10 Eylül 2009 Perşembe

3 Tekerlekli Bisiklet


Dedim ya, yaşlanıyorum diye; dün diye başladığımı yine unutup bugüne geldim...

Efendim, aile büyüklerinin anlattığına göre; o zamanın deyimiyle aşırı küfürbazmışım. Hani şöyle böyle değil. Biri topumu zorla mı aldı; “Senin ta ananı...”, durduk yere tükürdü mü; “Senin babanı...” olduğu rivayet edilir durur aile efradı içinde. Ha, bir de şimdiki halime bakın. Memleket Ali Baba’nın halısı gibi altımdan çekiliyor, çıtım yok, karısından şüphelenip de hafiyesi Mahmut tutan adam fıkrasındaki gibi; “Dur hele, bakalım n’olcak şimdi?” diye diye gündüz kadın programlarını izleyenlerden bin beter olmuşum. Ne’o? Efendilik... “Efendiliğin batsın emi. Efendi olsan kaç yazar, karşındakiler Apaçi...”

O yıllarda bir kasabadayız, memur bir babanın çocuğunun makus talihiyle. Benim de üç tekerlekli bir bisikletim var, koca kasabada bir kaç tane arasına giren. Bisikletim yanımdayken kendimi hiç, bir başıma olduğumu hatırlayamıyorum. Mutlaka çevremde “versene bir tur atayım” ordusuyla her an birlikteyim, yeni nişanlı çiftin başbaşa bırakılmasının kalabalıklığında. Bende yaş 5, bilemedin 5,5. Bir gün yine kabile toplantısı yaparcasına bir kum tepesinin yamacına oturmuş, tam ortamıza koyduğumuz üç tekerlekliyi kamp ateşi niyetine çevrelemişiz. Biri tutup diyorki;

“Ula, bunun tekeri nasın dönüyoo. Önündeki dönüyoo... Onu anlıyom da, arkadakiler nasıl dönüyooo...”

Vay sen mi dersin bunu. Köyün bilgesi kıvamında; ”Bak şimdi...” diyerek yaşımın üzerinde bir olgunluk içinde dolgun bilgilerle anlatıyorum. Hepsi benden büyük olmalarına rağmen çıtlarını çıkartmadan anlattıklarımı dinliyorlar. Bir ara öyle kaptırmışım ki kendimi, ortadaki bisikleti ters çevirmiş, tıp öğrencilerine kadavrabaşı uygulamaları anlatır gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonunda “Dayı köprüyü geçti”. Üç numara saçlı başlardan biri sessizliği bozuyor;
“Peki ya lastiği patlarsa?”.

Elimdeki söğüt dalıyla tekerleğe şaklatarak;
“Hiç patlar mı lan bu? Dolma lastik bu, dolmaaa?”.

Ancak üç numara saçlı baş hâlâ ısrarcılığını koruyarak;
“Canım, mesela üstüne daşş düşse,... teker sekiz olsa,...”

“Öööle desene olluum. Sen patlasa diyon bikerrem.... O başka. O zaman dibinden sökülüp yenisi takıyolaa” dememle birlikte;
“Sen sökebiliyon nu?”

“Tabi olluuum” diyerek bahçeli evimizin duvarına dayalı, boyum yetmediğinden içimde hep özlem olarak kalan abimin lacivert bisikletinin, selesinin arkasına asılı deriden alet çantasını açıp, iki başı topuz, her topuzda dörder ayrı numaralı yegane anahtarı kaptığım gibi, yanlarında ben olmadığımdan bisikletin üzerine daha rahat üşüşmüş üç numara saçlı başlar ordusunun ortasına hışımla dalıyorum. Hepsi yeniden eski oturdukları yere çömüyorlar. Ihlaya pıhlaya söküyorum, cıvatasından. “Naah işte” O an beni gaza getirenler onlar değilmişcesine, uyuşuk uyuşuk ayağa kalkıyorlar, tüm gizemi kaçmışçasına, şekeri bitmiş ciklet kıvamında;

“Eh hadin, dop oynayak biraz”. Bir elimde anahtar, diğerinde dolma teker, somun cıvatayı hatırlamıyorum neredeler.

“Hoop leen nereye?”
“Maç edeceez, istersen sen de geh. Galeye geçen”. Dışlamadıkları için, memnuniyetle aralarına karışıp doğruca karşıdaki ilkokulun bahçesine. Sayışmalar, adam almacalar, adımlayarak yassı kale taşlarını üstüste koymalar... Başlama vuruşuyla birlikte sabahı etmiş bekrinin yürüyüş endamında yamulmuş top bir o yana gidiyor, bir bu yana. Kim nereye vurursa vursun, top gidebildiği yönden geri adım atmıyor kör inatla. Annemin seslenişiyle maçın havasından bir anda sıyrılıyorum. Uzaktan bir şeyler söylemekte ama, ince sesi bana gelene kadar üç numara saçlı başlıların topa vurmasa da bağıran seslerini bir türlü aşamıyor. Efeyim ya... söylene söylene yarım metre irtifayla kostaklanarak bahçe duvarına çocuksu asabiyetle yanaşıyorum.
“Ne var?”
“Bisikletin nerede?”
“De ha orda.”
“Oğlum bırakılır mı orta yere? Çalan malan olur bakarsın?”
“Kim çalacak ki? Aramızda hgırgız mı var?” Aynı efelikle önce bahçe duvarına tırmanıyor, sonra hopbaa atlıyor ve bisikletin olduğu yolun karşısındaki kum tepeye yöneliyorum. Tabii ki annem de peşimde.
“Al işte, kimse çalmamış, oldu mu?”
“Bunun bir tekeri nerede?”
“Buradadır!... ?...”
“Nerede oğlum?”
“Dur yaaa... buralarda bir yerdedir, uçacak deel yaa...”
“Oğlum niye çıktı teker yerinden?”
“Bebelere gösterdiydim de...”
“Niye?”
“Hiç görmemişler de...”
“Allah Allah... oğlum, peki şimdi nerde?”
“Bilmiyomm, bilmiyommm... Laa bebeler, benim bisikl...” okulun bahçesinde kargalar yere inmiş, yediklerimizin kırıntılarını tırtıklamaktalar. Bebeleri soruyorsanız, bahçeye sanki hiç gelmemişler... Yediğim paparalardan sonra anlaşılan o ki; benim arka teker üç numara saçlı başlının birine çember olmuş, çomakla çevirmek için. Bir kaç gün sonra aynı tepede kabilenin toplanmış olduğu görüp fırlıyorum yanlarına. Hışımla;
“La, hangi a.... k...mun bebesi aldıysa getirsin,...” diye başlayıp sonu gelmeyen bir Otello tiradına başlıyorum, ipekyolundan gelen tüm baharatları serptire serptire. Anlayamadığım, ben sövdükçe onlar kırılıyorlar gülmekten. O an anlıyorum ki; asistan kıvamında beni ciddi ciddi dinlemeleri, meğer köprüyü geçmemi beklemeleriymiş .

O gün küfrün tüm sihirli gücünü yitirdiğini anlamamın miladıymış her halde. İnadına, üç tekelekli bisikleti elde kalan iki tekeriyle düşe kalka kullansam da giden geri dönmemişti, yeni lastik takılana dek.

Diyeceğim o ki; dolma tekerleği bugün de kendi elimle teslim ettim; aydınlık için, demokrasi için, özgürlük için, erkek için, kadın için, çocuklar için,... insan için... Üstelik yenisinin de geri gelmeyeceğini bile bile... “Şimdi sövsem, kaç yazar ?”

Sevgilerimle...
ahmet haluk başaklar - 13 Ocak 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder