16 Temmuz 2011 Cumartesi

O zamanın düşlerinin ayakları, şimdinin gerçeklerinden yere daha sağlam basardı.

Marmaris - 70'lerin başı
O yıllarda; henüz Marmaris’in adı ne şenliklerle ne de devletin o kocamanlarının isimleriyle birlikte anılmadığından, kendi halinde bir sayfiye kasabasıydı. Yunan adalarından gece konaklamaksızın, günü birlik gelen üç gemiyi saymazsak sakin bile sayılabilecek bakir bir tatil mekanıydı. Elektriğin dahi ulaşamadığı, karadan yolu olmayan, yegane denebilecek gözde koyu Turunç, fosforlu mağara, Pamucak dışında kimsenin ağzında ne Aksaz, ne de Kızkumu vardı. Ancak Datça yolu, aynı dehşetli kıvrımlarını o günlerden bu güne taşıyabilen tek mirastır. Zaman zaman virajlarda canı sıkılan tekerlerin uçurumu seyretmek istercesine, kısa süreliğine bir bakış atma gereği duymalarından olsa gerek, Sakar’ın inişi tam sakardı. Şimdiki iskele meydanı, meydan değil “L” biçimli bildik bir sıradan ahşap iskeleydi, kordonboyu rengarenk tenteli pancar motorlu ufak gezi teknelerinin sıralandığı. İskeleden sonra ilk buruna kadar eskiden kalma bakımsız bir kaç evin arasından onarılması her yerde olduğu gibi unutulmuş Kale, ziyaretçisizlikten kendi halinde uyuklardı. Bir seferinde Kale’yi yerli çocukların kılavuzluğunda, gezmeye kalktığımızda çökebilecek gizli tuzakları tavşan kıvraklığında atlaya zıplaya zirvesine tırmanmıştık. Etrafımıza bakındığımızda bizi getiren kısa saçlı, Güneş’in tenini kararttığı çocukların biraz aşağıdan bizi seyrettiklerini gördüğümüzde, durduğumuz burçta bile can güvenliğimizin tehlikede olduğunu fark edip üç dakikada yeniden toprak sokak arasına kendimizi zor bela atıvermiştik. Ardındaki koyun kenarında küçük tekne imalatlarının yapıldığı tersane, ardında da Güllük ormanı. Kerli ferli Piknik alanıydı Güllük, oturulan tahta piknik masalarından kalenin ayıplı diğer yakasının seyredilebildiği. En keyifli mekanlarının ise; çarşı içindeki “İmren” lokantası, iki açık hava sineması, son gece tüm pazarlığımıza rağmen bütün paramızı yatırdığımız Karadeniz Lokantası. Lokanta deyince aklınıza başka hayaller gelebileceği korkusuyla söyleyeyim, üç direkli bir hasır çardak. Bir de unutulmaz “Merhaba” pastanesi. Yine ekleyeyim; kocaman bir bahçe içine çakıl taşlı, onca tahta oynar ayaklı masasına rağmen üç masası en fazla on beş dakikalığına dolu kalabilen, küçük hizmet binasındaki lambalı radyosundan parazitli şarkı, türkü yankılanan daha çok bir çayhaneydi. Ancak; yatmadan önce hanım göbeği, şekerpare, sade dondurmalı kalburabastısı gece yarısı, özellikle iki kadehten sonra insanı kendine getirtirdi. Evlerinin odalarını kiraladığınız pansiyoncunun kızını bankada, oğlunu hediyelik eşya satan bir dükkânda, eşini postahanede, kocasını motorcu olarak her an karşınıza bulabilirdiniz, sabahları işlerine kendi ellerinizle uğurlamış olsanız da. Caddenin iki yanındaki dar kaldırımlara dikilmiş palmiyelerin yaprakları, yürürken baldırınızı her an çizebilirdi. Önceleri İzmir kaynaklı, sonraları Ankara, daha sonraları da İstanbul’dan gelen serbest meslek erbapları sıra sıra kasabayı doldurdukça, yalnızca Hıdrellez gecesi çiçek hırsızlığı yaşanan, kapıları açık uyunan evlere, tek tek kilitler takılmaya başlandı ve kararmış çubuk anahtarlar paspas altlarında saklandı. Belki de büyük depremde bile böyle sarsılmadılar yıllar yılları kovalarken. Lisenin sağ tarafı ise neredeyse üç yüz metrelik bir kordondu ve burada yol biterdi. Yolu barikat gibi kesen, “Sini” adındaki iki katlı, sakin, arka bahçesinde az sayıda çadırın konaklayabileceği bahçeli bir evdi aslında. Daha ilerisinin kıyıları bataklık, içleri muz bahçelerinden oluşurdu. İleride kibirle “Lidya” otel bir başına denizi seyrederdi. Daha sonrası, öncesi gibiydi “İçmeler” e kadar. “İçmeler” dediğiniz, yine üç direk bir hasır çardak çayhanesi, ardında da sırtını ona yaslamış “içmeler” çeşmesi. Son koyun karşı düzlüğü olduğu gibi İhsan Doğramacı’nındı, ya da Hacettepe’nindi de biz kısaca öyle seslendirirdik edindiğimiz alışkanlıkla. Orta yerde duvarları ve çatısı oluklu aliminyum kaplı iki üç kulübe dururdu, isteyen Hacettepe’li gelip tatil yapsın diye. Tabii ki; bu koca tarlanın ortasındaki çıplak barakaların içi gündüz Güneş altında, Hitler’in fırınlarını andırsa da mutlaka inat etmiş üç beş öğrenciye rastlanırdı, kendilerini doğal olarak Che Guevara hissedebilen. Üç eksik beş fazlası, hepsi hepsi bu kadardı, bir mimarın yaptığı hatadan ötürü asılışını anmak için adına “Marmaris” dendiği rivayet edilen meşhur sayfiye kasabası. Doğrudur; o günlerden bu yana, ağaç dalı kesenden mimari hata yapana kadar herkesin cezasının kelle olduğu, işin ciddiyetinin boyutunu gösterse de, bizler ancak Harem kültürünü taşıyacak kadar ciddiyetsizle kaldık hep. 

