yıllarda etliye sütlüye karışmamış "tavşan bokları"nın, bebelerin gözünü korkutmak için o günlere dair söyledikleri hurafeler; 80lik değilse de, 80li bedenlere zarf gibi kazındı yıllar yılı. Belki de şahsi çıkarların, toplumsal çıkarlara kurban edilmemesiyle verilen mücadeleydi, bu günlere gelinmedeki gecikme.
Kısaca; o günler öyle yaşanmasaydı, kim bilir, belki de 90lı yılların başında geçilebilecekti, bu günkü rahle-i tedrisata.
İşte, aşağıdaki masal bu süreci
özetleyen bir yazı. Sevgili eşim Gökhan ve o yıllarda doğan kızım Ekin’e ithafen
yazılmıştır.
O yıllarda; hain ve kalleş kurşunlara hedef olmuş, yatırıldığı tezgahların ağırlığına daha fazla dayanamamış, ipi çekilmiş, 5. kattan düşmüş, kaybolmuş, yok olmuş, kısaca uğruna canını feda etmiş; tüm düşünür, eli kalemli, aklı kitaplı, aydın, ilerici, yurtsever, devrimcilerin verdiği mücadele önünde saygıyla eğiliyorum.
Işıkları aydınlığımız olsun.
Işıkları aydınlığımız olsun.
ahb
Bir varmış,
Biri daha varmış.
Biri daha varmış.
Yokların, yoklukların
Faili meçhullerden geçilmediği bir ülkenin
Dışlanmış, karalanmış ak günlerine inat;
Ömürleri sene sene,
Seneleri ay ay,
Ayları gün gün, saat saat
Birlikte yaşanmış
Birlikte yaşlanmış
Bir O ve
O’nun yol arkadaşı varmış.
Faili meçhullerden geçilmediği bir ülkenin
Dışlanmış, karalanmış ak günlerine inat;
Ömürleri sene sene,
Seneleri ay ay,
Ayları gün gün, saat saat
Birlikte yaşanmış
Birlikte yaşlanmış
Bir O ve
O’nun yol arkadaşı varmış.
Masalın tekerlemesi
beş sene sürmüş;
Esen rüzgara, yağan yağmura,
Gencecik bedenlere yenen dipçiklere aldırmaksızın,
Düvenin altındaki çakıl taşlarıycasına
Ekin tanelerini saplarından ayıra ayıra.
Esen rüzgara, yağan yağmura,
Gencecik bedenlere yenen dipçiklere aldırmaksızın,
Düvenin altındaki çakıl taşlarıycasına
Ekin tanelerini saplarından ayıra ayıra.
Kaldırımsız sokaklar
kesişmiş bir kere,
Ne yapsan nafile,
Çocukluğun gençliğe eriştiği yerde.
İlklerin birlikte yaşanışlarından
Burukluklarını bile duymamışlar
Düştükleri her bir acemiliklerinde.
Ne yapsan nafile,
Çocukluğun gençliğe eriştiği yerde.
İlklerin birlikte yaşanışlarından
Burukluklarını bile duymamışlar
Düştükleri her bir acemiliklerinde.
Ve bu hasret gün
gelmiş
Diplomaların altlarının imzalanmasıyla sona ermiş,
İçte tutulup da verilmeyen nefescesine
Kız, babasından istenmiş.
“Allah’ın emriyle, Peygamber’in kavliyle” denirken
Aslında gerek de kalmamış artık
Verilecek kararın emir kipine.
Kavil çoktan kılınmış bir kere,
Kulaklar, “verdim gitti” ye takılıp kalmış
Merak, için için beklemelerde.
Sözün gelişinden değil,
Dedik ya,
Söz olmuş, kavledilmiş bir kere.
Diplomaların altlarının imzalanmasıyla sona ermiş,
İçte tutulup da verilmeyen nefescesine
Kız, babasından istenmiş.
“Allah’ın emriyle, Peygamber’in kavliyle” denirken
Aslında gerek de kalmamış artık
Verilecek kararın emir kipine.
Kavil çoktan kılınmış bir kere,
Kulaklar, “verdim gitti” ye takılıp kalmış
Merak, için için beklemelerde.
Sözün gelişinden değil,
Dedik ya,
Söz olmuş, kavledilmiş bir kere.
Gökyüzünde kurulan
düşler
Düşlükten kurtulup gerçeğin ta kendisi olmaya bürünmüş,
Esintisiz cehennem sıcağı içinde.
Sonunda kavil sözden çıkıp parmağa geçmeye gelmiş.
Gün yaklaşmış iyiden iyiye;
Salon, yeni giysiler, ayakkabılar
İki de alyans en incesinden.
Düşlükten kurtulup gerçeğin ta kendisi olmaya bürünmüş,
Esintisiz cehennem sıcağı içinde.
Sonunda kavil sözden çıkıp parmağa geçmeye gelmiş.
Gün yaklaşmış iyiden iyiye;
Salon, yeni giysiler, ayakkabılar
İki de alyans en incesinden.
Gün,
İlk işinin mesaisine başlamanın
Müjdesine hazırlanırken bir eylül sabahında,
Yeni boyanmış postallarını kırbaçlarıyla okşayanlar
Numaralanmış söylevlerine başlamış,
Hem de paşa, paşa, paşa, paşa...
İlk işinin mesaisine başlamanın
Müjdesine hazırlanırken bir eylül sabahında,
Yeni boyanmış postallarını kırbaçlarıyla okşayanlar
Numaralanmış söylevlerine başlamış,
Hem de paşa, paşa, paşa, paşa...
Başlanamamış yeni
işini
Kırk haramilere kaptırmak bir yana,
Giderken, gerçekleşecek hayalleri de umutları da
Sürükleyerek götürmüşler beraberlerinde Reo’larla.
Ama sevda bu;
Kök söktürseler de körpe fidanlara
Nedense el değdirememişler bu masalın nişanına.
Kırk haramilere kaptırmak bir yana,
Giderken, gerçekleşecek hayalleri de umutları da
Sürükleyerek götürmüşler beraberlerinde Reo’larla.
Ama sevda bu;
Kök söktürseler de körpe fidanlara
Nedense el değdirememişler bu masalın nişanına.
Bir hafta sonra,
Güneş gökyüzünü boyarken maviye,
Sonrasında bir ömür boyu hatırlansın diye
Henüz kırışmamış gencecik parmaklar,
Nişan almış taşınacak halkaların kurdalesine.
Gece; nöbetteki silahlar, tank paletleri
Ay altında parıldasa da,
Gün içindeki yıldızlar gibi
Silinir giderlermiş Güneş’in şavkında.
Güneş gökyüzünü boyarken maviye,
Sonrasında bir ömür boyu hatırlansın diye
Henüz kırışmamış gencecik parmaklar,
Nişan almış taşınacak halkaların kurdalesine.
Gece; nöbetteki silahlar, tank paletleri
Ay altında parıldasa da,
Gün içindeki yıldızlar gibi
Silinir giderlermiş Güneş’in şavkında.
Gün gelmiş,
Yanan ocağın dumanı tüter olmuş isli bacadan,
Yakınlardan geçen mermilere aldırmadan.
Ateş olmuşlar sobadaki kuru meşelere,
Su olup akmışlar çığlıklar atan yanan ormanın yeşiline,
Sargı olmuşlar kırılan kollara, bileklere
Baston olmuşlar yol alan topallayan bacaklara,
Tüm borçlarını ödemişler saygıyla sevdalara,
Hazin haciz bedellerini
Gülücük kurundan hesaplamışlar gözyaşlarıyla.
Yanan ocağın dumanı tüter olmuş isli bacadan,
Yakınlardan geçen mermilere aldırmadan.
Ateş olmuşlar sobadaki kuru meşelere,
Su olup akmışlar çığlıklar atan yanan ormanın yeşiline,
Sargı olmuşlar kırılan kollara, bileklere
Baston olmuşlar yol alan topallayan bacaklara,
Tüm borçlarını ödemişler saygıyla sevdalara,
Hazin haciz bedellerini
Gülücük kurundan hesaplamışlar gözyaşlarıyla.
Günler günleri
kovalarken,
Dünün biri yarını bir kuytuda sıkıştırıverip,
Güneş günün onca karanlığına inat
Bir aydınlık düşürüvermiş Göğ’ün karnına.
Işık yer bulmuş,
Düştüğü yerde duramaz olmuş,
Duvarları tepiklemiş durmuş
Gizli ve nemli özgürlüğün gölgesinde.
Dünün biri yarını bir kuytuda sıkıştırıverip,
Güneş günün onca karanlığına inat
Bir aydınlık düşürüvermiş Göğ’ün karnına.
Işık yer bulmuş,
Düştüğü yerde duramaz olmuş,
Duvarları tepiklemiş durmuş
Gizli ve nemli özgürlüğün gölgesinde.
Ha doğdu ha doğacak,
Ha doğurdu ha doğuracak.
Ancak gecenin ucundan
Hala görünür dururmuş
Ayışığında parlayan sivri uçlu çelik süngüler.
İzbe bir çatalda durdurulmuşlar
“Bu karanlık gecede izinsiz nereye ?” diye.
Cevap gecikmemiş
“Böyle bir karanlığa aydınlık gerek;
Gece güne gebe
Üstelik aynı gökyüzünde”
Ha doğurdu ha doğuracak.
Ancak gecenin ucundan
Hala görünür dururmuş
Ayışığında parlayan sivri uçlu çelik süngüler.
İzbe bir çatalda durdurulmuşlar
“Bu karanlık gecede izinsiz nereye ?” diye.
Cevap gecikmemiş
“Böyle bir karanlığa aydınlık gerek;
Gece güne gebe
Üstelik aynı gökyüzünde”
Güneş geceyi
gizlediğinde,
Hatta yazın göbeğinde
Sarı sıcakla tutuşmuş öğlen saatlerinde
Göğ’ün orta yerine
Bir yıldız doğuvermiş
Gün ortasında diğerlerinden farksız,
Seçilemese de maviliklerin içinde.
Hatta yazın göbeğinde
Sarı sıcakla tutuşmuş öğlen saatlerinde
Göğ’ün orta yerine
Bir yıldız doğuvermiş
Gün ortasında diğerlerinden farksız,
Seçilemese de maviliklerin içinde.
Şimdilerde
Kimi yaz akşamları
O parlak yıldıza bakılıverirse,
İç geçirme sesleri bile duyulur belki de,
Eğer ki; karanlık yırtılıp
Göğ’ün omuzuna dokunulabilirse.
Kimi yaz akşamları
O parlak yıldıza bakılıverirse,
İç geçirme sesleri bile duyulur belki de,
Eğer ki; karanlık yırtılıp
Göğ’ün omuzuna dokunulabilirse.
O günlerin genç
fidanlarının bedenleri
Şimdilerde odunlaşmış olsa da tenleri
Aynı masalı bıkmadan yeniden anlatabilirler,
Çiçeklerini çoktan dökmüş
Dallarında sallanan salkım salkım kirazlar,
Fısıldarlar hala üzeri çizilememiş sevdalarını
Dudaklarındaki onurlu tebessümlerinde.
Şimdilerde odunlaşmış olsa da tenleri
Aynı masalı bıkmadan yeniden anlatabilirler,
Çiçeklerini çoktan dökmüş
Dallarında sallanan salkım salkım kirazlar,
Fısıldarlar hala üzeri çizilememiş sevdalarını
Dudaklarındaki onurlu tebessümlerinde.
Muradına eren de
Tahtırevana çıkan da çok olmuş
O günlerden bu günlere.
Üstelik birazdan gökten düşecek
Üç elmanın da hepsi yense de afiyetle.
Yeter ki bana kalsın bu masalda
Sevdaya dair yaşanmış ne varsa.
Tahtırevana çıkan da çok olmuş
O günlerden bu günlere.
Üstelik birazdan gökten düşecek
Üç elmanın da hepsi yense de afiyetle.
Yeter ki bana kalsın bu masalda
Sevdaya dair yaşanmış ne varsa.
ahb
15.5.2006
“masal kahramanı olabilmenin güzelliği”
“masal kahramanı olabilmenin güzelliği”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder