Akşam, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın Küçük Tiyatro’da
perde açıp, ülkenin malumu
olmuş öyküsünü, sahneye güzel taşıdığı Aziz Nesin’in “Toros Canavarı” adlı oyunu izleme fırsatımız oldu.
Her ne kadar, oyuncular
oyunculuklarındaki tüm maharetlerini sergileseler de, senaryo diye adlandırılan
metin özensiz, kopuk ya da kuru bir anlatıdan ibaretse; Kerim Afşar gelse,
yapacakları nafilenin ötesine geçmeyi beceremeyeceği bir gerçek. İşte bu
ayrıntı Aziz Nesin’nin kaleminin gücüyle oyuncuları rahatlatmakta ve onlara yeteneklerini
sergileyebilecekleri geniş alanlar açmakta.
Bu noktadan hareketle oyunu
izlerken en azından ben, kendi adıma düşündüklerimi dillendirebilirsem; ülke
çok da uzun sayılmayacak bir zaman süresinde, palamarları kopuk tünelden geçmiş
olduğu gerçeğini, omuzlara tüm ağırlığını vererek çökmekte. Hani hep söylendiği
gibi; 40larla başlayan ve tek tek ayrıntıları nakışlanmış bir dokumanın
saçaklarının örüldüğü günümüzde, adeta insanın kendine yabancılaşması
becerilmiş. O yıllarda da varmış; Zübük’ler, Toros Canavar’ları, Fil Hamdi’ler.
Memlekette eksik kalmaması için hayli de uğraş verilmiş, özen gösterilmiş bu uzun sayılabilecek süreçte.
Düzenin adamları, memurları, üniformalı ya da formasızları, kruvaze
takımlıları, buruşuk pardösülüleri. Bir ayinmişcesine tapınılmış perdelerin
ardındakilere, tavassuta tevessülle temessül ede ede.
Kısaca oyunun konusunu
bilenler için bir yenilik yok gözüküyor olsa da, sahne sunumu uygun
pencerelerden güzel ve yerinde yansıtılmış bana göre.
Yaşamda medyabazlarca başlara
vura vura şaşırtılan hedeflere inat, iç seslerin asiliğinde Medya Canavarının yarattığı
mahalle baskısıyla dillendirilememiş küçük insanlar ya da ucuz insanlar diye
nitelenenlerin, gerçekten küçük, hem de ucuz olduğunu teyit etme şansı tanıyor.
Aziz Nesin, saray edebiyatçısı olmadığından, sokağa ve sokaktakilere kolaylıkla
ayna tutmakta. Bu da, birden bire mahalleliyle, şoförle, memurla, yetkisiz
yetkiliyle insanı karşı karşıya getiriyor.
Bundan sonrası izleyene
düşmekte, heybesine attıklarının seçimindeki dürüstlüğe kalmakta.
Seyirci kesiti ise haylice
ilginç. Salonda 4-5 çocuk gördüm eski eğitim sistemine göre ilkokul 1-3
sınıfına gidebilecek yaşlarda. Durum oyun başlamadan önce aydınlandı. Belki
biliyorsunuzdur; ilk 3 sıra davetiye sistemine göre yerleştirilmekte.
Bürokratlar da “bir kaç tane daha ver, çoluk çocuğu da götürürüz...” diyerek,
haybeden 5 liralık biletin ucuzluğuyla evi salona taşımanın züğürt hovardalığı,
iliklenmiş ceket düğmesiyle boğumlaşmış beden dillerinden açıkça
görülebilmekte. Bana sorarsanız arka sıralardan görünen görüntü o ki; oyundaki
ibretler, sahnenin ilk sıralarında canlı canlı yaşanmakta. Kısaca sahneyi
göremiyorsanız üzülmeyin, dev ekran niyetine ilk sıralardaki bu düzen
tutmazlıkları izleyerek de oyunu seyretmiş sayılabilirsiniz.
Ara’da, kapı önünde istemeden
bir kaç dakikalığına da olsa göz ve kulak misafirliği yaptığım bir kaç genç çifte
bakarak; cinsler karşılıklı olarak, sanat üzerine mesnetsiz atışlar yaparak,
birikimsiz entellektüelitelerini birbirlerine dayatma yarışına giriyor gözükmekte. Ancak, bir
anda kondurulan anlamsız “eniştem beni niye öptü” busesinin anlamı bu kısır
teati içinde gerçekten yer bulamıyor. Olsa olsa, “gönül ne kahve ister ne kahvehane...”
söylemindeki gibi, gönüller isteklerine kavuşmuş gözükse de, mekanın kahvehanede
ısrarcı kalması hala muğlaklığını koruduğu konusunda, 3.şahıs olarak hak
vermemek elde değil.
Salona dönersem; gülme hatta
kahkaha anlarında iç yorumlarım hayli karmaşık. Önceleri “işte tam burada gülünecek” diye
efekt verile verile tek tipe dönüşen ve kimi şark kurnazı güldürücülerin; “güldürme
sanatı zeka işidir” diyerek nalıncı keseriyle güdümlemesi, güdümlenenin de “eee, güldürenin zeki
olması kadar, onu anlayıp da gülen için de geçerli olsa gerek” diyerek, keserler nalıncıdan alınıp nalıncılığa soyunulduğundan, ortada kimi zaman
ağlanacak halimize gülenlerin müsebbibi olarak değerlendirilebilir.
İki sıra önümde oyun boyunca
gülme krizine giren hayli kilolu sarışının, fuayede asabiyet saçması, yargılarımı
alt üst etmeye yeterli geldi. Yanımdaki delikanlının ise, “çok iyi yaa” diye
diye sallanarak gülmesi ve temsilin bitimindeki tiradın yarattığı soğuk duş
sonrası, kerhen oyuncuları alkışlaması da, aklımda soru işaretleri yaratmasına
neden oldu.
Genelde kasabın çırağından
söz etme isteksizliğime karşın; oyunun yoğun bölümü ya da net özeti; her eserde
karşılaşılacağı gibi, perde kapanmadan önceki 2-3 cümlelik tiratta yatmakta.
Ardından insan aklını isyan ettiren o son iki kelime ile de boğayı bulunduğu yere
çökertmekte. Kısaca; son karanlıkta boğazına yumruk oturanlar oyunu gerçekten
izleyenler, bulunduğu sürece sahneden nasiplenenler.
Yaşamı boyunca yaşatılan
trajedilere inat, yazdıklarıyla komedi yazarı diye anılan Aziz Nesin, bu
ikilemle belki de kendi yaşamı, en dolgun ve doygun Aziz Nesin’lik öyküyü anlatmakta.
Ülkenin Toros Canavarını,
oyunun ise bu Canavarı kimin yarattığına yanıt araması üzerine kurulmuş oyun
için düşüncem o ki; aranan, ismi belirsiz müsebbipler o an salondalardı,
karanlıktan yüzleri tam seçilemese de. Tıpkı; mahallede, çarşıda pazarda, devlet
dairesinde, iş yerinde, sahada, hamamda, dolmuşta oldukları kadar çoklukta.
Sanırım sorun geldi dayandı
yine “her yol Roma’ya çıkar” dercesine; “ahlak”a, “insanlık onuru”na.
Bir de, sanırım diğer
oynanışlarında rastlanmayacak bir küçük notu da ilave etmekte yarar görüyorum, bir
tarih düşmek adına. Karakol sahnesinde, Komiser yerdeki zanlının şapkasını “düşürmüşsün,
al...” diyerek ayağının burnuyla havalandırıp fırlatıyor. 4-5 metre mesafedeki
zanlının ardındaki ayaklı vestiyerin kancasına fötr şapka dönerek oturduğunda,
son saniyede kendi sahasından atılan 3lük basketin girmesi coşkusunda alkış
alıyor.
Yönetmenliğini Ergun Üğlü’nün
yaptığı oyunun, Dekor ve Kostümcüsü Gamze Kuş. Müzikler ise oyundaki yaşamın geçtiği tarihe uygunluğu açısından çok yerinde olmuş.
Müzik, Tolga Çebi olarak gözükmekte ama, ezgilerin bestecisi mi yoksa
seçicisi midir, bilemedim. Hangisi olursa olsun, ben beğendim. Kendi yayınlarına
göre ise oyuncular;
Mustafa Kılıkcı,
Burcu Tutkun Oruç, Ozan Çolak, Nagihan Orhan, Hakkı Kuş, Serhat Onbul, Mert Kırlak,
M. Alp Sunaoğlu, İlker Alemdar, Serhat Yeşil, Zuhal Lale, Nurşah Aykut, Çisem Erdoğan,
Şayan Noyan, Orçun Tiryaki ‘den kurulu.
Bunca sorunun mabadı
görülmesin diye oynatılan Hipnoz ekranlara olan bağımlılığı eroinmanlığa henüz erişmemişler
için; gidilmesi, görülmesi yerinde olacak bir oyun.
Oyunda emeği
geçen, her alnında ışık taşıyana şükranımı sunarım.
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder