Kendi deyişimle;
konuştuklarımın, yazacaklarımdan daha çok akılda iz bırakacağına inandığım
yıllardı. Ergenlik dönemimin sonu, ön gençlik diye tanımlanan çağımın başı,
Aralık ayının sonundaki günlerden bir gündü. O güne kadar; kendi başıma
belediye otobüslerinde geçen serüvenlerle dolu ilkokul yıllarımı ardımda
bırakmış, gündüzleri akranlarımla sinemalara gitmiş, mahalle çocuklarıyla
belirlenmiş güzergahları izleyerek gecenin karanlık sokaklarından aydınlık
caddelerine doğru yaptığımız gezintilerimizde, elimizde suni deri kabına
nalçalanmış sapını bileğe geçirerek taşınabilir, pilli ve hatta transistörlü,
orta dalgadan yankılanan İl Radyosu’ ndaki Dilek Pınarı’ ndan
yayılan müzik eşliğinde, o dönemin tüm efendi serseriliklerini tatmış da olsam,
o yıl ilk kez bir yılbaşı akşamını ebeveynsiz geçirmenin heyecanı sarmıştı,
yeni yeni tüylenen genç bedenimi.
Hani kimi yaşgünleriniz ya da özel günleriniz olmuştur; tüm olanaklarınızın, ‘Pes doğrusu, bu kadar olur…’ dercesine elinizin altında olmasına rağmen, en büyük eksikliğin bunu paylaşacak en az birini bir türlü bulamadığınız… Hani, ‘çok samimi olmasak da olur…’, … hatta alçak gönüllülüğün sonunda, yalnızca sima olarak tanıdığınız mahallenin çöpçüsüne bile ‘evet’ diyeceğiniz.
İşte tam böyle bir gündü, yılın bitimine gelindiğinde. Çevremdeki kalabalığın ‘teyzemler… bizimkiler…’ bahaneleriyle yok olmasıyla iki ahbap çavuş orta yerde kala kalmıştık bir başımıza. Aslında, biz de ne yapacağımızı bilemiyorduk. Yani; biz mi ona o mu bize girecekti, anlayamamıştık. İlkliğin getirdiği acemilikle; eskisinin kıçına bir tekme mi vuracaktık, yoksa yenisinin başını mı sevip okşayacaktık? Kılavuzluk edecek yakışıklı bir dayımız da olamamıştı, böyle bir durum karşısında ne yapılması gerektiğini söyleyecek. İkimizden birinin evinde oturup iyi aile çocukluğu oynamak da içimizden gelmiyordu, bir tencere zeytinyağlı lahana dolması uğruna. Ama iki başımıza, Sakarya’daki Buhara’da kafaları çekecek kadar da cesaretimiz yoktu, yaşımızın iki arada bir derede kalmasından.
Hani kimi yaşgünleriniz ya da özel günleriniz olmuştur; tüm olanaklarınızın, ‘Pes doğrusu, bu kadar olur…’ dercesine elinizin altında olmasına rağmen, en büyük eksikliğin bunu paylaşacak en az birini bir türlü bulamadığınız… Hani, ‘çok samimi olmasak da olur…’, … hatta alçak gönüllülüğün sonunda, yalnızca sima olarak tanıdığınız mahallenin çöpçüsüne bile ‘evet’ diyeceğiniz.
İşte tam böyle bir gündü, yılın bitimine gelindiğinde. Çevremdeki kalabalığın ‘teyzemler… bizimkiler…’ bahaneleriyle yok olmasıyla iki ahbap çavuş orta yerde kala kalmıştık bir başımıza. Aslında, biz de ne yapacağımızı bilemiyorduk. Yani; biz mi ona o mu bize girecekti, anlayamamıştık. İlkliğin getirdiği acemilikle; eskisinin kıçına bir tekme mi vuracaktık, yoksa yenisinin başını mı sevip okşayacaktık? Kılavuzluk edecek yakışıklı bir dayımız da olamamıştı, böyle bir durum karşısında ne yapılması gerektiğini söyleyecek. İkimizden birinin evinde oturup iyi aile çocukluğu oynamak da içimizden gelmiyordu, bir tencere zeytinyağlı lahana dolması uğruna. Ama iki başımıza, Sakarya’daki Buhara’da kafaları çekecek kadar da cesaretimiz yoktu, yaşımızın iki arada bir derede kalmasından.
- N’apalım?
- Bade… Bade
Pastanesi?...
- N’apcaz?
- Oturur sohbet
ederiz…?
Gevezeliğime bile güvenemeyip,
- O kadar saat?…
- Televizyon
getirecekmiş bu akşam için… dün gördüm… kapısına ilan asmış…
- Eh, fena
değil.
- Sekiz buçuk?...
- Sekiz buçuk.
- Köşede?...
- Köşede.
Bayramlık
siyah kumaş pantolon, bayramlık ayakkabı, bayramlık mont… bir de en sevdiğim
kalın saç örgülü boğazlı kazağım… O yıllarda; suratımda yeni çıkan kılları
kesmek, şehirler arası benzin istasyonlarındaki ‘küçük’ kadar kısa sürse
de, o gün ‘büyük’ kadar uzun süren sakal traşı oldum, sırları nemden
dökülmüş ayna karşısında. Yurtdışından gelen bir arkadaşının abime armağan
ettiği, at başlı traş losyonundan da yanaklarımı ‘şap şap’lattıkdan
sonra, mazbut yemek masasındaki aileyi tek tek öpüp, köşeden ıslıklamak üzere
karanlığın ortasına dalıvermiştim.
- Güzel olacak
bu gece, bence…?
- Bence de.
- Gelmeyenler
kaybetti…?
- Bence de.
Uçuk mavi renkli, formika kaplı yuvarlak
pastane masasına paltolarımızı sandalyelerimizin sırtlarına asıp, oturduk. Yan
masa komşumuz; geniş siperlikli şapkasıyla bir örnek paltolu kız ve onun
annesiyle babası… Diğer yandaki masada bir başka karı koca, kahve ile pasta
yiyerek yeni yılı kutluyor. Her masanın konusu ayrı, ancak kimse diğer
masaların konusu hakkında bir fikri yok, onlara duyurmadıkları sesizlikle
konuştuklarından. Bir de papyonlu garson, yuvaklak tepsili. Kaldırımdan ekran
gibi gözüken vitrin camında artık biz de vardık, gelen geçenin hepimizi birden
seyrettiği. Masaların, sinema salonu gibi televizyona dönük durmaması,
oturanların hepsinin arkadan bakınca aynı anda enselerinin gözükmemesi, hatta
guart hastası olmuş gibi fırlamış gözlerin ekrana kilitlenmemesi de, ayrı bir
güzellikti.
Gece boyu; iki
sevgili gibi hesaplaştık, tartıştık, aklımızdakileri zaman zaman el ele
tutuşturduk, dertleştik. Bedensel gelişmemizin bulunduğu nokta itibariyle,
incir çekirdeğini bile doldurmayan büyük sorunlarımıza çözümler aradık, hatta
kimine kendimizce bulduk bile. Ancak en çok güldük, birbirimizin gözlerinin
içine baka baka, içinde hiçbir sahtekarlık barındırmaksızın.
Çerez tabakta hâlâ
kalsa da, biralarımız eski yılla birlikte bitti. Bir yandan da cebimizdeki
hesabı ödeyecek paranın, yetip yetemeyeceğinin talaşıyla yüreğim çarpıntılar
içindeydi.
- Birer çay
içelim mi?
- Hesap?
- Ben de n’olur
n’olmaz parası var. Boş ver…
O gecenin
sonuna geldiğimizde, televizyona kimlerin çıktığını şu an bile
hatırlayamıyorum. Bilebildiğim ise; aradan geçen yıllarda öle kala, evlene
boşana, çocuklarla çocuksuzluklarla, taşına göçene dağılıp gittik, hepimiz bir
yana saçıla saçıla. Şimdilerde birbirimizin ev adreslerini bile e-posta
adreslerinde arar olduk boş yere.
Dostumu sorarsanız, yaklaşık otuz senedir Kanada’da göçmen olarak yaşıyor. Ondandır ki, görüşmelerimiz sıklıkla olamıyor. Ama birbirimizin sesini ilk duyduğumuzda, hâlâ o yılbaşının sıcaklığı kaynatıyor damarlarımızda akanları. O yıllarda; bütün günümüzü birlikte geçirir, uzun ayrılıklar öncesinde sarılıp öpüşürdük. Şimdi yaşlandık mı ne? İki senede bir, altı yedi saat görüşebiliyoruz ancak, ayrılırken de üstüne üstlük ağlıyoruz burunlarımızı çeke çeke, hem de çocuklarımızdan bile utanmadan.
Dostumu sorarsanız, yaklaşık otuz senedir Kanada’da göçmen olarak yaşıyor. Ondandır ki, görüşmelerimiz sıklıkla olamıyor. Ama birbirimizin sesini ilk duyduğumuzda, hâlâ o yılbaşının sıcaklığı kaynatıyor damarlarımızda akanları. O yıllarda; bütün günümüzü birlikte geçirir, uzun ayrılıklar öncesinde sarılıp öpüşürdük. Şimdi yaşlandık mı ne? İki senede bir, altı yedi saat görüşebiliyoruz ancak, ayrılırken de üstüne üstlük ağlıyoruz burunlarımızı çeke çeke, hem de çocuklarımızdan bile utanmadan.
Özetle; bir çok insanın düşünü yaşadım
gerçekte, kanlı canlı, diri diri ve yeni uyanılmış bir düşün lezzetinde.
(Sevgili Serdar Bilgin;
dostluğumuz nasılsa baki,
o nedenle sağlıkla nice seneler diliyorum)
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Güzel anılar. Keyifle okudum. Eline sağlık. Sevgiler.
YanıtlaSil