14 Temmuz 2011 Perşembe

Paspas Rıza

 

Yine o, içimizdeki parmaklık arkasına itilmiş puslu yıllar, farklı da olsa bölgesi hep aynı insanlar. Yani, diğer insanlardan olan farkın belli olması adına semerlerin gösterilmediği zamanlar. Çulsa çul, utanılacak hiçbir yanı olmayan bineklere atlamanın çırılçıplak keyfi. Çakır gözleri dayanılmaz olsa da semerleri devşirildiğinde tedirgin bir çift eşek kulağıyla başbaşa kalınmadığı yıllar.

Mahallemiz, bıçkın yetiştirmeye müsait olmasa da kendi rolüne uygun düşerdi Rıza. Öyle hayali bir kahraman değil, tam tersine sokak kadar gerçekti. 1.75-80 boylarında ya da bizim yaşımızın küçük olmasından öyle gelirdi. Tepeden tırnağa tam bir eşkâldi, kolayca anlatılabildiği ölçüde zor karşılaşılan. Briyantin ile geriye doğru başına yapıştırarak taradığı siyah saçları, uçları iki yandan havaya kalkık Ustura Kemal bıyıkları, traş olurken perdah attığı için boynunda ya da yüzünde bir kaç kör tıraşbıçağı çiziği, çıplak tenine yapışmış, bileğinin üzerine kadar katlanmış uzun kollu beyaz gömleği, demine göre meşin ama mutlaka düğmeleri iliklenmemiş siyah yeleği, aynı renk düşük belli ütülü pantolonu, arkasına basılı yumurta topuk iskarpini ve içinde seyrek yıkanmaktan eterleşmiş çorapları... Yeleğinin bir cebinde uçsuz (filtresiz) Bafra sigarası ve benzinli muhtar çakmağı, diğerinde, elinde sık sık çevirerek attırdığı sarı kehribar 33 lük tespihi, alçak sesle az konuşan, Cem Yılmaz’ın tersine taşıdığı “mesaj kaygılı” deyiş ya da sözleri kendi jargonuyla söylemekten müthiş keyf alan, cıvımayan, cıvıtmayan, cıvıttırmayan, donuk süzen ve yavaş izleyen bakışları hep sokak ufuklarında takılı kalan, güncel deyimle mahallenin tek ağır abisiydi Rıza.

Bu hayal olmayan kahramanın tanımını yeniden okuduğumda algıladığım izlenim, “sarışın hem de mavi gözlü”ye gelip dayandı, nice sarışın mavi gözlülerin ne saçının sarartısını ne de gözünün deryalığını hatırlamaktan imtina edilişindeki riyakalıkta.

Mahalle çocuklarıyla ilk sohbetinde sözünü ettiği tabansızları; ayağını hızla kaldırıp yere vurarak, “Ağabey, biz ettik, sen etme bize” diye yalvaranları, sigara izmariti söndürürcesine ayakkabısının sivri ucunu bir sağa bir sola kıvırttırıp ayağının altında nasıl da “paspas” ettiğini söylemesi, üzerine yapışarak o günden sonrasında bu lakap ile anılmasının çıkış öyküsüydü. İkinci bir Rıza olmamasına karşın gıyabında “s”leri dille damak arasında tıslatılarak söylenen, o günden sonra da mahallenin anlı şanlı “Paspas Rıza”ydı o artık ve öyle de kaldı mahallelinin anılarında.

Gerçekte; boş zamanlarında aslında yaşanmamış, ama kendince yaşanası hayallerinin kahramanı olarak, aklında ortaokuldan terk eğitimiyle yazdığı senaryolarda düştüğü kurgu hatalarına, inanmasak da inanıldığında Malkoçoğlu’nu kolsaatiyle yakalamışcasına bizi cezbeder, bininci kere de olsa hiç bıkmadan “Paspas Rıza”nın maceralarını dinlerdik. Zira o anki; sokak başındaki bu duvar üstü muhabbeti kaçırmışlara, şanslı izleyiciler aracılığıyla sonradan kendi kelime ve mimikleriyle anlatılmaktan, bunun adı “Paspas Rıza’nın Maceraları” başlığında manşetten haber haline gelmişti. Bu nedenle karşılaşan iki çocuktan biri diğerine ilk;
“Bil bakalım, Paspas Rıza en son ne yapmış ?” diye sorması sıradandı.

Yaşlı ancak, kendi işini kendi görebilen annesiyle birlikte, Yüksel Caddesi’nin daraldıktan sonra İçel Sokak ile birleşse de düz devam ederek Çaldıran Sokağına inişi sağlayan 5-6 metre uzunluğundaki, yanyana iki insanın omuz omuza geçebileceği arnavut taşı döşeli merdivenlerine açılan; tek kapılı, tek pencereli, tek odalı kömürlükten bozma bir evde yaşardı. Kapısı üst kata çıkan merdivenaltına açılırdı.

Genelde yaz akşamları hava karardığında, köşebaşı duvarına istiflenen mahalle çocuklarının sohbetinin sessizliğe bürünmesi, arkadan aldığı loş sokak lambasının ışığında ayağını savurturarak dayı dayı yürüyerek yaklaşan silüetinin görünmesiyle, hep eş zamana denk gelirdi. Ve insanın içini donduran, sessiz sokağı dolduran o;
“Meraba genÇÇlerrr...” toplu selamı birinci gong yerine geçerdi.
Tüm çocuklar onca saat onu rahatça izleyebilecekleri konumdaki yerleri seçerler, gece boyu dinleyeceklerinden gülmeye ya da heyecanlamaya hazırlanırlardı. O akşam birden; hangi zamanda, nerede yaşandığı tam ifade edilemeyen, bu bilinmezliğin de kimsenin umurunda olmayan o gecenin öyküsü, Nobel ödüllü en iyi filmi olurdu, bilet parasız, teşrifatçısız, makinistsiz... Tüm anlatımlarını bize belirli bir mesafeden, elini kolunu aça aça, adeta tam karşısındalarmışcasına hareketleri tüm ayrıntısıyla göstere göstere, yaşayarak anlatırdı. Böylesi, dinleyenlerin de işine gelirdi. Zira her şeyine katlanılabilirdi ama, arkası açık ayakkabısından sızan o keskin ayak kokusuna, asla. Hatta çocuklar arasında bir bilmece vardı, söylendikçe kıkırdanarak gülünen;
“Paspas Rıza’nın geldiği nereden anlaşılır ?” diye. Yanıtı basitti,
“15 metreden duyacağın ayağının kokusundan”. Neyse ki ayakkabı çıkarmak delikanlılık raconuna ters düştüğünden rahat ederdik. Ancak kimi zaman;
“Yahu çocuklar, yine nasırım tuttu, bir felaket” dediğinde asıl o zaman yaşanırdı tüm felaket. Birden karnı ağrıyan karnı acıkan, uykusu gelen babası seyahate giden... Olan en son kalana olurdu, bahane bulsa da geçerliliği Paspas’ça kabul görmeyen. Maceranın tam en heyecanlı yerinde, denetim amaçlı anne seslenmelerine saygılı davranır, hareketini dondurur, ana çocuk dialogunun bitimini sessizce, hareketsiz bekler ve pencere kapanma sesiyle birlikte, buzlar çözülmüşcesine kaldığı yerden devam ederdi. Çoğu kez erkek çocuklardan sıkışan olursa yerinde bir iki zıplar, sonunda eve gidip öykünün en heyecanlı yerini kaçırmamak için, duvarı atlayıp çalılıkların arasından “Paspas Rıza”nın anlattıklarına, şarlayan su sesi efektiyle katkı verirdi. Ve o ayağının altında “paspas”lama sahnesi bir türlü gelmez, delikanlılığa sığanlar sığmayanlarla karışır, replik sahiplerinin buna çoktan teşne olması, durumun anlaşılabilirliğini hepten içinden çıkılmaz kuyuya dönüştürür, sıkıntıdan kıpırdanmaların had safhaya geldiğini hissedince de finali, ayağının altında nasıl “paspas” olduklarını sündüre sündüre anlatarak yapardı. Sanırım şimdi düşününce; o da o zamanlar biliyordu, hikayenin en can alıcı noktasının “paspas” olduğunu. Ardından son yaptığı ayakburnu kıvırtması, onda sigara içme isteği çağrışımına neden olur ve yanımızda gecenin son sigarasını yakar, havaya sert biçimde üfler, ardından da aşağı hiç indirmediği bir kaşının bıçkınlığında derin bir nefes alırdı, ılık yaz akşamının ufaktan ufaktan esen yelinden. Sigarasını yarıladığında veda vakti gelmiş sayılır ve tüm hürmetiyle elinin parmaklarını açarak düğmeleri çözük gömleğinin arasından göğsünün ortasından tüylü tenine bastırıp, “Haydi bakalım gençler, geç oldu. Ben sıvışıyım artık. Eyyvalllah genÇÇlerrr...” diyerek aynı silüetini sürükleyip karanlığın bitimindeki nohuttan odalı evinin yolunu ağır adımlarla tutardı.

Kendisinin biraz kavruğu olan bir arkadaşı vardı. Seyrek de olsa o dar yoldaki merdiven altı kapı önüne küçücük bir sehpa, iki de hasır tabure atıp, kısık ve kalın sesle konuşurken kavun peynirle karşılıklı bir kaç duble rakı yuvarlarlardı.

Hiçbir zaman; bir kıza ilgi duyduğuna, aşık olduğuna dair onun ağzından tek kelime çıktığına şahit olunmamıştı, zira zaten bütün kızlar ona ilk görüşte “kesik”ti. Yani; tek bir kıza bağlanmak, geri kalan tüm kızları, kadınları bile bile ateşe atmak anlamına geldiğini düşündüğünden, hepsine eşit mesafede durarak tümünün efendisi olmayı yeğlemişti kendince.

Hiç işi de olmamıştı ya da bir işte çalıştığını gören, duyan da. E, kolay da değildi hani, koskoca mahalleninin malına, canına, namusuna gönüllü bekçilik etmek. Yoksulluğuna inat, bir gün olsun kimseden borç dahi istememişti.

Ve, bir gün olmadık bir zamanda yanımıza geldi,
“Gençler... ben gidiyorum.” demek için...
ve dediği gibi de gitti, içimizde kendini hep genç bırakarak.
Yani; kendi gitti ama adı hala bilenlerce kaldı yadigar.

Niye mi gittim bu kadar gerilere ? Bugün sabah baktım; biolojik yaşımın bir arttığına telefon kurumu çok sevinmiş olacak ki arsızca kutluyor beni, benim artık o düngünlerdeki ben olmadığımı yüzüme vururcasına. Ama cahil penguen bilmiyor ki; içimdeki “Paspas” hala o “Paspas”, hiç eskimeyen anılarımda.
Yani; ezip geçen yıllar fiske dahi vuramıyor anılarıma... Bak; “Paspas Rıza” hala briyentinli siyah saçlarıyla kaytan bıyıklarını buruyor, on günlük çoraplarından tüten ayağının kokusuyla...

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

1 yorum:

  1. Güzeldi Dostum hikayen... "Mahalle" dediğin şey öldü ama içimizden söküp atamadık onu... "köşebaşı duvarına istiflenen mahalle çocukları" demişsin ya; Köşebaşı ve duvar... Mahalleyi bu iki kelimeden daha güzel hiç bir söz anlatamaz. Biz 3 erkek kardeştik, bizim evde mahallenin adı "köşebaşı"idi... Ve bir de duvarımız vardı, apartmanın birinin bahçe duvarı... Arkadaşlarla orada buluşur, orada tünerdik... Kabadayıları da vardı mahallenin, Rıza'ya benzemese de yeni yetme kabadayı abilerimiz vardı... 50 küsur yıl önceye gittim, Allah iyiliğini versin...
    Selam sevgiler...
    CT.

    YanıtlaSil