5 Ocak 2013 Cumartesi

Kulak kirine sinmiş parazitler

Uzun dalgadan yayın yapardı...
Öğlenci öğrenci iseniz;

Saat 10:00 Arkası Yarın
Saat 10:25 Okul Radyosu
Saat 13:00 Öğlen Ajansı

Sabahçı iseniz tekrarını 14:00, 14:25 te dinleyebilirdiniz;

Ejder Akışık’lı, Hepşen Akarlı‘lı, Rüştü Asya’lı, çocuk sesleri Köksal Engür’lü, Sancar Altuğ’lu..., efektleri Ertuğrul İmer’li, Korkmaz Çakar'lı...

Akşam 18:00 de başlayan reklamlarda Yıldız Kenter’li, Şükran Güngör’lü, Genco Erkal’lı, Arap bacılı ‘Uğurlugiller’ ya da Orhan Boran ve Altan Erbulak'ın 78lik sesinden başbelası “Yuki”si ya da “Doğru mu Yanlış mı?” yarışması ya da “Şoförlerin, gözlerini yoldan ayırmadan kendisini can kulağıyla dinlemesini” isteyen Zeki Müren...

Ardından 19:00 da Akşam Ajansı...

Pazartesi akşamları 9:00-10:00 arası Türkiye sessizdir, Radyo tiyatrosu inadına çıt çıkarılmadan dinlendiğinden; “Dr. Jivago”lu, “İhtiyar Balıkçı”lı...

Yaşımızın ergenliğinden bir de, orta dalgadan yayın yapan “il radyosu”. 21:00-22:00 arası “Dilek pınarı” ve diğerleri... Bir saat Klasik Müziğin ardından 24:00 'te “Gece ve müzik”...

Kimi zaman parazitten müzik duyulamazken bile, vazgeçilemeyenler ...

Konuşmanın az, müziğin ağırlıklı olduğu programlardı. Dinleyiciler için, sunucunun kişisel fikirlerinden çok dinlenenler önemliydi. Yanlış telaffuz edilmiş bir kelime, yabancı dil bildiğini belirtir, Türkçe’yi yabancı dil telaffuzuyla konuşma girişimleri eleştiri alırdı günlerce. İstek programlarına mektuplar yazılır, yaklaşık bir hafta sonra ancak yayınlanabilirdi, akrabalara ithaf edildiği dillendirilmeden.

İnsanların konusuna göre konuşabileceği ailesi, akrabası, arkadaşı mutlaka bulunduğundan; herkesin tanıdığı ancak, tanınmışın onu hiç tanımadığı biriyle istese de, telefon hatlarının anında bağlanma şansı olmadığından, “senin incirinin çekirdeğini nasıl dolduralım” türü programlar yoktu. Hiç kimse, aşağılanmaktan ötürü o garip mazoist duygularının ucunu, henüz sivriltilmediği mevsimlerdi.
.

Espri; yapan için de dinleyen için de bir zeka gerektirdiğinden, var olduğuna inanılan zekayla övünülmeye gülünmezdi. Bir bektaşi arifliği aranırdı, cümle aralarında. Hızlı konuşmaktan doğan anlaşılmazlık, o zamanlar için üstelik bir kusur olarak görüldüğü tozlu günlerdi.

Özetle; belki çok muhteşem değildi o günler, ancak herkesin kendisini mutlu edebileceği bir çok nedeni vardı; sahip olunan zenginlikler içindeki keyf fakirliği ya da keyfsizlik yaratma yeteneklerinin henüz geliştirilmediği dönemlerdi; daha fazla nakde, mülke, cinliğe ihtiyaç duyulmadığı.

Kendi tornetinizi, kendi kızağınızı uçurtmanızı, kendi sapanınızı telden arabanızı kullanmadan önce yine kendinizin yapması gerektiğini bilmek; emeğe saygı duymaya, hissedilenlerden tatmin olmaya, kıymet bilmeye, sevginin, dostluğun, arkadaşlığın, vefanın, kalenderliğin yaşamda bir değer hatta, bir erdem olduğunun eğitimi vahşi piyasa koşullarına en azından, koşulsuz teslim olmamıştı.

O günlerden bugünlere gelinen noktada; beğenilse de beğenilmese de eldeki kumaş bu. Yanlış biçilmişi, dikişle düzeltmeye kalkışmak nafile. Sanırım bu konuda söylenecek her köşebaşı soru ya da sorun; Nasreddin Hoca tarafından “Haklısın... Sen de haklısın... Sen de haklısın” görüşü ile yüzyıllar öncesinden yanıtlanmakta.

Müsadenizle; her birimizin yaşamına efekt olmuş, Radyo’nun gomalaklanmış ahşap kasasının içinde dikilen ısınmış lambaların arasında iskan ettiklerinden, yüzlerini hiç görmediğim tüm emek vermişlere; derin saygı ve sevgi, yitirmiş olduklarımıza rahmet dilerim.
 
Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder