11 Mart 2013 Pazartesi

Kalp-azan

- Eskiden kalma alışkanlık. Önceleri, kasabaya gelen kumpanyaların afişlerindeki şarkıcılara bıyık yapardık. Sonraları, sevmediğimiz parti amblem ve adlarından, desteklediğimiz partinin amblem ve ismini türetirdik sıvası dökülmüş duvarlarda, tuvaletlere yazdıklarımız, çizdiklerimizi saymazsak. Lisedeki sıramın üzerindeki tüm sanat, her yıl benimle birlikte yaşardı, zorla babası yaşında erkekle evlendirilmiş kızlar gibi. Sene başında, bir evvelki yıldan miras sıranın üzerine kazınmış öylesine bir dikdörtgen şekil yıl sonunda, ne hale gelirdi tahmin edemezsin. O karmaşanın arasında orijinal dikdörtgeni ararken şaşkına döner, zeka hanene bir yıldız da kendin koyardın bulmaca gibi çözdüğünde. 
- Yav kardeşim, konumuzun bununla ne alakası var? 
- Sen sormadın mı, ‘Nasıl yaptın’ diye? 
- Hadi oradan, ben sana ‘Bu dolarları nasıl bastın?’diye sordum. Anlattıklarına bak… Yani; nerede, nasıl, niye, kimle ..? 
- Ben de onu söyledim. Bir zamanlar, pahalı fotokopi makinelerinde lüks davetiyeler, biletler çoğaltıyorduk. 
- Ne gibi? 
- Girmek için yüksek bedeller ödenen davetlerin ki gibi. 
- Ee… 
- Ee..si şu ki, şimdi de bilgisayara kaydettiğim paraları basıyorum, eskisi gibi değil; bir alet var ondan kalıp üretiyorsun fotokopi çeker gibi. Gerisi aletin mahareti. Yani, 'mertlik bozulmuş’ durumda. Sen kaç kopya istiyorsan, yani kaç paraya ihtiyacın varsa o kadar basıyorsun. 
- E, senin kaç paraya ihtiyacın vardı? 
- Bana sorarsan, benim beş kuruşa ihtiyacım yoktu. 
- Dikkat et, söylediklerin birbirini tutmuyor. 
- Aksine. 
- E, baksana, parayı basıp ‘benim hiç ihtiyacım yoktu..’ diyorsun. 
- Gerçeek. Parayı başkaları istiyor. 
- Başkaları da mı var? Kim bunlar, kaç kişiler, neredeler,… 
- Hoop, hoop. Sen de dahilsin onlara. 
- Ağzından çıkanları kulağın duyuyor mu? 
- Tabii. Başta bakkal, kasap, manavla başlayalım, sonra pavyon güzeli Nurten, nam-ı diyar Işıl’la devam edip köşebaşında arabaların yan dikiz aynalarını kapattırarak daha fazla aracı park ettiren topal Mustafa’yla uzayıp giden kuyruktakiler, bu paraya her biri diğerlerinden daha fazla ihtiyaçları olduklarını iddia ediyor. 
- E, beni niye bulaştırdın kara parana? 
- Haklısın, doğrudan bulaşmadın. Senin ki zorunluluktan. 
- Nasıl, yani? 
- Devlet parasız kaldığı günlerde finans müdürlerini memleketin karanlık mahallelerinde bu kara paralardan toplatmadı mı? 
- Oldu mu peki? 
- Olmuştur ya da olmamıştır?... Aslında, olmaması için de bir neden yok ortada. Çünkü; senin maaşın ödenecekti o günlerde, ama neyle?  Hep bu tür olaylardan sonra yıllar geçer ve devletin bir sözcüsü çıkar, senin üç beş sene evvel söyleyip de yargılandığın kelimeleri sarf ederek seni teyit eder, her ne kadar ‘münferit’ dese de. Ama geriye dönük bu muhalif sözcülerden kimse dışarı salınmaz. Onlar, hâlâ vatana ihanetten cezalarını çekerler, güçlerini nereden aldıkları bilinmeyen, suratlarındaki kıllardan bir santim uzun saçlı ve sarkık bıyıklı, bakışları dalgın ve donuk bakan, konuşurken cümlelerini bir türlü toparlayamayan, onu dinledikçe onca suçu işleyebilecek esnek zekasından endişe duyduğun, yalnız görüntüsünün haşmetinden başka çekinilecek yanı olmayan, içeride döşettiği koğuşlardan, onun görüşü dışındakilerin ülkeyi terk etmeleri gerektiğini söyleyenlere, inat. 
- Bir dakika, bir dakika. Konuşmalarından anlayabildiğim kadarıyla, sen yalnız adi suçlu değil aynı zamanda siyasisin de. 
- Sen değil misin? 
- Sana ne benim siyasi düşüncemden. 
- İzninle, hazır yeri gelmişken bu konuya bir açıklık getirelim önce. Siyasi düşünce mi suç, yoksa senin düşüncenin dışında düşünmek mi? 
- Elbette ki, hepimizin siyasi düşünceleri var ama bu yaptığımız işe hiç bir zaman yansımaz, tıpkı bu ülkede yaşayan diğer insanlar gibi…?.. 
- Ülkeni öyle seviyorsun ki, onu kendinden başkasıyla paylaşmak dahi istemiyorsun, değil mi? 
- Her neyse, konu dışına fazlasıyla taştık. Çeneni artık bu konuda kapatıp sorulanlara cevap vermen için bülbülleşmeni bekliyorum. Hem anlamıyorum, sorgulanan sensin ben değil. 
- Ben halimden memnunum. 
- !?… 
- Son baskıdan çıkacakları bekleyen kuyrukta o kadar çok insan var ki. Onun içindir ki bana pek bir şey yapmazlar bugünlerde. 
- Kodeste de inşallah aynı duyguları hissedersin. Hadi hadi, Türkan Şoray afişlerine bıyık resmi yapma anılarını bırak da, esas Benjamin Franklin’in sırıtan portresini niye bu kadar beğendiğini anlat. 
- Dedim ya normal bir erkeğim. Ben Nurten’e vurulmuştum, o da bu beyaz perukalı adama. Ben ruh vermek istedim, o servet almak istedi. 
- Yahu, sabahtan beri her yerde çarpıyoruz bu kadına. Allasen, nereden çıktı bu Nurten? Yoksa, gizli kuryeliğini yapan metresin mi? 
- Yok canım, ikinci sınıf pavyonun birinde boynu kesilen adak gibi çırpınarak şarkı söylemesini görüp aşık olduğum, çulsuz karatavuğun biri. Gide gele o bana, ben ona iyiden iyiye alıştık. Öyle ki; hani neredeyse ‘Hesaptan KDV yi düşersen fiş de istemem’ diyecek hale geldi, samimiyetimiz. İlk tanıştığımız günden itibaren bastırılmış işe yarar yaramaz her şeye sahip olma duygusunu, yediği rüşveti üçüncü gün rugan ayakkabısından anlaşılan bürokrat gibi yansıtıyordu, konuşmalarında. Çok söyledim ona, ‘Gıcır gıcır paraların üzerindeki sıfırlar şişip sönmez benim yüreğim gibi, saçlarını okşarken gözlerinde ceylanları kovalayamaz, dudaklarında ateş yakamaz benim seni öptüğüm gibi.’ 
- Peki, o ne dedi? 
- Boğazda bir ev, spor bir araba. 
- Aldın mı? 
- ‘Madem ki bunları çok istiyorsun, sana sermaye vereyim iş kur, kazan, istediklerini kendin al’ dediysem de, olmadı. 
- Desene kadın kurbanı olmuşsun. 
- Tam tersine, o erkek kurbanı oldu. 
- !?… 
- Basıp verdim istediği kadar parayı. O da bana verdi. 
- Neyi? 
- Neyi olacak, hayatını. 
- Verecek hayatı mı var ki, zaten orospu. 
- Öyle deme, sen hiç ruhunu şeytanla pazarlık yapıp sattın mı? Ya da satan birini tanıdın mı? 
- Ulan, rapora biz bu şeytanı meytanı yazarsak, memleketin sınır illerinden il beğeneyim kendime, karayolları haritasına bile bakmadan. Şimdilik, bu işi yapma nedeni olarak ‘kadın hikayesi’ yazıyorum. Ama hâlâ ne kadar bastığını söylemiyorsun. 
- En çok ne yemekten hoşlanırsın? 
- …!... Çukulata! 
- Ne kadar yersin, önünde engel olmazsa. 
- Çook...! 
- Ne kadar çok? 
- Dedim ya, dur durak yok. 
- Mesela, iki kilo? 
- Ne ikisi… 
- Beş kilo? 
- Bilmem.. belki? 
- Bir kasa… ne kadar yersin, sen onu söyle? 
- Yediğimi yer, yemediğimi saklar, acıkınca devam ederim. 
- Kaç gün? 
- Günlerce. 
- Bir ay? 
- Ömür boyu. 
- Emin misin? 
- Ne demek istiyorsun sen? 
- Senin çukulatan kadar bastım da, gerisini sen düşle. Düşün bir kere, istediğim her şeye sahip oluyorum. Varsayalım bastıklarımla bu kentin tüm apartmanlarını, eğlence yerlerini, kumarhanelerini, kerhanelerini, ticarethanelerini, fabrikalarını ben aldım. Ne olacak? Yani, Nurten benim olacak mı? 
- Değil Nurten, bin Nurten zıplayarak senin olur. 
- Ben bin değil sadece bir tane istiyorum. Birinin sorunlarını çözemeden bininin kaçını, nasıl yatıştırırım, bir düşünsene? 
- Sen de fakirlere dağıtsaydın, elindeki paralar madem bir şeyler ifade etmiyorsa sana. 
- Tamam, varsayalım verdim. Her fakir verdiğim paralarla bir fabrikatör oldu. Kim ‘Bana okuma yazma öğret’ diyecek, kim ‘Yeni fabrika alanlarındaki ağaçları kesmeyelim’, kim ‘Seni seviyorum’ diyecek bir düşünsene. 
- Bu kadar sıkıntının içinde, git gide senin zamanın benim ise sabrım daralmakta. Bak şeker kardeşim, tüm olayı ana cadde üzerinden daracık yan sokaklara saptırmadan anlatabilirsen, ben üzülmem dolayısıyla seni de üzmem. 
- Anlaştık. Sen sor ben cevaplayayım tamam mı? 
- Niye yaptın? 
- Çevremdekilerin ısrarlarına dayanamadım. 
- Kiminle? 
- Enfes ölçülerde bir filin belleğine, saatler sürebilecek bir sevişmeyi bile güvercinler kadar hızlı becerebilecek MegaHertz’e sahip, üç boyutlu ekran kartı sayesinde önden, arkadan, üstten, alttan mermer gibi kusursuz milimetrik görüntüler verebilen, istediğinde sarışın menekşe gözlü istediğinde kömür gözlü bir kızıl afet istediğinde mavi gözlü bir esmer olabilen, yapa yalnız baş başa kaldığında üstün ses kartından insanı baştan çıkaracak sesler çıkarabilen, çok düzgün bir Türkçe’ye sahip klavyesiyle ve hayretten hayrete düşüren hazır paket birikimiyle çağdaş, kültürlü aynı zamanda muhafazakar, geleneklerimize bağlı bir teknoloji harikası bilgisayar ve onun işbirlikçi yazıcısıyla birlikte yaptık. 
- Bozulacağından çekinmesem, neyi saydığı dahi belli olmayan bu alete sperm testi yaptıracağım, miliAmperlerle fuhuş yaptığını kanıtlamak için. Neyse, elektronik seks yaşamını kapat ve anlatmaya devam et. Nerede kalmıştık.. ha.. Kiminle? 
- Bu teknoloji harikasını yaratan karanlık güçleri soruyorsan, muhattabı ben değilim bilesin. Önerim, araştırmaya Bill Gates’den başla. 
- Nerede? 
- Kim? Bill Gates mi? 
- Hayır canım, nerede yaptın bu sahtekarlıkları. 
- Villamın üst katındaki yatak odasında. 
- Bana sorarsan, senin Nurten’e hiç ihtiyacın yokmuş. Bak bunun dırdırı yok, vırvırı yok. İstediğinde geliyor, istediğinde seviyor, istediğinde soruyor. Karışmıyor, gereksiz konuşmuyor. Elektrik parası dışında para da istemiyor. Daha ne istiyorsun? Boşuna başını belaya sokmuşsun. ‘Ne zaman?’ diye soracağım ama korkarım onun için de ‘şömine karşısındaki ayı postunun üstünde yemekten sonra şarabımızı yudumlarken’ diyeceksin. 
- Yok yok, yanıldın. Dostlarım istedikçe… 
- Pekii, yaptığının suç olduğunu kabul ediyor musun? 
- Ben de, benden isteyenler de, benden isteyenlerden alanlar da, benden isteyenlerden alanların verdikleri de… diye sayarsak, herkes her şeyin buz gibi farkındaydı. 
- İlk iki sırayı anladım da, gerisi nereden bilecek, bilse bile elini sürer mi böyle kuyruklu belaya? 
- Kimin neye, neresini süreceğini hiç sorma, kimi zaman ben de hayretler içine düşüyorum. Başta ben de senin gibi düşünüyordum. Ama düşlerim düşündüklerimin üstüne düşmeye başladığında kendime geldim. Zaman içinde öyle insanlarla karşılaştım ki, günlerce açık kalan ağzımdan içeri giren soğuk havadan bir ara zatürre teşhisi bile kondu. 
- ‘Para için neler yapmıyorlar, kılıktan kılığa mı girmiyorlar ki’ diyeceksin, biliyorum. 
- Yok, tam tersine paraya dokunan bence ölüyor, vücutları hareket etse de. Tıpkı doğumlardaki ölümler gibi. Yani, yaşama ‘Merhaba’ diyebilmesinden sonra da devam etmesi için birilerinin ölümü göze alması gibi. 
- ? 
- Önce, bir miktar biriktirir ya da kazanır, avantadan gelir, rüşvet olarak yer, yolda, cebinde tesadüfen bulur. İlk zamanlar araları çok iyidir, pehrize başlamadan önce. Onu en baş köşede ağırlar, tıpkı balayındaki çiftler gibi, ta ki doğurtabileceği bir yer bulana kadar. Çevresindekilere danışır, doğumdan sonra başına gelecekler için. Ooo.. bir bakar, ortalık güllük gülistan, yediği önünde yemediği arkasında. Bu güne kadar beklediğine hayıflanır. Biricik paracığını götürüp kendi elleriyle teslim eder para üretim çiftliğine. Nasıl çiftleştirildiklerini, bir ilkokul öğrencisinin akşamları evinin duvarları, kapıları arkasındaki görmeden işittiği yaşam kadar bilebilse de, televizyon ya da sinemalarda seyrettiği aşk filmlerinde gördükleriyle, kendini kırk yıllık doğum uzmanı gibi deneyimli bulur. Çiftlik sahibi, onun tek danasından bir sürü yaratabileceği vaadiyle paracığını onun sıkılmış nemli ellerinin arasından çekip alır. Bundan sonrasını haberlerden, ‘kelin şimşir tarak’, ‘pala bıyıklı hala’ yorumlarından anladıklarıyla hamileliğin gelişimini izlemeye koyulur. Her güzel ya da iyi haber onun beyninde yeni yeni renkli düşler kurmasını sağlar, gün be gün hayallerinin sınırlarını genişleterek. Evine gelen ödenmemiş elektrik, su, telefon faturalarını üst üste istifleyip öfkelenirken, o hâlâ parasıyla ikinci el mi yoksa sıfır kilometre araba almasının mı daha karlı olacağı arasında salıncakta sallanır. Bir gün biri çıkıp şehir dışında on sene içinde gelişecek bir yerden arsa almasını salık verdiğinde kafası iyice allak bullak olur, on sene sonra ‘kim öle kim kala’ diye. Ev yaptırıp oturmayacağı boş bir tarlayı salt parasına para katmak uğruna satın da alır. Plesantası içinde yavaş yavaş kulaç atan kız çocuğunun doğup, büyüyüp elinden az şekerli köpüklü kahve içeceği günlerin keyfini düşleyeceği yerine, evlendirdiğinde alacağı başlık parasından elde edeceği karla yaşayacağı mutluluğu düşler, sabah çayını höpürdetirken. Tatminsizliğini, gerçekleştirmekten mutluluk duyacağı düşlerini de ortadan kaldırması izler. Sonunda, bir bostanın ortasında toprağa oturup, çıkardığı paslı çakısıyla soyduğu hıyarı tuzsuz yeme arzuları olmaksızın, tarlasına bir hamburgerci açma duyguları ağır basmaya başlar, yüreği yerine beyninde. Sonuç; günde elli müşteri ağırlayan bir genelev kadınından alınan tat kadar yaşar kurumuş yaşamını, düşlerindeki dağın yeşil eteklerinde ateşlemediği mangalın başında hiç şarap içemeden, üstelik şişeden. Biriken ‘Varyemez’in para kuleleri’ hayali gerçekleşip büyüdükçe artık hiç dokunamaz olur ona. Görünürde bir dine inancı olsa da aslında kendi yarattığı toteme tapınmaya başlar, tüm yaşamını dışlarcasına. Bir gün gelir, inanılmaz bir gümbürtüyle yerinden sıçrayarak uyanır, uyanmasına da şairin dediği gibi artık ‘vakit çok geç’. Uçları nasırlaşmış duyguları kendini çoktan katletmiş olduğunun farkına varsa da o, eski heyecanını körüklemeye çalışır, kalbi aniden yükselen tempo karşısında ayak uyduramayıp tıkanana kadar. Son noktada; içi gülen gözlere takılı kalır bakışları en son nefesini verirken, filmi başa bile saramadan. 
- At, at. ‘Bekâra karı boşaması kolaymış’. Sanki sen, kendi deyiminle para üretme çiftliğini, sefahat hayatı sürdüğün villanın ikinci katına taşımadın değil mi? 
- Yoo… Şu an dört kolluya bindirseler, geride bırakabileceğim bir tek çöpüm dahi yok. 
- Hem bu kadar para bastın, hem kuruşun yok, öyle mi? 
- Evet yok. Yalan mı söyleyeceğim. 
- Ev?.. Arsa?.. Araba?.. Yazlık?.. Kışlık?.. Atölye?.. Fabrika?.. - Hiçbiri… - Nasıl yani?..! 
- Hepsinin geçici sahibi oldum, yani çoğu zaman kiraladım ya da parasını basıp verdim, kullanım hakkım dolana kadar. Hiçbir şeyi satın almadım, sahibi olmadım, kullanıcısıydım hep; ev de araba da otel de lokanta da hatta kadınlar bile. O gün canım sarışın isteyebilir, ertesi gün esmer. Evlat istediğimde, istemediğin kadar birilerine, korunmaya, sevgiye muhtaç çocuk çıkıyordu ki önüme, bu memlekette. Her sahip olduğum şeyin başıma olmadık işler açacağının bilincindeydim. Evlenseydim, karım beni başka kadınlarla paylaşmak ister miydi? Çocuklar birbirlerini yerlerdi mirasın büyüğünü kapabilmek için. ‘Gereği yok’ diye düşündüm. Bakıyordum canım meyhaneye gitmek istiyor. Dükkân sahibinden garsona, vestiyercisinden tuvaletçisine park bekçisine kadar hepsini doyuracak parayı gitmeden basıyordum. Onlar da yaşatabilecekleri hizmetlerin fazlasını veriyorlardı her seferinde. Yani gerektiğinde, gereğinden fazla. İşin püf noktası da bu, benim yakaladığım. 
- Ya dolandırdığın bunca insana borçlarını nasıl ödeyeceksin şimdi? 
- İsterlerse yeniden basıp verebilirim her an, borçlarım ne kadarsa. 
- Sen biraz değil epeyce delisin, gördüğüm kadarıyla. 
- Niye ki? Onların alabilecekleri, benim ise kaybedeceğim hiçbir servetim yok ortada. Alacakları kadar olan bir malı yeniden bastıklarımla onların adına alabilirim. Bu arada benimkiler de diğer aklanan paraların arasında arınmış olur zaman içinde. Onlar da isterlerse satıp alacaklarını gerçek paraya çevirebilirler. Ha yeni ha eski, ha sahte ha gerçek, yani aslında değişen hiçbir şey yok ortada. 
- Kabul ederler mi? 
- Başka seçenekleri mi var ki? 
- Sen de bu arada paranı aklayacaksın, öyle mi? 
- Evet. Bu da bir yöntem. Temel ilke bu, ama herkesin kendine göre yöntemleri var ama küçük ama büyük. 
- Sabahtan beri sen neyi kanıtlamaya çalışıyorsun kuzum? 
- Paranın yaşam için söylendiği anlamda o kadar gereği olmadığını. 
- Ayakların yere basmıyor, uçuk kaçık konuşmaların ise açıkçası bana hiç inandırıcı gelmiyor. 
- Bunları söylemekle sözü nereye getiriyorsun ki? 
- Bohem hayatının bittiğine ve ömrünün sonuna kadar pek de hoşlanmayacağın bir delikte, üstelik Nurten’siz geçireceğine. Haa.. sahi, bu varlık içinde sınıfı iki olan, sana göre paragöz yani ölmüş, anlayabildiğim kadarıyla düşüncelerinin tam tersi bir yaşam sürdüren biri, nasıl oldu da bu ulaşılmazlığı delip hayatına böyle balıklama daldı. 
- Sen bana kafanı fazla yorma. Ortada kimin cebine ne zaman konacağı belli olmayan bunca para uçuşurken kim keser altın yumurtlayan tavuğu. Haa Nurten’e gelirsek… Onda belki de haklısın. Gönülün nereye, ne zaman konacağını kimse denetleyememiş şimdiye kadar, ben mi değiştireceğim? Yaygın görüşün aksine güzellikle, çirkinlikle, akıllılıkla, delilikle, gençlikle, yaşlılıkla… senin anlayacağın, bağlantı kurabileceğin hiçbir kıstası yok bu işin, bunca gerçeğe rağmen. 

Köşedeki ışıksızlıktan sızan kapı gıcırtısı, ikisinin de yüreğine üçer fazla vuruş sağladı, umutla baktıkları karanlıkta. Yalnız bıyıklı zayıf çenesi yansıdı, ıssız sokağın aydınlatma direğine asılmış siyah parlak gözlerinin altında. 
- Müdürüm çağırii… 

İçlerinde küçük ateşler yakıldı, bir yöneticinin personelini ya işe alırken ya da atarken odasına yalnız başına çağırdığını bildiklerinden. 
- Ne bakıyorsun öyle? 
- Asıl sen ne düşünüyorsun, onu söyle? 
- Ne düşüneceğim. Dilini çözdüğüm için soruşturmanın sorumluluğunu bana verdiğini söyleyecek. 
- Haklı olabilirsin… Ama sen yine de kendini hazırla, düşündüğünün tersini de söyleyebileceği için… 

ahb "Sanal Kalemin Gerçek Düşleri"-2000 :Kalp-azan 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder