7 Temmuz 2016 Perşembe

Aysar ya da Sarmadığında...

Heybeli'den

Tarih 20 Temmuz 969. Yer Ege’de Ören adında küçük bir tatil beldesinde, bir beden eğitimi hocası olan Tahir Hoca’nın 20 günlük devrelerle işlettiği ünlü Altınkamp. Çoğunluğu; altı açık, üzeri kırmızı hilalsiz beyaz Kızılay çadırlarından oluşurdu. Gözde müşterileri ise Almanlar. Onlar, görkemli karavan ve renkli çadırları, evde bile görmediğimiz kamp araç, gereç, avadanlık ve olanaklarıyla koca alanın en işlek noktasında konuşlanırdı. Ve arka cephede o günlere göre lüks denebilecek konturplaktan bölmeli, bitişik nizam bungalovlar. Üç öğün kamp yemeği, masalara tencerelerle verilmekte. Arkasındaki tarlada yetişen sebze ve meyve ile öğünler aşılıyor, sık aralıklardaki el tulumbalı artezyen kuyularından çıkan su ise, o sıcağa karşı koymayı sağlasa da duş alma, adeta Kazak’ların bebelerine yaptırdıkları ilk banyonun buzlu suyu kıvamında. Denizin suyunun berraklığı, kumsalın genişliği, kumunun inceliği bir anda bedende lokal anestezi etkisi yapan denizin suyu sayesinde de tüm cazibesini yitiriyor. Müşteriler ise yaşamlarının mütevazılıklarına inat hayli okumuş, düşünce sahibi akademisyen, üst düzey memur, sanatçılardan oluşmakta. 

O gün akşamüzeri, kaykılmış güneş altındaki plaj futbolu için sayının azlığı göze çarpıyordu. Hele ki takımları kuran ve sonrasında bir tavla muhabbeti kıvamında geceyi atışmaya çeviren Üniversiteli abiler ortalarda görünmüyordu. “abin nerde kaldı lan?” muhabbetlerinin sonucunda, akşama hazırlığın erkenden yapılıp gazino diye tabir edilen yemek bölümünün yanındaki büyük sekiye gelinmesi haberi yayılıvermişti. Ne olduğunu anlamamış olsak da, ardımızı döndüğümüzde çok da aklımızda kalmamıştı. Güneşin batmasına daha vardı. Birer ikişer duşlarını almış, uzun pantolonlu, gömleği dışına bırakılmışlar sekide birikmeye başladı. Ve nihayet o üniversiteli gruptan abiler gelse de, kaşla göz arasında bir yerlere koşuşturmaya başlamışlardı. Gün içinde “püff püff… sayın Aydın Keçe, sayın Tülay Geçe şehirlerarası telefonunuz var. Lütfen müracaata gelin” anonsu yapılan kasaba hoparlöründen yine aynı ses seslenmekteydi. “Lütfen dikkat. Bu akşam Apollo uzay gemisinin Ay’a inişi nedeniyle yayın yapılacağı için, akşamki müzik programı yayına göre geç başlayacaktır.” Mikrofon, hışırtılı ve parazitli bir radyonun önüne yerleşmenin yarattığı sesleri sansürsüzce veriyordu. “anteni çevir çevir, yok yok kaldır kaldır…” gibisinden ses en net hale getirmenin çabasındaki üniversiteliler, cephesi camlı küçük müracaat binasının içinden görünüyordu, çatıdaki arkadaşları elindeki altıgen sargılı antenle bir sağa bir sola dönerken. Ses yurtdışı maç anlatımlarından da daha anlaşılmazdı ama, arada cümle içinde geçen iki kelimeyi yakalayıp diğerlerini de biz aklımızdan serpiştiriyorduk. Deniz sakin, ilgilenilmediğinin alınganlığındaydı hatta, Kaz Dağlarının zirvesindeki kızıl gurup bile, batsa da gitsemin aceleciliğine bürünmüştü adeta. İnsanlar suskundu. Çoğunluk akşam alacasında yeni beliren puslu Ay’a arada bir göz ucuyla dokunuyordu. Sanırım bir asker çocuğu idi, elinde babasının arazi dürbününe gözlerini dayayarak sekinin üzerinden Ay’a uzun uzun bakan. Biri yanaştı çocuğun yanına. “Bir şeyler görünüyor mu?” dediğinde, çocuk olanca anlamsızlığıyla donuk donuk baktı adamın suratına. Ve soru sessizliğin getirisiyle olanca gücüyle yankı buldu kulaklarda. Ve dudaklardaki tebessüm o an görülmeye değerdi. 

Burada lütfen müziği açın
Birer ikişer, kampın küçük büfesinden alınmış Dimitrikopulos şarapları sıradan dudaklara dayanmaya başladı, ağızdan ağıza geçerek. An geldi biz yeni ergenlere bile bir fırtla ıslatma izni çıktı. Durum aysarlık yapıp, sevinç yerini hüzne terk ediyordu, “Eee? N’olacak bizim halimiz?” efkârı batmış Güneş’e nispet yaparcasına. 

Ortak düşünceyi Ay’a doğru bakıldığında havada görmemek elde değildi artık. Tarihten gelme her tür batıl alışkanlık suya gömülüyordu sessiz ve usulca. Med-cezire bakarak, Ay üzerine kurulmuş tüm hurafeler boğulmak üzereydi, Dünya’nın yuvarlaklığı üzerine bilgi mutlakçılarının yaptığı bilgin itlafçılığına bile gelemeden. Ancak insanları muma çeviren düşünce, mehtap sorunu idi. Hani artık, sevgiliye sarılıp neye bakılıp, neyin hülyası kurulacaktı? Ay ve mehtaplı şarkılar artık, anlamsız mı kalacaktı? Kısaca sevgiye vurulmuş en keskin prangaydı o sessizleşmiş akşam. Tercüme eden, astronotun sözleri için; “benim için küçük ama, insanlık için büyük bir adım” söylemi ise bir ikileme sürüklüyordu; alışkanlıkları, duyguları. 

“Ay’a aslında hiç gidilmedi” yi besleyen hayli iddialar günümüze kadar gelmiş ise de, gidilip gidilmemesinin önemsizliğinde o gün, insanlar çok farklı bir aydınlanma yaşadılar da denebilir. O günler için bilim mi, duygu mu ikilemiymiş gibi gözükse de gerçekte, yüzyılların birikimiyle abartılan sarkıtların yerinden asılmaksızın kopması, düşmesiydi. Ya da Aklı hep öncelikli kılmanın gerekliliği. 

Şimdileri bu olayın bendeki etkisinin gücü, ergenliğini yaşayan taze bir gencin; henüz yeni yeni oluşmaya başlamış cinsiyet, aşk, sevgi kavramlarını ayrıştırarak kendime tam kuleler inşa ettiğim ana denk gelmesinden olsa gerek. Hani kıyıda kumdan kaleler yaparsın da, tam ne güzel oldu derken birisi, ayağıyla umursamazca basıp geçer ya… sen de ona bir bakarsın ya… içinden neler yapmak gelse de, o an hiçbir şey demek içinden bile gelmez ya… işte öyle bir şey. 

Ardından programına başlayan orkestra, bütün gece ay ve mehtap üzerine şarkılar da çalsa, Mehtap çoktan ölmüştü ve insanlar onun taziyesindeydi, kendilerini deme vurarak, dem tutarak.

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Haziranda ölmenin zorluğu


Haziran geldi çattı. Baharda hazanı yaşamak...
Sanırım bundandır, "Haziranda ölme"nin zorluğu

...
«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara


nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?


yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın


gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor


uy anam anam
haziranda ölmek zor!


Hasan Hüseyin

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

3 Mayıs 2016 Salı

Kendi Kulağının Sesini Açabilmek...

 Deniz'lerin anısına, "Aranjuez"


Hani; Mayıs’ın maviliğe estiği, koyu bir karanlığın gecesine düştüğü günlerden biriydi, yıldız ve ay o gece pırıl pırıl parlasa da dibini aydınlatamadığı, kör koğuşlara süzülemediği, nefes almanın da vermenin de zorluğunda, birisi bir cigara yaktı dumanını havaya üflerken gördüklerinin keyfini çatarcasına. Diğeri; kalem kırılırken avcunun içini de morarttığından ellerini ovuşturmakla meşguldü. Bir başkası, tarihi bir köşkte somya yayıyla, çevirmeli telefonla, su borularıyla, gazoz şişeleriyle ABD yardımı “know-how”ların kılavuzluğunda kendi özgün tasarım arayışları için “workshop” yapmayı sürdürüyordu. Birileri de; sessizlik içerisinde sergilenenleri dehşet içinde seyredenlere “iyi polis”i “kötü polis”i oynuyordu. Basit bir dille; “Ortada var bir vatan, içinde var bir düşünen; biri tutmuş, biri kesmiş, biri pişirmiş, biri yemiş, biri de ABD'den gelip hani bana, hani bana demiş”ten öteye gitmediği o ağır günlerde.

Dedim ya; belki de sıradan insanlar, düşlerinde birbirlerinden farklı rüyalara çoktan bürünmüş, karanlık izbe köşelerde her tür pazarlık tüm kızışmışlığını olanca hızıyla sürdürmekte, terfi/tayin/ihale için beller istendiği yönde eğilmekte, senaryolarda kullanılacak yasal ve yasadışı silahlar ayrı ayrı tezgah altlarında hızla el değiştirmekte, barolar mahkemelerde, gazeteciler kapatılan gazetelerinde, yazarlar kitaplarında, öğretmenler okullarında, öğrenciler yurtlarında, analar cezaevlerinin koğuş, babalar emniyet saraylarının 5. katlarındaki pencerelerinin altındaki haykırışlarının sessizliği çökmüştü şafağı atamayan sabahına.

Söylentiye göre; 10 yıl öncesi, memleketi donuna kadar pazarlayıp ABD'nin zavallı bir marabası olmasına katkı verenlere karşılık bir misilleme olduğu ileri sürülür. Kısaca, ABD eteği öpenlerle, tepenlerinin bir kez daha karşı karşıya gelişiydi. Üzerinden geçen yıllar yürütücülere, yargıcılara, sorguculara olan katkısı tartışmasız oldu; ülkenin doğasına aykırı gelse de dokunulmazlıkları, malvarlıkları, arkalıkları, arpalıkları, yağdanlıkları her ne hikmetse “nacar” saat kadar tıkırında işleyegeldi. Müsebbiblerin çoğu göçse de, bırakılan bataklık mirasında artık daha dolgun, daha semiz larvaların baş göstermelerine şaşırmamak gerek.

Kısaca; günümüz emperyalizminin ağababası ABD'ye ne kadar zorda kalınsa da bir türlü “hayır” demeyi beceremeyen solcularla, İsrail ile tarihinin en dostane ticari ve ticani ilişkisine giren ılımlı islamcılarla, kendi aralarında her tür sapkınlığı yaşayan şeriatçılarla birlikte geçiriyoruz günlerimizi. Bir yanda; ABD'nin desteği ile Sosyalist bir ülke kurulabileceğinin cehaletinde hayalini gerçekleştirmeye kalkışan toprakağaları, şıhlar ve onların marabaları. Diğer yanda; itirazsız köleleştiğinin bilincinde ABD'yi bir islam ülkesi olduğunu öne sürmenin yarattığı çelişkiye bile aldırmayanlar, algılayamayanlar. Bir de; her ne pahasına olursa olsun ABD ve her tür sömürgeciliğin karşısında duranlar.

Ha, o yıllarda Sam Amca ya “ılım”ı ya da “islam”ı aklına getirmemişti henüz. O daha sonraki yıllara denk gelir, en gevrek sömürmenin hamurunun “İslamın ılımlısı” olduğu, hatta ılımsızını bile kendi elleriyle yetiştirir, ellerinin içinde kaybediverir, “Şeytan götürmüştür herhalde” niyetine arar durur ıssız çöllerde.

Tüm bu sözü edilenlere boğulmuş gecenin bir vaktinde, ceplerinde filtresiz bir paket cigaraya yetecek servet taşıyan, yüreğiyle savaşıp aklıyla düşünen, okumaktan gocunmayıp söylemekten korkmayan, diri, körpe, bahar çocuklarının ümüklerine çöktüler karanlığın en koyusunda, en kuytusunda. Boğazlatanlar, sırtlarındaki Sam Amca’nın güvencesinde arenadaki gladyatörün arslanların ortasında parçalanması, bilgili bir cesareti ilkel bir cehaletin çullanarak linç etmesini, ardından geleceklere gözdağı vermek uğruna silahların soğuk gölgesinde keyifle seyrederlerken; hiç utanmadılar, hiç korkmadılar, hiç çekinmediler, hiç geri adım atmadılar tıpkı, iplerin ilmiklerinde savunmasız, korunmasız asılanların sıcak ve kırmızı cesaretlerinde. İlerleyen yıllarda, kültürsüzlük boşluklarında rahatça yuvalanabilen akımlarından kedi boğazlayan Satanistler kadar bile tepki görmedi, Sadist duyguları bilenmiş o günlerin bu Faşistleri. Öyle ki; kimileri bir cigara bile tellendirdi, kırılan boyun kemiklerinin sesleri, çırpınan genç bedenler, hırıltılar, katledilmelerine neden olabilecek bir suç da bulunamamış bu cesur yürekler karşısında. Sonraki yıllarda, sadık uşak, taşeronların daha uzun soluklu hizmet etmelerini sağlamak amacıyla mıdır bilinmez, tütüne yasak kondu. Günümüzde süren davaların ömrünün, bir insan ömrünü aşacağı iddia edilmekte olduğuna bakıldığında, inandırıcı gelmiyor da değil hani!

Bu yazıya müstehzi bakışlarla bakanların dışındakiler için; ABD ve Emperyalizmi lanetleyen bir cümleyi, kulaklarınızın duyacağı yükseklikte kendi sesinizle seslendirin, üzerinizde parka, ayaklarınızda postal, boynunuzda ip olmasa da tıpkı, Deniz, Yusuf, Hüseyin’in son sözlerinde katliamdan mesul Elverdi’lerin suratlarına tükürürcesine haykırdıkları gibi;

“KAHROLSUN AMERİKAN EMPERYALİZMİ, YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE”

Sevgilerimle... 
ahb

6.5.2010  (tarih eski gözükse de, yazı paylaşılmadığı için yeni denebilir)

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

28 Nisan 2016 Perşembe

Sesli Yayın: İki Keçi


Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

27 Nisan 2016 Çarşamba

KuleDibinden Yankılananlar Seslendi...

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

26 Nisan 2016 Salı

1 Mayıs Marşı üzerine...


Rutkay Aziz: “Dilden dile dolaşan ve nakaratı ile miting meydanlarını coşturmayı başaran ünlü 1 Mayıs marşı, özellikle 1970′li yılları yaşamayan kuşaklarca, yabancı bir marştan uyarlama olarak biliniyor. Oysa 1 Mayıs marşı, sözüyle bestesiyle bir Türkiyeli sanatçıya, Sarper Özsan’a ait." 
Özsan bir tiyatro oyunu için hazırladığı marşın hiç hesapta yokken nasıl bir eylem marşı haline geldiğini İşçi Filmleri Festivali’nde şöyle anlatıyor: “1974′te Rutkay Aziz’in Genel Sanat Yönetmeni olduğu Ankara Sanat Tiyatrosu, Maksim Gorki’nin ‘Ana’ romanından Bertolt Brecht tarafından aynı adla uyarlanan tiyatro oyununu sahneye koyacaktı. Oyunun müziklerini benim yapmam istendi. Memnuniyetle kabul ettim. Oyunda birçok yerde müzik vardı ve bunların sözleri Brecht tarafından yazılmıştı. Ancak sadece bir sahne, 1 Mayıs 1905 (Rusya’daki kanlı pazar) sahnesi, için hiç söz yazılmamıştı. O sahneyle ilgili Brecht şu notu düşmüştü: ‘İşçiler marş söyleyerek sahneye girerler’. 
Bu sahne için bir marş kullanmak gerekiyordu. Bir marş yazma ihtiyacı hissettim hem sözlerini hem bestesini hazırladım ve böylece 1 Mayıs marşı ortaya çıktı. Tabii o zaman oyun müziği olarak yazdığım bu marşın sonradan oyun sınırlarını aşarak mitinglere, devrimci gecelere çıkacağı aklımdan dahi geçmiyordu. Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) oyunu devrimci bir ruhla sahneledi. Ve bundan sonra da marş, oyunun sınırlarını aştı. Birkaç yıl içinde tüm gruplarca sevilen bir marş haline geldi. Sanırım 1976′da da artık büyük meydanlarda söylenen bir marşa dönüşmüştü.” 
Bu marş, 1977 1 Mayıs’ında Ruhi Su Dostlar korosu tarafından büyük coşkuyla söylendi. Cem Karaca bundan etkilenerek Dervişan grubuyla ’1 Mayıs’ plağı çıkardı. Plak büyük ilgi gördü. Türk Pop müziği uzmanı Murat Meriç’in bir araştırmasından aktaracak olursak Hey dergisi Ocak 1978′de plağı, “Sözlerdeki anlam, müzikteki ahenkle yıllarca dillerden düşmeyecek bir yapıt” diye tanıttı. 
Marşın 1980′den sonra en çok bilinen yorumu ise Grup Yorum’a aitti. 1 Mayıs Marşı ilk defa Ankara Sanat Tiyatrosu’nun 1974-1975 sezonunda Maksim Gorki'nin “Ana” isimli romanından Bertolt Brecht'in oyunlaştırdığı Rutkay Aziz’in yönetmenliğinde sahnelenmiştir. Böylece Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) çalışanları, seyircisine ve Türkiye'ye yeni bir marş kazandırmıştır. Söz ve müziği Sarper Özsan’a ait olan marş, Cem Karaca ve Dervişan tarafından seslendirilmiştir.  
“1 Mayıs’ta geçen ‘Ana’ oyunu için Sarper Özsan arkadaşımızla birlikte bir müzik yapmıştık ve o müzik yıllardır söylenen bir marşa dönüştü ve 1 Mayıs’larda halk, emekçiler ve işçi sınıfı tarafından alanlarda söylenmeye başlandı. Tiyatro sahnesinin müziği emekçilere, halka ve işçi sınıfına marş olarak kalmıştır.”
 
Sarper Özsan’ın Yaşam Öyküsü
 
1944′te Bandırma’da doğan sanatçı, Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon Bölümü’nde okudu. Necil Kazım Akses’in sınıfında armoni, füg, kontrpuan, kompozisyon çalıştı. Ayrıca besteci Kemal İlerici’den Türk Müziği ve Armonisi dersleri aldı. 1967′de TRT’nin görevlisi olarak Halk Müziği derleme çalışmalarında bulundu. 1969′da Kompozisyon Yüksek Devreden mezun oldu. 1970′te TRT Kurumu’na girdi. 1971′de siyasal nedenlerle tutuklandı. 1973′te cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul Devlet Konservatuvarı öğretim üyeliğine atandı. 1982′de alındı ama 1990′da tekrar eski görevine döndü. Öğrencilik yıllarından bu yana çeşitli enstrümantal müzikler, çocuk müzikleri, koro şarkıları, multivision ve şenlik müzikleri dışında pek çok tiyatro, televizyon dizi ve filmleri ile film müziği besteledi. 1983′te Ulusal Gitar Müziği Beste Yarışması’nda birinci oldu. 2. Ankara Film Şenliği’nde “Av Zamanı “filmi için yaptığı müzik ile en iyi müzik ödülünü aldı.
 
1 Mayıs Marşı 

Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır 
Ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez 
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde 
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı 
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı 

Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından 
Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından 
Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir 
 1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı 
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı 

Vermeyin insana izin kanması ve susması için 
Hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin 
Bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler 
1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı 
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı 

Ulusların gürleyen sesi yeri göğü sarsıyor 
Halkların nasırlı yumruğu balyoz gibi patlıyor 
Devrimin şanlı dalgası dünyamızı kaplıyor 
 Gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider 
Devrimin şanlı yolunda bir kağıt gibi erir gider. 

 Sevgilerimle... 
 ahb 

 not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.