Şarkıların dediği gibi, “isimleri neydi şimdi, unuttum” diyebileceğim, sıradan dört ODTÜ öğrencisiydi birazdan öykülerini anlatacağım, benim de üniversite kapısına yanaştığım o 1970 li yılların başlarında, orada onlarla tanıştığım. Aramızdaki tanış asma köprülüğünü yapan, Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi bir ahbap çocuğuydu, lise yıllarını içlerinden biriyle geçiren. İskemlelerin ters çevrilip şezlong niyetine yaslanılarak güneşlenildiği tozlu toprak karışımı kumsalında rastlamıştık onlara, habersizce, önceden buluşma talepsiz. “N’aber” faslının çarçabuk geçiştirilme sonrasıydı. İçlerinden üçgen vücutlu olanı avuçlarının her birinin içine bir limon sıkıştırıp, sessizce hepimize “hoşçakal” diye elini sarı sarı salladı havada bir kaç kez. Ardını döndü, yürüdü ayağını yakan sıcak kumların üzerinde. Terlemiş bedenini saran renkli fanilasını çıkarıp elindeki naylon torbaya tıkıştırdı, özenle ağzını boğarak. Torbayı ince bir urganla bağlayıp açıktaki uçlarını çenesinin altında düğümleyip sırtına astı. Dirseklerinden kıvırdığı kollarını iki yanına açarak, sağa sola yalpalaya yalpalaya suya girdi, su seviyesi göğsüne gelene kadar yürüdü, yavaşça açılmış kollarıyla denizi kucakladı ve eski bir sandalın salınışında limonlu kulaçlar bir battı bir çıktı mavi sulara, ıslanmamış saçlı başının arkasındaki süzülen naylon torba, peşinde beyaz köpükler bırakırken. 
- N’apıyor bu? 
- Hakkı mı? Adaya yüzüyor. 
- Hıı.. her yeni gelen yakın zannedip, yüzerim sanır... 
- Boş ver. O günde iki kere gidip gelir karşıya. 
- !... 
- Alışıktır o. 
- Niye? 
- Niyesi mi var? Adam yüzmek istiyor. Adada bir de kayası varmış. Çıkıp üzerine uzanıyormuş. Buralar ona kalabalık geliyormuş. Her halde huzur buluyor orada. Hatta öyle huzurluymuş ki, istediğinde mayosunu çıkarıp çıplak bile güneşlenebiliyormuş. 
- Denizle koyun koyuna desene... 
- Öyle gibi bir şey. 
- Siz? 
- N’olmuş bize? 
- Siz niye gitmiyorsunuz onunla? 
- Ne işimiz var yav bizim. Adamda enerji fazlası var. O da çareyi bunda bulmuş. Yoksa akşamları çekilir mi bu herif, o daracık çadırın içinde? 
- Ne kadar sürede varıyormuş karşıya? 
- Bir kaç saat aldığını söylüyor. Yarım saat de orada güneşlenip yüzüyormuş... 
- Yani gidip gelmeyi yüzmekten saymıyor desene. 
- Yok o yol. Söylediğine göre, suyla oynaşmak gerekirmiş. Yani deniz de, kendi içinde senin olduğunu hissetmeliymiş. 
- Garip!... 
- Rahat bırak adamı. O da hayatı böyle yaşıyor işte. 
- Limonlar? 
- Onlar seyahat acentesinin ikramı. 
- !... 
- Kolonya gibi. Birini giderken, diğerini de gelirken susuzluğunu gidermek için yiyiyor. Keçiden başka canlının yaşamadığı adada suyu nereden bulacak, bir düşünsene. 

Bu söyleşinin, belleğimin neresinde kesildiğini de unuttum galiba. Neyse, “Akşama bize gelin”le ayrılmıştık sanırım. 

Aradaki konu dışı fragmanları ayıkladığımda; duşumu briket duvarın üzerine kondurulmuş, gün boyu Güneş’in kaynama noktasına getirdiği suyu başımdan aşağı boca eden bidonun dibine kaynakla tutturulmuş fıskiyesinden yapıp, akşam yemeğimi ailemin kurduğu masada yiyerek karnımı doyurmuş ve artık piyasa vakti geldiğinden tam salınmaya hazırlanıyordum ki, sonraları avukat olan arkadaşım kapı ucunda belirdi. Ayağa kalktığımda babam oturduğu yerden boyunu uzatarak; 
- Bu gün erkencisiniz? 
- Gündüz arkadaşlara rastladık da. 
- Nerede kalıyorlarmış? 
- Çadırla gelmişler... Sini’de. 

Ellerini baldırlarına dayayarak hızla ayağa kalktı, parmaklarını bekleyin dercesine oynatarak. Birazdan, elinde şişkin bir kesekağıdıyla geri çıktı mutfaktan. 
- Bu ne? 
- Yanınıza alın. 
- İçinde ne var bunun? 
- Siz yanınıza alın, sonra ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Siz değil ama birileri mutlaka memnuniyetlerini dile getirecektir. Hadi, benden de selam söyleyin arkadaşlarınıza. 

Kasabayı ışıtan jeneratör gece saat ona kadar çalıştığından, elimizde el fenerleri ve babamın avucumuza tutuşturduğu kesekağıdıyla sokak ışıkları henüz yanmamış akşam karanlığında Sini’ye doğru yürüyorduk. Yakınlaştıkça, sessiz yaz akşamının ardından bir kaval sesi işitiliyordu belli belirsiz. Anlamsız gelse de biz yürüdükçe ezgi daha açık seçikleşiyordu, köylü kızının kaşı alınmamış güzelliğinde. “Ilgaz, Anadolu’nun sen yüce bir dağısın...” Kötü de çalınsa dinlemesi hoştu, o boşlukta. Çadırları çevreleyen bahçe duvarına yaslanıp, akşamın loşluğuna doğru seslendik. Birden kaval sustu. İki üç karaltı, yüzleri seçilemese de karşımıza dikildi. 
- Siz miydiniz? 
- Başka bir çadırı mı ziyarete geldiniz yoksa? 
- Haa yok. Birisi kaval çalıyordu. Seslenince kesildi. Bizde bağırdığımız için bize bozulmuş bir başka çadırcı sandık da sizleri... 
- Gelin gelin, ama çadır iplerine dikkat edin. Düşmeyin haa.. 

Görmez aydınlıkta kör ebecilik oynarcasına, oturun dedikleri yere bakmadan oturduk. Bir süre bakışıldı, tebessümlerdeki beyaz dişlerin pırıltısında. Gözümüz karanlığa alıştıkça, derme çatma bir çadırın önündeki kilim üzerinde, çember halinde oturduğumuzun farkına varıyorduk. Her ne kadar, ne oldukları seçilemese de orta yerdeki kilimin üzerinde kimi karaltıları kast ederek; 
- Aç mısınız? 
- Yok, biz yedik de geldik. 
- Bakın son kez soruyorum, size ayırdığımız bifteğimiz hâlâ sıcak. 
- Biftek mi? Nerede? 
- Burnunuzun ucunda, işte. 
- Bu ne yav? 
- Biftek. 
- !... Yahu, bu düpedüz beyaz peynir. Ha ha ha... 
- Siz güzelim bifteği beyaz peynir diye çağırıyorsanız, o sizin bileceğiniz iş. Neyse, biraz da salata kalmıştı, isterseniz ondan tadın. 
- Ona da biz ne diyoruzdur Allah bilir!.. heeyy  demedim mi, bu da üzüm çıktı. 
- Çoban salataya da Allah bilir, “Biz ona üzüm deriz” demeyin sakın. Neyse Nazif, baba ya şu ortalıktakileri misafirlerin önünden kaldırıver, bak yemek istemiyorlarmış. 
- Hocam, az önce aramızda epeyce çatal kavgası yaşanmıştı ya... hani diyorum ki, istersen imha planıyla yok etsek de, beni de çöp atma derdinden kurtarsanız, ha? 
- Haklısın sevgili kardeşim... izninizle sevgili misafir kardeşler, biz birazdan yeniden şu anki olağan halimize döneceğiz, göreceklerinizden endişeye kapılmaya gerek yok. Arkadaşlar, lütfen herkes birbirinin hakkına saygı göstersin. Hakkı, aynı zamanda senin adın da olduğu için göstereceğin özen kuşkusuz bizim iki katımız olacağı aşikâr. Ama ne demiştik, ne demiştik, lütfen beyler sınır ihlâllerine dikkat edelim. Hak etmediğimiz bölgeler bizim için haram olmalı. Bak yine hak geçti. Hakkııı, anlarsın ya. Senin için iki kat... 
- Evveet beyler, nerede kalmıştık. Söyleyin bakalım, bu gece birlikte oluşumuzu neyle kutlayalım? Bir şeyler yediremedik ama içeremedik de dedirtmem ben, adama kendimi. Ne içiyoruz? 
- !.. Neler var? 
- Kuş sütümüz yeni bitti, onun dışında ne isterseniz. 
- Bira var mı? 
- Var. 
- Şarap? 
- Kırmızı, beyaz? 
- Kırmızı. 
- Ne marka olsun? 
- Şaraptan o kadar iyi anlamayız. Öylesine, sizinle birlikte içeriz. 
- Nafiz, hadi canım sen iyi mantar açarsın, bir kırmızı şarap aç... haa dipde sakladığımız vardı ya onu çıkart. Hakkı baba, sen de üfle neyine bizi buralardan sök götür uzaklara bir yere... 

Meraklı gözlerle olan biteni izliyorduk. Hem olanları anlamaya gayret ediyor, hem de bir yandan şaka mı yapıyorlar yoksa ciddi mi olduğunu, hatta bütün bunların tümünün bir düzmece olduğundan kuşkulanarak, her hareketlerini bir tenis maçı seyircisi dikkatinde izliyorduk. Gerçekten bir şarap şişesi geldi orta yere. Bir nefeste midelerine indirdikleri beyaz peynirin, ekmeğin, üzümün altına yayılmış gazete kağıdı toplanıp, yerine külâhta alınmış leblebi kağıdı açılarak orta yere serildi, inat etmiş kırışıklıklarını avuç içleriyle ütüleye ütüleye. Karşımda oturan, şişeyi kafasına dikip bir kaç fıslama sesinin ardından, hızla dibini yere sertçe vurdu. Yüzündeki acımış şarabın buruşukluğu, onca karanlığın içinden dahi seçilebiliyordu. Eli orta yerdeki leblebi kümbetine uzanıp, parmak uçlarının arasına sıkıştırdığı üç beş leblebiyi once, tavla zarı gibi avucunun içinde bir kaç kez şıkırdatarak salladı ve açtığı ağız boşluğuna tek tek fırlattı. Bu sırada yanında oturan karaltı, aynı merasimi baştan sona sektirmeden yineliyordu. Hakkı çoktan kavalıyla “Ilgaz”ı çalmaya başlamıştı bile. Artık sıra bana gelmişti, göz açıp kapama süresinde. Hem yaşımın alkolü kullanmamdaki acemiliği, hem de sarhoş olma kaygısıyla dudaklarımı şişenin ağzına götürdüğümde, yanımdakinin içerken bıraktığı ıslaklıkla başbaşa kalıverdim. Hiçbiri içmeden önce ağzını silmemişti halbuki. Ben silersem de, artık bardağı taşıran son damla olabilirdi, bu temizlik sevdam. O da ne? Su bu. Hem de en rezilinden, tam tabiriyle terkos, dibine kadar klor kokulu. 
- Pufff... 
- Leblebi al arkasından, iyi gelir. 
- Bu resmen su yahu... 
- Şşşşş... ayıp oluyor ama haa... 
- Ama... 
- Ayıp ettin arkadaşım. Ne zor misafirmişsiniz yahu? 
- !... 

Karanlıkta pençeleşmiş bir el şişeyi sertçe elimden aldı ve ayağa kalkıp dudaklarına değdirmeden ağzına boşalttı. 
- Bal gibi şarap bu, ne suyuymuş? 

Ortalık buz gibi oldu, o Ağustos sıcağına bir o kadar inatla. Kendimi daha çok bir tiyatro sahnesindeki oyun provasında hissettim. Yaşanan yaşamın dışında, düş gibi, belki de kabus desem yeridir o yıllarıma göre. Ama onun dediği gibi; “bal gibi” gerçekti tüm şahit olduklarım. 

- Her şeyi alt üst ettiniz dedi, en yaşlı gibi duranı. Biz bunları yaşamayı kabullenerek gelmiştik bunca yolu. Paramız yoktu ve buraya gelince de yine olmayacaktı. Her birimizin farklı zevkleri, beklentileri, hayalleri vardı. Herkes her akşam istediği yemeği niyetlenip yiyiyor, istediğini içiyordu. Hakkı’nın bildiği tek şarkı olan “Ilgaz”ı değil, duymak istediği şarkıyı dinliyordu, herkes daldığı kendi düşünde. Ve bütün bunlar, her birimizi ayrı ayrı mutlu ediyordu. Kimimiz kendini Haiti’de, kimimiz kendini Tarabya’da zannediyordu. Ve birlikte yaşadıklarımızın hepsi, bizi yalnızca mutlu ediyordu. Amaç ne yediğimiz ne içtiğimiz ne dinlediğimiz değil, ne niyetle yediğimiz, içtiğimiz, dinlediğimizde idi. Biz kendi aramızda konuşmaksızın anlaşmıştık ve kimse aksini dahi iddia etmiyordu. Ancak, siz bilerek inandığımız bu düşten bizi zorla, tartaklayarak uyandırdınız... Neyse boş verin, bilmiyordunuz, yoksa yapar mıydınız? Asla. Bundan eminiz. İçinizi ferah tutun... Arsızlık demezseniz... gelirken elinizde bir şeyler vardı?... Bize mi getirmiştiniz, bilemiyorum? Sanırım tatil yeri de olsa, Anadolu kibarlığı. 
- Haa, sahi ya... kesekağıdı... evet evet... Garip olacak ama, babam bunu yollamıştı size. İşin gerçeği ben de bilmiyorum içinde ne olduğunu. Ha bir de selam söylememizi istemişti. 

Açılan kesekağıdının içinden; akşam evde yediğimiz kuru köfte, kızarmış patates, kesilmemiş üç beş domates, salatalık, biber, taze soğan ay ışığında sanki keyifle bize bakıyorlardı. Biz en güzel patates nerede yetişirin derdindeyken, yanımdaki hukukçu dostum aramızdan sessizce ayrılıp, yakındaki büfeden iki şişe şarabı kaptığı gibi geri dönmüştü bile, yüzünde yüzümdeki aynı şaşkın tebessümle. Önce sebzeler yıkandı, doğranıp bir güzel salata yapıldı. Hatta bir ara, Nazif yakındaki lokantadan üzerine zeytinyağı bile döktürüp getirdi. Açılan şaraplar, genç bedenleri çarçabuk ele geçirdi ve Hakkı “Ilgaz”ı çaldı, biz “O ağacın altını” söyledik. Hakkı “Ilgaz”ı çaldı, biz “Niksar’ın fidanlarını” söyledik. Gece saat onda jeneratör durduğunda, zaten ışığı olmayan çadır önünde; mehtabı, yıldızları yattığımız yerden izledik karanlığa doğru acemice söylenmiş bir kaç dize şiir refakatinde. 

Gece geç vakit, el fenerlerimizi yakıp, kısa mesafedeki pansiyonumuza birbirimizle hiç konuşmadan geri döndük ve o gece ikimiz de sabaha karşı uykuya dalabildik. En önemlisi; dostumu bilmem ama, ben o geceyi hayatım boyunca hiç unutamadım. 

Ertesi gün, onlara uğradığımızda erkenden çadırı söküp ayrılmışlardı bile, bizlere çizgili kağıda yazılmış bir not bırakarak; 

“İçiniz ne zaman sıkılırsa ‘Ilgaz’ı söyleyin” 

O yüzden; ne zaman dinlesem bir yerlerde çalan “Ilgaz”ı, içimi hem hüzün hem coşku birlikte kaplar; “Keyfiyet senin, hangisini istersen onu seç” dercesine.    

Sevgilerimle...

ahb  

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder