5 Ekim 2009 Pazartesi

Bir Güz Gecesi


Geçen yıl 29 Ekim'de gittiğim "Ankara 1923"ün ve bu sene de 5 Ekim 2009 tarihinde Devlet Opera Balesi Genel Müdürlüğü'nde yeniden sahneleneceğini okudum. Gitmemiş, haberi olmamış ya da kaçırmış olanlara duyurmak adına geçen yıl yazdığım aynı başlıklı yazımı paylaşıyorum.

Sevgilerimle...

ahb

Dün gece; resmilerce ağır yaralanmış ve katline bayır aşağı sürüklenen Cumhuriyetimizin 85. Yılı 29 Ekim’inde, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin Büyük Sahne’de sergilediği, “Ankara 1923” Dünya Gala’sındaydık.

Geceye değinmeden önce, 3 teşekkürüm var.

Birincisi; başta Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına, ardından son senelerde her ne kadar duyulması gereken minnet, töhmete dönüşüp nankör kedileşmişse de, bizim hem cismen hem de ismen var oluşumuz ve varlığımızı hala kör topal da olsa sürdürmemize neden olan, onların kemiklerinin şimdileri sızladığını sandığım, tereddütü teferruat sayarak feda ettikleri cansız bedenlerine borçlu olduklarımıza...

İkincisi; o günlerde yaşananların aslında bir Destan olduğundaki ısrarlarını Ankara Keçisi’nin inadında, her girişimlerinde Angora tüylerinin yolunmasına aldırmadan bu konserdeki tüm eserlerin oluşma fikrini ortaya koyan Ankara Kulübü Derneği Başkanı Dr. Bülent KALIPÇI’ya, katkılarından ötürü Cevdet BATUR ve Cüneyt BALKIZ’a, okuduklarından gönlüne doldurduklarını ince eleyip sık dokuyarak besteleyen Mustafa ERDOĞAN’a, libretto yazarlığını üstlenen eşi Gülce ERDOĞAN’a, Orkestra şefi Prof. Erol ERDİNÇ’e, Solist Aykut ÇINAR’a, 73 kişilik Senfoni Orkestrası enstrüman erbaplarına, 119 kişilik muhteşem Koro’ya, emeği geçen herkese...

Üçüncüsü ise; Cumhuriyetin 85.yılında, hem de bir Dünya Prömiyer’ine her zamanki ustalığıyla bilet alabilmeyi başarıp, kutlamanın en anlamlısını bana da yaşattıran yol arkadaşım, kadim dostum Eşim’e...

Büyük Tiyatro’nun bahçesine girdiğimizde, konserin başlamasına daha kırk beş dakika vardı. Araç parkından çıkıp da tiyatronun yan merdivenlerini tırmanırken, Orkestra çalışanlarının bir aylık maaş zammının iki katı bedelle, kat muavini kılıklı IV.Murat’lara sigaradan enselenip, ATM’lerden tama ibla edilememiş olduğundan henüz çekilemeyen ücret artışını da kaptırmamak uğruna Ankara’nın bir güz gecesi serinliğine dumanlarını tellendiriyorlardı. Mustafa Kemal, istediği kadar “Sanatçı, alnında Güneş’i hissedendir” demiş olsun, Kasımpaşalı ağzıyla “Kaç yazar. Altı veled Dünya’ya getirip, en sağlıklısından Sadık Mürid yapmak kolay mı ?”. Kimileri öyle kaptırdı ki bu söylemin şevkine, 18 liğin kendi 65 lik zevcesinden daha toraman mahdum vereceği inancı, şevki şehvete dönüştürmeye yetti de arttı bile, gerisi bir eli Jeep vitesindeki sarmabaşın pembe yanaklarıyla “kocam bana döndü ya” demesi, laf-ı güzaf.

Biletler Internet ortamında ayırtıldığından gişeden teslim alınma süresini değerlendirip, müzisyenlere imrenip bir cigara molası da ben alıyorum. Bir elimde sıcak çay, diğerinde sakıncalı gönlü yanık. Birden, üstü başı ehvenlik alt sınırını zorlayan giysili, suratı bir kaç günlük traşı gelmiş, benim kadar ufak, benim kadar tefek bir adam beliriyor karşımda. Tebessümle;

Özür dilerim. Bir şey soracağım ?"
Tabii ki, buyurun.
Buraya nasıl giriliyor ?... Yani; her isteyeni alıyorlar mı, içeri ?
?
Yani parayla mı ?
Paralı...
Kaç kuruş ?
“...parası önemsiz... önemli olan bilet bulamazsın. Zira; çıktığı anda bitiyor. Yoksa, ücreti alt tarafı iki dolmuş parası.
Zaten biletim olsa da beni almazlar, yaa...
Biletin varsa, neden almasınlar ki ? Burası herkese açık bir yer.
Ne seyredecekler ?... Konu ne ?
29 Ekim’e ait... Daha doğrusu O zor günlere dair

Kafasını kaşıyarak durumu anlamanın zorluğunu çektiğini hissediyorum. Benim durduğum cephe ile onunki dik açı oluşturarak bir süre sessizce duruyoruz, dumanlarımızı karanlığa savurttura savurttura. Bir kaç dakika sonrasında “İyi akşamlar” diyerek yanımdan ayrılırken, olanları anlamaya, çözmeye çabalıyorum. Gayri ihtiyari onun cephesine döndüğümde, yaşının geçmişliğine aldırmadan mini etek giymiş bir kadının diğer şık kadınlarla sohbet ettiğini, aynı çerçevede hoş, güzel giyimli gençkızlardan oluşan erkeksiz sohbet halkalarını gördüğümde ufuktaki şafak atmış, yorumlamaya bile gerek kalmıyordu.

Güleç yüzleriyle kadınlı erkekli Seğmenler, salonun girişinde iki yana karışık dizilmiş, gelenleri karşılıyorlardı. Aralarından aynı tebessümle onları selamlayarak geçip, biletimi her zamanki gibi yine üzülerek hüzünle yırttırıp kalabalığın içine adeta daldığımda, üçüncü zilde “özür dilerim geç kaldım” diyerek alaca karanlıkta çelik topuklarıyla nasırınıza basa basa, çantasını kafanıza vura vura, paltosunu yüzünüze sürte sürte yerine geçmeyi alışanlığa dönüştürmüşlerin bu kez aksine, neredeyse tüm koltuk sahipleri kapı girişini gözaltına alabilecek müstahkem mevkilere çoktan mevzilenmişti bile. Birer ikişer siyasiler sökün etmeye başlıyor, Parsayı Toplama Partisi milletekilleri; kalın, küt sesleriyle mangalda kül bırakmayacakları, kendilerine partilerinin tutumundan hesap sormayanların çevreleyeceği çemberler arıyorlardı. Müzmin Sosyal Demokratlar, onların Başkan adayları, hatta aday adayları, yanlarında bugünki durumumuzun bu hale gelmesine katkı veren acar işadamı avaneleriyle her zamanki edalarıyla karşılanıyordu. İlginçtir, çevrelerinde protokol gereği olması gerekenlerin dışında halktan birileri yoktu ya da bu bilindiklerle birlikte artık yan yana görünmeyi istemiyorlardı. Eh, iş o zaman “Körler sağırlar, çaresizlikten birbirlerini ağırlar” misali, sanki az öncesine kadar farklı iş mekanlarından geliyorlarcasına birbirlerine ezbere bildiklerini; anlattıyorlar, dinliyorlar, devre arasında sözü karşıya bırakıyorlardı.

Yerimiz sırabaşı olduğundan, sıranın dolmasını ayakta bekleyip yerimizi alıyoruz. Tam önümde, 25 yaşlarında genç bir çift var. Sanırım ya “yanlışlıkla düşmüşler” ya da kızımın deyimiyle “aslında aradıkları yeri şaşırmışlar”. Sahne ışıkları yanık, salon karanlık olduğundan önüm daha çok bir Hacivat Karagöz perdesi, burnumun dibinde sergilenen gölge oyunu. Bendeki boy, Tanrı’nın uzatmayı unuttuğu bir selvi, oğlanı sorarsanız bana göre zebella, 1.85. Kızın gagintalığını Kanuni burun tamamlıyor. Ama bana sorarsanız dudaklarının en sevdiği yer, delikanlının kulak memesi. Bir koltukluk sağda veya solda ya da sahneyi yan duvara kaydırabilme imkanı olsa ayrıntıları umursamayacağım. Uyarıcı bir cümle karşısında, yeni neslin usluplarına nallanmış “ben bildimci Cem Yılmaz küstahlığı”nı da göz ardı edemiyorum. Üstelik, söylemimin bir tutucu ya da gericinin söylemiyle örtüşeceği de kaygı verici, “rontgenci imam” kıvamında. Kısaca bıyık sakal arasında topsuz tenis oynuyorum, bir backhand bir forehand. Kızcağız, daha kısa kaldığından önce koltuğunda zıplıyor, kaideyi minderden kesip çocuğun kulağına ne diyorsa diyor, o sırada timpaninin son vuruşu duyuluyor, bir es, “barccc”. Kulak öpüldü, iç kulak kiri bile tahliye edildiği inancında. İşlem aralığı 3 ya da 4 dakikayı geçmiyor, yeni baştan aynı cilvenaz. Kızcağızın, yerinde kıpırdamadan durması abartısız yarım dakikaya bile erişemiyor. Kulak memesi sağmadığı anlarda; saçını düzeltiyor, başını oğlanın omuzuna dayıyor, çekiyor, kokluyor, eliyle sevgilisinin eline vurarak “şap... şap...” alkış tutuyor, oynak mezürlerde kafasıyla iki yana komiklik yaparcasına müziğe eşlik ediyor. Baktım olacak gibi değil. Küçümengillerden olduğumuzdan kızımın omuzunun yanından eğilip, onun görüş açısına tecavüz ederek kalan bölümü izlerken, kızın da oğlanın da icra edilen eserin ne amacı, ne anlamı ne de ne değeri olduğu konusunda hiçbir fikirleri olmadıklarının farkına varıyorum. Dinlediklerinin bir sevgi olduğunda hem fikiriz, ama neye olduğu konusu hayli tartışmalı. Beklentilerinin karşılanmasını sevgi zannetmelerinden ve o an bu temel ihtiyaçlarının derdine düştüklerinden “memleket” demek hiç akıllarına gelmiyor. Daha çok Richard Gere ile Julia Roberts’ın “Pretty Woman”nını ya da Seda Sayan’ın sabah programını seyredercesine ya da Serdar Ortaç’ın özlü, sözlü şarkılarını dinlercesine.

Sevgili Bekir Coşkun’un söylemiyle, belli ki sevgiyi mekanla “denk düşürememişler”di zaar. Ya tüm seyirciler gibi oynaşmadan izleyeceklerdi ya da sevişeceklerdi. E, sevişeceklerdi ise bizim orada işimiz ne idi, iki dirhem bir çekirdek ya da sevişmeye en müsait yeri mi seçememişlerdi. Usta; daha gençken “denk düşüremeyenin”, yaşı geçtiğinde hali nice olur ?... sen de gerisini.

Kısaca salonun dışı da bir,içi de bir olduğu kesindi, bugünlerde kafaları allak bullak eden “Neden ?” sorusunu yanıtlarcasına.

Yaşanan çelişkiler bir yana, muhteşem bir geceydi. Son bölümle birlikte seyirci, hiçbir gazetede yazılamayan kötü, umarsız, umursuz düşüncelerin aksine salonda uçuşan coşkulu elektriğin Amperini yükselttikçe yükseltiyor. Sahneye Bülent Kalıpçı çıkıp, önce emeği geçenlere günün anlamına ilişkin plaketler verdikten sonra kısa bir konuşma yapıp, “Ankara’nın başkent oluşunu Atatürk kendisi önermiştir. Yani; önerinin bizzat sahibidir ve böyle olmasını çok arzu etmiştir. Bu nedenle; hiç kimsenin bunu değiştirmeye gücü yetmeyecektir.” diyerek sözlerini noktaladığında, salon Deli Dumrulların keyfi derebeyliğiyle pıstırılmışlığını bir anda üzerinden atmışcasına ayakta alkışlamaya başlıyor. Zira; konuşmasının başındaki makamı selamlama bölümünden, tam altımızda “Ankara’da bir Kayserilinin” de bizimle birlikte “Ankara 1923”ü farklı duygularla locasından seyrettiğini anlıyoruz. Gerçekten çalışmadığından emekli olamamış olması balkonda, bu ülkede hiçbir ayakizinin bulunmaması salonda yer bulamadığından kala kala yasal hakkı olan balkon altı locasından izliyordu. Kesilmeyen alkışlar üzerine Bülent Kalıpçı “Bu eser, 27 Aralık günü sahnelenmesi düşünülürken, Opera ve Bale Müdürü Rengim GÖKMEN’in önerisiyle 85. yılı kutlamaları çerçevesinde sahneye konmuştur” diyerek Rengim Gökmen’i sahneye çağırıyor. Rengim Gökmen; Ulu Önder Atatürk'ü, babasının oğlunu çağırdığı gibi “Mustafaa” demeden, ona duyulan sevgiden, hasretten söz edip bu gecenin başarısında kendisinin katkısının olmadığını iddia ederek mütevazılığını sergiliyor. İlk bis’te “Sakarya Marşı” seyirciyle birlikte yeniden seslendiriliyor. Şef Erol Erdinç ikinci bis’te herkesi şaşırtarak sahne yanındaki piyano başına geçip “10.yıl Marşı”nı çalmaya başlıyor. Seyirci söylemeye çoktan teşne. Şef piyano başında, yani o an orkestra da koro da şefsiz. Birden koronun kendiliğinden katılımıyla konser tam bir bayram kutlamasına dönüşüyor.

Konser çıkışında karşılaştığım gerçek o ki; bu akşamki seyirci, “Cumhuriyet Mitingleri” gönüllülerinin nohuta, kömüre bulaşmamışlardan oluştuğuydu, her ne kadar bayramlık giysileri içinde ilk bakışta tanınamamış olsalar da...

Nice Yıllara...

ahmet haluk başaklar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder