7 Ekim 2009 Çarşamba

Pastırma Zengini...

Konya denilince aklıma hep nüfus cüzdanım gelir. Üzerinde Konya yazdığından değil, mutlaka sorulmuş bir “Burası nereye bağlı ?”ya verilmiş yanıtın sıklığından.

Oysa; 955’ i 956’ ya bağlayan 8 aylık bir oralılıktır, beni “Memleket Konya mı hemşerim ?”e dönüştüren her başvurduğum refakatçı evrak memurları sayesinde.
Bilen bilir; hangi memurun iki çocuğundan birinin nüfus kaydındaki doğum yeri hanesi diğeriyle aynı yere sahiptir. Bizde de o makus talih değişmemiş ve ardından bir kasabadan diğerine bir at arabalık eşyayla tayin olunup durulmuş. Hem oralı olup hem de orada olmamaktan çocukluğum “Bozkır neresi ?” sorusunu evrak memurlarından önce ben sormaya başladığımdan olsa gerek, onlar sonradan bana öykünmüşler diye düşünmüşümdür hep. “Niye ben Bozkır’da doğdum da siz başka başka yerlerde doğmuşsunuz ?” diye sonu gelmez inadımın yatıştırılması için bana hep Bozkır maceraları anlatılırdı, tabii ki içinde benden konu olacak bir tek cümle bile barındırmayan.

Devlet memurlarının silah zoruyla dağa kaldırılarak işkenceyle öldürüldükleri bir dönemde bir gün birden abimin ortadan kayboluşu, sonradan öğrenildiği kadarıyla; iki devlet memuru çocuğunun papatya tarlasının bir başından girip “Aa.. bu da da vaymış… bu da da vaymış…” diye diye kasabanın umulmadık uzaklığına ulaşmaları, demetlerin artık kucaklarına sığmazlığından yeterliliğine ikna olduklarında da geri dönüş yolu diye gidiş yoluna sapmaları, erişilmesi iyice akla gelemeyecek yerlerde dolanıp durmaları onların kayboluşlarını daha gizemli hale bürümüş.

Bu öykü o kadar sık anlatılırdı ki bana; ancak daha sonraları anlayabilmişimdir, annemin deyimiyle athırsızlığımın dizginlenmesi için körün istediği bir göz misali evimizde uzun yıllar istemeden bir fabl olmuş ellerindeki abartısız tümüyle gerçek olan bu öykü,

Peki, ben ne yapıyordum o sırada ?” isteğime karşı anlatılan tek öyküm vardı. O da; yeni doğmuşum, sağolsun babam da süt olsun diye her gün eve tepsi tepsi baklava taşırmış, Hoş, abime çekmediğimden meme emmeyi erken terketmişim. Yani bana yarayacaklar olduğu gibi annemde kilolarca et olarak birikmiş. Ve annemin bildim bileli taşıdığı kiloların çıkış nedeninin de bu olduğu söylenegeldi hep.

Yegane öyküme gelirsek, bir gün bizimkiler karı koca bir düğüne gidecekler. Annem lohusadan yeni çıkmış. Yakalamış böyle bir fırsatı kaçırır mı, hem de küçükcük bir kasabada. Takmış takıştırmış, genç ya, yakmış yakıştırmış. Ardından ne olduysa ondan sonra olmuş ve bir nedenle bir itiş bir kakış sırasında annem ardındaki yeni şerbetlenmiş baklava tepsisinin üzerine kaidesi üstü düşmüş. Gece berbat, babam berbat, en berbatsa kafayı dışarı çıkarmanın bin türlü bahanesini arayıp da sonunda bulduğunu sanan annem. Ben mi neredeyim bu öyküde ? Arka fonda uyutulup çıkılan evdeki rüyalara dalmış o arkadaki bebek var ya, o… yetmez mi ?

İşte her anlatılışında kahkahalarla güldüğümüz bu kısa öyküydü içinde bebekliğimin olduğu tek Bozkır macerası, üstelik benim hiç hatırlamadığım o kasabadan bana arta kalan.

Uzunca bir süre Bozkır’ı kimseye tanıtamadığımdan kısaca “Konya” diyerek geçiştirmem, beni iyiden iyiye has bir Konyalı yapmıştı. İlkokul çağlarımda, annem benim için “Konyalı” türküsünü söyler, birlikte el çırparak eğlenirdik. Konya’yı hiç görmemiş olsam da Konyalı yerine konmak çok hoşuma giderdi. Hani, elli gram da olsa pastırması vardı ya içinde. Pastırma sahibi olmanın verdiği zenginlikle boysuzluğuma possuzluğuma inat öyle kabarırdım ki…

Yıllardan ya 964 ya da 965 ti sanırım. Günlerden bir günün akşamında, babam;

Yarın, abini de alarak Konya’ya gidiyoruz, üçümüz
Hayırdır ?
E Konyalı değil miydin sen ?
Ne o, memnun kalmadınız da iade mi edeceksiniz, yoksa ? Hani, ormana kırmızı başlıklı kızı götüren iyi yürekli cellat misali, görev sana mı düştü ?
Hadi hadi… değişiklik olur. İyi de olur. Hem bak sen de hiç görmemiştin doğduğun yeri. Al sana, bundan daha iyi fırsat mı olur ?
Hani ben Bozkırlı’ydım ?
Söyle bakalım, Bozkır nereye bağlı ?
Konya’ya. Peki Konya’dan çok uzak mı ?
Uzak, epeyce uzak…”
Peki, neden bağlamışlar madem o kadar uzaksa ?
Amaaan. Kısaca gidiyoruz işte, uzatma.


Kıştan kalma bir bahar günüydü Konya’ya ilk ayak basışım. Gider gitmez, doğrudan Mevlana’nın türbesini ziyarete gittik. Hatırladığım, önünde şimdi ki kadar geniş bir alan yoktu. Olansa, bastırılmış topraktı. Türbenin iç avlusu da bu kadar betonlaşmamış, taşlarla kaplanmamıştı. Benimse gözüm iki de bir takılıp kaldığı türbenin haşmeti yeşil çatılı kubbesindeydi.

Akşam olup hava kararırken tur akrabalarım ille de tutturdular “Selçuk Oteli neredeydi ?” diye, hani benim olmadığım Bozkır’lı günlerini yad etmek hatırına.

Şuradaydı, galiba ?
Yok yok baba, tam tersine şu karşılarda bir yerde olması gerek !


Sonunda “Nerede ?” olduğu konusu bir Konyalı’ya sorularak karşımızda dikildiği anlaşıldı. Girişi ahşap, küçük pencereli kapısından girilen, yukarısı alacakaranlıktan ötürü seçilemeyen, çok da büyük olmayan bir oteldi.

Bu muydu, aramaktan helak olduğumuz anılarınızı saran otel ?

Bu gün gibi hatırladığım; odaların açıldığı sofada, üzeri dantel örtülü tahta masadaki camdan tapalı, bağdaş kurup oturmuş kadın gibi dibi geniş, ince boyunlu sürahideki suyu öğlen yediğimiz kırma soğanlı Konya tandır kebabının hararetini söndürmek için iki turda bitirdiğimiz.

Ertesi gün dönüş yolunun sonu bizim evde bitmeyip, doğrudan annemin anneanneme refakat ettiği dayımın evinde son buldu. İçeri girdiğimizde yatağında oturan anneannemin parlayan gözleri karşıladı bizleri.

Alabildin mi ?

Babamın gözlerinin içine girip yerleşecek neredeyse. Damat babam, keyifli bir tebessümle başını sallayarak cebinden çıkardığı naylona sarılı küçük paketi saygıyla ellerinin arasına bıraktı. Adı gibi mahir olan anneannemin parmakları, ustaca gelin yatağı düzercesine naylon çıkıyı açtı. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı esmer renkli tutamları hızla ağzına götürerek yemeye koyuldu.

Aaa… tandır… yoksa, gelirken tandır mı getirmiştik biz ?
Değil.”


Anneannem başını yavaş yavaş sallayarak;
tandır…tandır…”


Kendisi bir kanser hastasıydı ve sona yaklaşmış, had safhaya gelmiş ağrılarını dindirebilmek uğruna neredeyse adeta bir morfinman olup çıkmıştı. Öyle ki; gereken morfinler yetmez olmuş, zaman zaman resmi sınırların zorlandığı anlar gelmiş ve eczaneyle muhattap olan dayım o günlerde sıkı takibe alındığını söyler olmuştu. Doktor artık “Ne istiyorsa verin, ne istiyorsa yapın” diyerek kısıtlamaların tümünü kaldırmıştı. Ve nereden duyduysa bir gün damat babamı çağırıp Mevlana toprağının hastalığına iyi geldiğini duyduğunu iletmiş. Babam damat da bizi bahane ederek iki gün içinde belki de bu en son arzusunu gerçekleştirmişti. Biz içeride Erenleri gezerken o iç avluya ne ara çıktıysa, bir avuç toprağı kaşla göz arasında cebine doldurmuştu. Ardından da anneannemi ikinci bir arzusunu seslendiremeyecek süre sonunda yitirmiştik. Hayatımda onun bu kadar hevesle ve keyifle bir şeyler yediğini görmemiştim. Belki de Konya’nın yenmiş en lezzetli tandırıydı iç avludan alınmış o Mevlana toprağı.

Yıllar yılların üzerine umursamazca yığılırken gün geldi kayınbirader Konya Selçuk Üniversitesini kazandı. O okurken mutad kervana bir seferinde ben de katılmıştım. Kayınvalidem Konya’nın ne kadar medeni olduğunu bize bir ramazan gününde Alaattin tepesinde kahvaltı yaptırarak ispatlamaya kalkıştığında, yaşamım adrenalinle bu kadar haşır neşir olduğuna ilk kez tanık olmuşsa da aklımda esas iz bırakan, kıran kırana yaşanan şenlikli sahur eğlencesi olmuştu.

Apartman aralarındaki sokakların darlığına inat, üstü açık bir kamyonetin kasasına doluşmuş on ayrı enstrumanlı sazendelere “Gırnatacı, Kandıralı…” diye beşinci kattan atıyorsun bahşişini, gırnatacı senin için başlıyor mahalleliye “Kandıralı”yı çalıp söylemeye. Apartmanlar çok, taliplisi de, istekte bulunmanın bahşişi de. Bu galeyana dönüşen heyecanlar öyle bir an geliyor ki;

Tamam yenge, kemancı arkadaş hele bir bitirsin, söz ilk sana çalacağım senin şarkını” gibi istek icralarında çift bilet kargaşası yaşanacak kadar rağbetli, seyirli, seyircili, eğlenceli, en çok da uykudan fedakarlık edilebilecek kadar keyifliydi.

Ertesi gün dönmeden önce tüm zamanların rakı tüketim şampiyonu olduğu bilinen Meram Bağlarını gezdik. Küçük turistik turumuzun sonunda; yüksek duvarlar, yeşilliklerden içi görülemeyen bahçe içindeki malikanelerde değil rakı, Ganj nehri içilip kurutulsa kimsenin farkına varamayacağı sonucuna ulaşılması bir kehanet olmadığı gün gibi aşikardı.

İştee, benim Konya’mın da, Konyalı’lığımın da tüm öyküsü bu; her ne kadar “Hadi len oradan” sesleri kulağıma gelse de, durduk yere beni bu halimle sorgusuz sualsiz Konyalı yapan başta devlet büyüklerimizden devlet erkânına kadar tüm evrak memurlarına ve katkıda bulunanlara saygı, sevgi ve teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.

Ama ne yalan söyleyeyim; yaşım artık alıp başını bayır aşağı doğru inişe geçmişse de, saçımın telleri esmerlikten sıkılıp kot pantalonlara özenip ağarmış olsa da pastırma zengini olmak hala hoşuma gider.

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

12.7.2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder