9 Şubat 2013 Cumartesi

İmzadan yana...

Düş Hekimi'nin imza gününde yazılmış karalamaların, 6 Mayıs 2007 de temize çekilmesi...

Bitmiş bir bayramın ertesinden neler hissedilir ki ?

Geçip gitmiş, ince kıyılmış bir yaşam diliminin dil üzerinde kalan tortusu olsa gerek, her yutkunuşta tadı genizde mütebessim anıları kazıdığı.

İmza günleri, bayram ile bayramı kutlayanın ilişkisine dönüşür çoğu kez. Okur; okuduğu o güçlü kelimeleri yanyana getiren, artık makamı belli bir tınıyla ismini, soyadını birlikte dilinde etiketleştirdiği sihirbazla canlı, kanlı, hatta elle tutulur somutlukta yakından tanışmanın heyecanının yanı sıra, gördüğü o ilzyonu yaratırkenki el çabukluğu hilelerini, işin püf noktalarının sırrını paylaşmak için, evden çıkmadan hazırladığı "yazdığınız o aşkı siz, gerçekten yaşadınız mı?" gibisinden soruları akıl cebine sokuşturarak gelir, saygıda kusur etmenin tedirginliğini yaşadığından bir başına oturduğu masada, ardı ardına yalnızlığa düşmüş ben-i ademin karşısına.

Adeta gömleğinin göğüs cebine diktireceği bir amblemcesine sevdiği o yazarın kitabını kasadan alması, okurun yedek soyunduğu maça ısınması için, saha dışındaki atletizm kulvarları arasında abartılı hareketlerle koşuşturduğu bir ek süredir; sayfaların duyulmayan söyleşilerle köşe yerde imzalanışlarına, geriye dönük kaçamak bakışlarla kendi kendini galeyana getirecek bulunmaz fırsatların yaratıldığı.

Kimi "ben gördüğünüz bu sihirbazın aslında çok yakınıyım" cüretiyle teklifsiz yanındaki boş sandalyeye kurulur. Yaşı ilerlemiş olanlarsa daha sıra kendisine gelmeden "sabahtan beri ayaktayım. Çatladı ayaklarım..." diye imza kuyruğuna yüzünü döndürerek oturur ve ayakta bekleyen heyecanlı kalabalığın herbirini saçının telinden ayakabısının burnuna kadar, bir yazıcıdan görüntüsünü döktürebilecek taramada yüksek çözünürlükle inceler.

Sıra gelir Othello ile karşılaşan kuru kafa ilişkisine, "Olmak ya da olmamak !". Ancak beklenen olmaz ve masanın samimi havası; "kim takar, olsan da olur olmasan da..."ya dönüşür. Taze mürekkep kokulu kitap, üzeri alınacak bütün kağıt para gibi uzatılır, bir şovalyenin kılıçla kutsanmasındaki asaletle. Ya uzatan "Kime?" imzalanacağı sorusuna ya da yazar ne yapacağı konusunda bir tereddüt yaşarken "Kim için?" sorusunun "Kim kim için?" ile yanıtlanmasına düşülmemesi içten bile değildir.

Aslında yazar cephesi öylesine ölesiye tuzaklara gebedir ki; en basit yapılacak gaf, günde yirmi kez adıyla seslenilen ismi oluşturan harflerin birleşiminin, ormanın koyu yeşilliğinde boğulmasıdır. Birinci satır kazasız belasız geçildiğinde ilk "ohh" çekilir, tepesibaşına dikilmişin gölgesinin karşısında duyulan mahcubiyeti, bilek güreşinde yenmenin gururuyla.

Sıra gelir "ne yazayım?"a. Bir kaç yöntem vardır. Nedense, en basiti ve en geçerli olanı en son akla gelendir, "Sevgilerimle...". Ancak boğuşmanın mazoşist kışkırtıcı duyguları onu, "Yav, bu kadar hukukumuz olan birine, bu kadar basit bir cümle ile karşılık vermek reva mı?" ile düşülür, bir gayya kuyusunun dibine. Cümleye başlanır, sonu gelmez, zamanı tutmaz, "Siz" diye başlayan gizli özneler "Sen" diyerek noktalanır, kelime atlanır,... en kötüsü de içten yeniden okunmasıdır. Zira bu falsolar fark edildiğinde, asıl o zaman başlar şenlik, kelimelerin üzerini çizmeden, karalamadan, çıkma yapmadan düzeltilmeye kalkışılması, bir boğanın önündeki ineğe olan bakışlarını boşluğa çevirmeye uğraşan kan ter içinde kalmış çiftçinin durumunu aratır. Bu sessizliği ayakta, yukarı aşağı sinirli çizgiler çizen kalemin ucu ile öne düşmüş gergin, bir o kadar da uyuklayan görüntüsündeki göz kapakları arasında gidip gelmekten tenis maçına dönüşmüş bakışlarla, en çok da vakar içinde katlanılan sabırla, aradan haylice bir süre geçer. Bu kaygılı durumu ele veren en belirgin bulgu ise, parmaklar arasında hoplayıp zıplayan, genelde kağıda dokunmadan deprem tarayan sismografın kadran iğnesi gibi yukarı aşağı hareket eden, sinirlenmiş kalem ucundan kolaylıkla anlaşılabilir.

Okuyucu eğer bildik ise kendisinin dahi inanmaya cesaret edemediği güzel, düşük, aksak cümlelerle bezenmiş tiradın, en çok da ne zaman ayak ucuna düşeceği merak edilen noktanın, nihayete ermesi sabırla beklenir. Tanış olmanın yanlı olmayı doğuracağı ön yargısı ise, inandırıcılık basıncını düşürür.

Ancak ilk kez karşılaşılmış bir sima ise, yazarın vicdani tarafsızlık ilkesinde "Acaba ne diyecek?" beklentisi, iç kıpırtısıyla şişirilir de şişirilir ve karşısındaki elinden kitabı alınmışın kendi için söyleyeceklerini seslendirecek, mütebessim ağıza ha düşüldü ha düşülecek noktasında salgılanan heyecan ve mutluluk hormonları rekordan rekora koşup durur, her ne kadar beklentiler çoğu zaman tam bir hayal kırıklığına bürünse de.

Halbuki imza günleri bir yazar için kendini tartmak, tanımak, hesaplaşmak, ayağını yorganına göre uzatmak ile yere basmak arasında karar vermek için çok büyük bir gündür. Öncelikle yazdıklarını okuyanlar neyi algılamışlardır; yazdığı mavi gökyüzüne niye kırmızı dememiştir, kuşlar güneye uçmakla bir şeyleri mi kast etmişlerdir yoksa, yakışıklı adam karısı varken sevgilisine göz kırpması ahlaka mugayyir midir?, avcının avladığı kuşları anlatması doğadaki canlılara yaşam hakkı tanımamasının bir işareti midir?, bir kadının kocasını bir kadınla ya da bir adam karısını bir erkekle aldatması reva mıdır?, dört eşe izin veren dinlerde ikisinin erkek ikisinin kadının olması caiz midir?... gibi kastı aşan tüm beklenmedik sorulara, iç çırpınışlarla ikna edici bir yanıt arayışı içinde kovalar saatler saatleri.

Karşılama ve uğurlama bölümleri ise tam bir görsel şölendir. Ne kadar baştan belirli bir olgunlukta durma azminin kararı içten alınmış olsa da, birinci dakikada bozulurak; oturulur, kalkılır, tokalaşılır, öpüşülür, hatta kantarın topuzu kaçırılarak yıllar sonra görülmüş bir mahalle arkadaşlarıyla sarmaş dolaşa "abarttık mı acaba?" dedirtecek hale gelinir.

Çevre düzeni içinde her nikah, nişanda başrol kapma yarışını başarıyla beceren ahbap, konuk çocuklarının ortamın edebi adabına uydurulma çabaları her seferinde hüsrana dönüşüp "Ha ha hah... seni afacan çocuk seni..." ile durum "neresinden kurtarılsa kârdır"a pupa yelken açar.

Dedim ya, imza günleri aynen bir bayramdır; acımış badem şekerli, taklit çikolatalı, madlenli, yastıkaltı işlemeli mendilli, mantar tabancalı, harçlıklı, el öpmeli, barışmalı, kırıştırmalı, saklambaç, seksek oynamalı, bayram namazlı, lahana dolmalı, kabir ziyaretli, yorgunluktan ayak şişmeli, balonlu, kimi zaman ıslanmış patlamayan maytaplı, çatapatlı...

Kısaca çok güzeldir imza günleri, misafir de olsanız, ev sahibi de... birlikten topluluk, topluluktan birlik elde etmenin en kolay, en zengin, en coşkulu görkeminin gönencidir.

Her birinin, her zaman kendi başına yazılacak bir süreçten doğma öyküsü, kokusu, lezzeti yaşanır an be an. Bundandır; aslında imza günlerinin muhteşemi de, madarası da hiç olmaz.

Gerçekte var olan ise İmza günleri hep güzeldir... hele anılarda...


                                                                                   
Sevgilerimle,

                                                                                                                          ahb
                                                                                                                     5.5.2007

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

1 yorum:

  1. Tülin Kaynak 6.5.2007 tarihinde9 Şubat 2013 01:17

    Günaydın
    Ne güzel anlatmışsınız imza günü sonrasında. Ben de okuyucu tarafından bazı duyguları anlatayım size. Ne zaman tanıdığım sevdiğim bir ünlüyü görsem yaşarım.İzmir'in meşhur Sevinç pastanesinde Ezginin Günlüğünün solistini yan masada otururken gördüğümde de, şiirlerini sevdiğim çok ama çok sevdiğim bir şairle yolda karsilaştığımda da, imza gününde standda oturan Server Tanilli ile yüzyüze gelince de benzer şeyler hissederim. Eğer önceden tanışmışsam ve o kişi azıcık da olsa benden haberdarsa sorun yoktur. Ama sevgi tek taraflı ise ... Çok zor. Tanımamazlıktan gelemem. O iki saniyede gerçek duygularımı düsüncelerimi anlatmam mümkün değil. İtiraf etmek zor ama :) kuyruğa girip çok gerçek olmayan o ilişkide sıradan bir okuyucu olmayı göze almak da zor. Ama geçip gitmek de buyuk saygısızlıktır o şarkıların, o kitapların, o muhteşem dizelerin yazarına, bestecisine. Hay allah! Ne yapmalı.. Evet evet mutlaka en azından onu bildiğimi, sevdiğimi, dünyamın bir yerlerinde, dünyanın bir yerlerinde olmasını önemsediğimi söylemem lazım. Eğer içten bir şekilde önemsiyorsam yaklaşırım dünyanın en güzel kelimesiyle Merhaba ile.
    Cuma günü kızımın okulunda bilim şenliğinin konuğuydu İrfan Sayar. Kim mi? Hemen yaşınıza baktım. Tamam çok iyi bilirsiniz. Porof Zihni Sinir :) . Yanında bir okul görevlisi (ah ne yazık, hakikaten görevli). İçimden görevliyi uzaklaştırıp adamı rahatlatmak geldi. Ama yapmadım tabi :) . Yanına gittim ve Benim yaş grubum için, Gırgır'dan sonra, insanları çirkinleştirmeyi karikatür sanan dergileri alamayan biri için farklı bir öneminiz var dedim. Demeliydim. Gençliğimden bir esintiydi çünkü Zihni Sinir.
    Neyse herşeyden önemlisi içtenlik. Yazar için de oku için de. O varsa o gerçek değilmiş gibi görünen ilişki birden gerçek oluyor. Sizin de dediğiniz gibi sizle başlayan cümleler sen ile bitebiliyor.
    sevdiklerinizle, önemsediklerinizle dolu keyifli bir hafta geçirmeniz dileği ile

    YanıtlaSil