21 Ocak 2010 Perşembe

Kuyu Gölü Baletası


7 Ekim 2007 tarihli yazımı, gidenleri bir kez daha anmak için yeniden yayınlama gereği duydum.

Geçtiğimiz perşembe gecesi, özverinin şansla buluştuğu zaman dilimine denk düşmesiyle P.I TCHAIKOVSKY 'nin ünlü "Kuğu gölü Balesi"ne iki biletimiz kılavuzluğunda Büyük Tiyatro'nun, diğer deyişle Opera sahnesinin yolunu tuttuk. Eserin sezon açılış gecesiymiş. Seyirci sayısı geceye yaraşır kalabalıkta olması tükürgenlere adeta nispet yapar gibiydi. Hem iş dünyasından hem de her zamanki gibi siyaset dünyasından değilse de adam olarak kalabilmiş, yazar, çizer ve her etkinlikte karşılaşılan tanıdık simalar kalabalığın içinde yerlerini almışlardı. Oturduğumuz koltuktan ilk iki sıradan oluşan protokolü göremediğimizden "dostlar mecliste görsün" denmesi için kimler gelmişti, bilemeyeceğim. Ancak o ki; kimin geldiği de hiç umurumda değildi. Zira ben kendim için, dinlemek, seyretmek, ruhumu doyurmak, saflaştırmak adına onca yolu aşarak gitmiştim.

Nedenini bilemesem de Büyük Tiyatro bana hep en eski gidişlerimi, sonraki seyrettiğim eserleri, hangi koltuklarda neyi seyrettiğimi, hatta ben gitmeye başlamadığım yılların öncesinde orada yine varmışcasına oradakileri, Mevhibe İsmet İnönü çiftini ya da Ankaralı gazetecileri ön sıralardan sahneyi izlediklerini hayal edebiliyorum. Anlaşılan o ki; Münir Özkul'un bir zamanlar hepimize adeta ezberlettiği, Thomas Fasulyeciyan'ın;

Zaten aktör dediğin nedir ki?
Oynarken varızdır.
Yok olunca da, sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır.
Bir zaman sonra da unutulur gider.
Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.
Görorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanorsunuz.
Birazdan teatro bomboş kalacak.
Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar.
Çünkü Satenik'in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır.
Virjinya'nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır.
İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar,
bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz.
Seyircilerimiz de kalmadı.
Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar.
Gün ağarır,
temizleyiciler gelir,
replikler yerlerine kaçışır.
PERDE!

tiradındaki gibi, zaman öncesinde gelenlerin gölgeleri orada kalmış ve hala yaşıyorlar gibi geliyor, bana göre kutsallaşmış bu mekanda. Kimleri seyretmedim ki; Cüneyt Gökçer'den başlayarak Yıldırım Önal, Savaş Başar, Kerim Afşar,... Nurşen Girginkoç, Hepşen Akar, Macide Tanır,... yitmiş ya da gitmişleri,... ya da "Küheylan" la sahneye düşen Mehmet Ali Erbil ya da "Mas Grave'in dansı" nda Mazhar Alanson'u. "Damdaki kemancı"yı üç, "Küheylan"ı iki kere seyrettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Radyodan "radyo tiyatrosu", "arkası yarın", "mikrofonda tiyatro", "çocuk saati", "okul saati"ni dinleye dinleye hepsinin ses tonundan kimin kim olduğunu ezbere bilirdim. Hatta Üniversiteye başladığım gün sınıf yoklamasında "Sancar Altuğ" ismini duyduğumda içim bir başka kıpırdamıştı. Ancak "Burada" yanıtının farklı hatta haylice kötü tınıda yankılanmasından yanıldığımı sanmıştım. Bir kaç gün sonrasında yanına oturup sözü seslendirmeye getirmiş, adının ünlü bir çocuk sesiyle aynı olduğunu söylemiştim, belki böyle bir raslantı onu hoşnut eder diye. Ancak beklemediğim çıkışı beni şaşkına çevirmişti.

"Nereden tanıyorsun ?" diye sorduğunda,
"Tanınmaz olur mu ? Hatta Sancar Altuğ'u kim tanımaz ki? Zaten kaç tane çocuk sesi var ?" demiştim. O da;
"Valla sanırım bir sen tanıyorsun, bugünün dışında da hiç kimse bana bu soruyu sormadı. Zira; tanınmış mı yoksa tanınmamış mı olduğu belli bile olmayan o Sancar Altuğ, benim" dediğinde başımdan aşağı boca olan kaynar sular bedenimi yakamamıştı bile.

Köksal Engür ile başladığı çocuk seslendirmecilik yolculuğunda ergenlikle karşı karşıya geldiğinde, sesi istenmeyen oranda çatlamış, konuşmasındaki tüm civeleklik, tınısı silinip yerini bataklığa düşmüş denetimsiz bir renge terk etmişti. Bu da "Kaderin ona oynadığı bir oyundu", belki de en büyük oyun. Bir gün bir oyunun fuayesinde Köksal Engür'e rast geldiğimde, yaşadığım bütün bu süreçteki şahadetimi paylaşmak için yanaşmaya kalkıştığımda o yanımdaki kız arkadaşıma ilgisini göstermeyi tercih edince, Sancar gözümde ne kadar da büyümüştü, dünya görüşüyle, düşünceleriyle, fikirleriyle, bakış açısıyla, yaklaşımlarıyla.

Dönersek, "Kuğu gölü"ne; gerek orkestra, gerek orkestrasyon, gerek şef, gerek sahnedeki sanatçılar, gerekse önümüzdeki döner sandalyeye ilişmiş ışıkçılar hatta görünmeyen kostümcüler, dekoratörler ve katkıda bulunan diğerleri, yılların erezyona uğratıp ufalayamadığı Devlet Opera Balesine yaraştıklarını adeta bir kez daha başa vura vura kanıtladılar. Tiyatroya göre daha seyrek sahnelense de gerek Opera'nın gerekse Bale'nin her zaman doluluk oranını yüksek tutan seyirciler de bunun en canlı kanıtı olarak onlara bir kez daha aynı duyguyu yaşatma şansı verdiler. Bu yurdun yurdum insanı olarak bütün bunlardan duyulabilecek en büyük gururu taşıdım.

Ancak bir noktaya değinmeden edemeyeceğim. Salon sıcak Ankara havasına uygun değildi. Seyir sırasında, seyircinin dayanma gücünün sınırı denenircesine mahşeri bir sıcaklık içindeydi. Tavandaki mazgallar yerli yerinde olmasına rağmen ben hala önümdeki hanımefendinin salladığı yelpazeden bana erişebilenlerle elde ettiğim dirilikle sahneyi izleyebildim. Hatta bir an geldi, oyundaki nedimeler danslarını bitirip saraydaki dekor içindeki koltuklara oturduklarında, senaryonun gölgesine sığınarak ellerindeki rol gereği bulunan yelpazelerini açıp yellendiler. Çok uzun süre önce gördüğümden detayları tam hatırlayamıyorum ama yelpaze sallamanın senaryoda olduğunu sanmıyorum.

Bu aşırı ısı birikimi oyuna iki adet olumsuz etkisi oldu. Birincisi eser bittiğinde selamlama sahnesi adeta seyirci tarafından aceleye getirilip ödenmesi gereken alkış borçları yeterince uzun süre iletilemeyip kısa sürdü. Diğeri ise her perde arasında yoğunluğu ön sıralardan başlamak üzere arkalara gittikçe sayısı düşen seyirci kayıplarına neden oldu. Tabii ki; aynı akşam uluslararası bir futbol karşılaşmasının "en azından ikinci yarısını seyredelim" düşüncesinde fuayedeki kimi karı kocalar arasında geçen fısıltılı karşılıklı konuşmalar, uzaktan geceyarısı loş sokaklardaki "daha aşağı olmaz mı ?" sıkı pazarlığını andırıyordu.

Bana sorarsanız gecenin yakalayabildiğim en güzel, en anlamlı anı ise yukarıda resmini gördüğünüz "kuğuların dansı" anında yaşandı. Tam kuğular ellerini birbirlerine kenetleyip, fagotun ritmik sesi duyulmuştu ki heykel görünümüne bürünmüş sahneyi dikkatle izleyen seyirciler aniden birbirlerinin kulaklarına eğilip fısıldaşmaya, dürtüşmeye başladılar. Karanlık da olsa yüzlerdeki tebessümün hissedilir oluşuna "bir, iki, üç" dercesine aynı anda birbirlerinden habersizce yapmaları salonda neredeyse gözle görülür bir sinerjiyi yaşattı. Zira yıllar evvel "Hisseli harikalar kumpanyası" adı altında sahnelenmiş bir müzikalde hatırlanacağı üzre, "kuyu gölü baletası" adı altında bir gösterinin, akıllardan silinmeyen o siyah beyaz karesi ile bir anda yüzyüze gelinmişti. Bu toplu anma, toplu duyulan sıcak duygular aynı yurdun insanı olmanın dışında birbirlerinden olan tüm sanat, kültür, gelir, yaşam, sınıf farklıcalıklarını, ayrıcalıklarını üzerlerinde barındıran bir salon dolusu insana bu birlikte hareketi, sanırım dünya üzerindeki hiçbir ülkede istense de hep beraber yaşatılamazdı. Kim ne derse desin; bu da bu ülkede yaşayanların şansı olsa gerek.

Anılarda kalan o siyah beyaz görüntüler yeniden canlandırabilmek adına;



Son olarak: Bize hala yürek ısıtıcı anlara vesile olmuş ve şimdilerde bir başka dünyada yine güzellikler saçmayı sürdürdüklerine inanıp rahmetle andığım;

Adile Naşit, Belkıs Dilligil, Asuman Arsan'a şükranlarımla.

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

3 yorum:

  1. Sanat'ı topluma sevdirmeye çalışan tüm sanatçılarımıza saygılar.

    YanıtlaSil
  2. Orhan ÖZALP22 Ocak 2010 20:51

    Kuğu Gölü Balesi’ne ilişkin yazınız, beni yıllar öncesine götürdü. Taşradan yeni gelmiş ve Üniversiteye henüz başlamış, tek başına yalnız bir adam olarak, ilk defa Devlet Tiyatrosu Büyük Sahnede oynan ‘Çöl Faresi’ adlı oyuna gitmiştim. Mahcup bir vaziyette gösterilen koltuğuma oturdum. Salondaki insanları görünce hayretler içinde kaldım. Salon dolduran Seyircilerin hepsi takım elbiseli ve kravatlı, hanımlar şık ve güzelliklerine güzellik takmış birer kraliçe gibi ciddi ve sakin oturuyorlar. Koca salonda çıt yok; başımı kaldırıp sağa sola bakmaya başlayınca, ön sıralarda oturanlar arasında Fakültedeki hocalarımdan Prof. Enver Ziya Karal, Prof. Bedrettin Tuncel, önde gelen bazı politikacı ve bürokratları gördüm. O zaman Tiyatronun nasıl bir kutsal yer olduğunu anladım. Gonk.. vurulunca (zil sesi) sahnenin açılışı, oyunun başlaması, Yıldız Kenter’in ilk oyunu, çıtı pıtı dal gibi güzel bir kız ve diğer oyuncular, ara verilinceye kadar yalnız oyuncuların diyalogları, zaman zaman müzik ve efektler... Alkışlar alkışlar.. Parviye çıkıp, seyirciler arasındaki konuşmalara kulak misafiri olunca birde yanı başımda ünlü devlet adamı büyük eğitimci Hasan Âli Yücel’i görmez miyim? Onun gür sesi kulaklarımda ve kalın kaşları hafızamda beni etkileyen unutulmaz zevklerden bir anı olarak yaşamaktadır.

    O Zamanki insan manzaraları ile bugünkü insan manzaralarını bir kıyaslayacak olursak, nereden nereye geldiğimizi, geriye mi yoksa ileriye mi gittiğimizi değerlendirmek yerinde olacaktır. Bugün sanatın içine tükürenler ile Baleyi seks olgusu olarak gören anlayışa yuh(!) demekten başka ne yapılır. Güzel sanatların hemen hepsisinin çağdaşlaşma yolunun açılmasında ve gelişmesinde birer tetikleyici enerji olduğu inancıyla beni eski yıllara götürmenden dolayı sevgilerimi sunar, yazılarındaki başarılarının devamını dilerim.

    orhan özalp

    YanıtlaSil
  3. Güzel yazılarınıza bugün bir yenisini daha ekleyerek beni çok gerilere götürdünüz. Opera sahnesinin o büyülü atmosferinde defalarca izlediğimiz Kuğu Gölü Balesi ve diğer tüm eserler bir kez daha sergilendi ve gözlerimiz, kulaklarımız o günlerin çok değerli sanatçılarının yüzlerini ve seslerini anımsayarak şenlendi. Küheylan'da Kerim Afşar ve M.AliErbil'i, Çöl Faresi'nde Kenter'leri, Damdaki Kemancı, My Fair Lady'de Cüneyt ve Ayten Gökçer'i, Kahvede Şenlik Var ve Kaktüs Çiçeği'nde Kerim Afşar ve Ayten Gökçer'i ve daha nicelerini, Operada ise Mete Uğur'u, Ayhan Baran'ı, Leyla Gencer'i, Suna Korat'ı, Orhan Günek'i, Pekin Kırgız'ı segiledikleri muhteşem oyunları ve sesleri ile bir kez daha hatırlamama, bizlere bu güzellikleri yaşattıkları için kendilerini sevgi ve saygı ile anmama vesile oldunuz.Çok teşekkür ederim size ve güzel yazınıza yorum yapan Sn.Orhan Özalp'e...Belki de o yıllarda bu eserleri yanyana koltuklarda birlikte izlemiş, birlikte alkışlamışızdır.

    YanıtlaSil