25 Kasım 2009 Çarşamba

Bir Gün Mutlaka...

Önümüz bayram, yine bir kaşık suda bir hiç uğruna kopartılan grib-ül domuz zayiatından çok fazlasını salı gününe kadar yollarda vermiş olacağız. Bu nedenle, bu günleri bayram olarak adlandırılmasından yana olamıyorum artık.

Size üstte; adeta yaşanmamış o yıllardan, bir masalın içinden seslenircesine seyredilen "Ah Müjgan Ah" filminin yaklaşık 11 dakikalık bir bölümünü paylaşıyorum. Hani, O malum yıllardan. Konuşmalar, bir film metni olarak değil de bir kâhinin söyledikleri gibi dinlendiğinde çok "off" çekmeye müsait. Rahmetle andığım Sadri Alışık'ı çocukça duygularla sevdiğimi sanırdım, ancak bugün farkına varıyorum ki, şimdinin büyüklerinden daha dolgun, doygunmuşum. O günlerde seyrederken boğazıma sanki bir ayıboğan ayvası oturmuşcasına tıkanır, gözlerim akacak yaşlara çocuksu erkeklikle inatla direnirdi. Şimdi öyle değil, koyveriyorum, tonton erkek kıvamında boşalıyor kendiliğinden. Ancak, o yıllarda film bitip de perdede beliren o ürkek "SON" yazısından sonra yaşamın düzgün akışına yeniden kavuşurdum. Ama şimdi öyle mi, "SON" yazsa da yaşananları sürdürmek için dışarı çıkıyoruz yalnızca, kapısız bir korku tünelinin ağzını kaybetmişcesine...

Geçen haftasonu, ülkemin Başkentine bilemedin 90 km uzaklıktaki Kızılcahamam'daydım. Geçen Kurban Bayramında gazlı kalemlerle üzerine hiddetin titrekliğiyle "ALKOL BULUNMAZ" yazılı kırmızı renkli kartonlar artık lokantaların camlarında gözükmüyor. Zira tek alkollü içecek bulunduran, yıllarca müdavimi olduğum o salaş, bahçesi çakıltaşlı, tahta masalı, ağaçlarından başa yaban(japon) elması düşen, bir köşeden "Pala"nın sazının sesi yükselen o mekan bir metrukhaneye dönmüş yeni bir Musa'nın katledilmesini beklercesine buldum. Kısaca ufuktaki her mekan alkolden arındırıldığından, aksi olamayacağı varsayımıyla uyarıya bile gerek kalmamış. Şimdi nasıl hasretle anmazsın Usta Sadri Alışık'ı. İşte bu taze duygularla, eskimiş kitaplarımdan birindeki bir öyküyü sizinle paylaşmak isteme nedenim.

Bayramınızı kutlamak yerine, Bayramın adına öykünüp ehil olmayan bir ehliyetlinin senaryosuna figüran Kurban olmamanız dileklerimle...


Körkütük sarhoşum, yıllardır usanmadan aynı suları kucaklayan şehir hattı vapurunun boğazda ışıklarını serpe serpe gidişini seyrederken. Kısılmış, kızarmış gözlerimin gördüğü pembelik, bulanıklık; gömleğimin yakası gibi kirlenmiş ilişkileri, paçası gibi dağılmışlığını toparlayamıyor. Terelmiş kazağım gibi incelmiş duygularım ise koptu kopacak artık. Bir anda Nişantaşı’ndaki o kibar beyefendi geliyor gözlerimin önüne. Bir de Beyoğlu’daki tramvayın vatmanını düşünüyorum. Ya o; sudan şişmiş ayaklarını sıvadığı paçalarından denize sarkıtmış, tutabildiği tek istavriti de kendine kızartıp çay bardağından yudumladığı rakısına meze yapan Kumkapılı balıkçı…

Onların gördükleri benim de gördüklerim, onların düşleri benim de düşümdü hep. Yıllardır, ağzından girmiş burnundan çıkmış olta iğnesini niyedir bilemiyorum, bir türlü çıkarmasını beceremedim. Belki de balık yiyemeyişim bu nedenledir, kimbilir ?

Delinmiş çorabımdan fırlamış beni selamlayan başparmağımın sevecenliğine gözüm takılıyor. Seviyorum onu, çünkü; komik görüntüsü beni her zaman gülümsetebiliyor. Yanındaki tabanı yağmur, çamurdan timsah ağzı gibi açılmış kösele ayakkabılarım koku saçmaya devam ediyor hiç yorulmadan. Çevreme verdiğim tek rahasızlık bu olsa, alır koynumda saklardım mutlaka onu. Ama halim zaten baştan aşağı vukuat içinde kalmış, bir eksik ayaklarımın yaptıkları.

Asılıp küreklere boğazı baştan aşağı geçip açık denizlere açılmak geliyor içimden. Oysa, parmağımı oynatamayacak güçsüzlüğümle bu nasıl olacak, orası biraz karanlık.

Ilık esen rüzgârdan derin bir soluk alıyorum, yaşamıma bir tazelik getirir umuduyla. Ve aynı bollukta verdiğim nefes; umutsuzluğun, çaresizliğin mutsuzluğunu taşıyarak fıslıyor dudaklarımın arasından buharlaşmış alkolle birlikte. Halbuki, “bir gün mutlaka…” diye alt alta diziyorum her gün umutlarımı yekün almaksızın. Hep sipariş, hep ısmarlama, hep istek hep ama hep. Ben mönüyü sıralarken ya malzeme bitmiş oluyor ya da yeni tükenişler karşılıyor özür dileyerek. O zaman Ozanın içinde yüzdüğü şişeden bir “fırt” daha çekiyorum, “belki de o gün bu gündür” diye.

Alkolün etkisiyle hışırdayan kulaklarımı kabartıyorum bir ses gelir diye. Kuru gürültü o asudeliğe hiçbir şey yapamıyor. Kapanan gözlerime çarpan meltem ara sıra da olsa göz kapaklarımı aralatıyor. Yattığım yerden içinde olduğum karaltıyı, onun üzerinde salınan ağaç dallarının selamladığı, Afrodit’in defneler içinde uzanışı gibi süzülen boğazı, onun üzerinde de dolunayın çevresinde kıpır kıpır cilveleşen yıldızları görebiliyorum boylu boyunca bayırdaki çimlerin üzerine yatmama rağmen.

Aniden, önce gözkapaklarımı sonra da retinamı delip geçen ışıklarla kendime geliyorum. Parkın aşağısından yokuş yukarı burnunu bana doğru çevirmiş, evindeki tüm aydınlatma araçlarını yanında getirmiş son model bir araba ile karşı karşıya kalıyorum. Ne üzerime geliyor ne de ışıklarını söndürüyor. Öylece farları açık duruyor karşımda inatla. “Belli ki yasadışı bir sevişme aracı…” diye iç geçiriyorum.

- Kapat be adam farlarını. Ne sizi ne de yapacaklarınızı gözetlemeye hiç mi hiç niyetim yok. Şunları söndür yeter… İnanmıyorsanız bakın arkamı da dönüyorum size…

İnandırıcı olsun diye yattığım yerde sağıma doğru kaykılıyorum adeta yığılırcasına tüm sarhoşluğumla. Burnumun ucunda parlayan rugan ayakkabılarla yüz yüze kaldığımda “Aha, şimdi hapı yuttuk” diyorum içimden. Siyah ayakkabıların üzerinde kibirle jilet gibi duran duble paça pantolonu bakışlarımla takip dahi edemiyorum. Başımı son gücümü kullanarak yukarı doğru çevirmeye çalışıyorum.

- A..aa.. ! … siz ..!..
- Ne o, tanıyor musun beni ?
- Tanıdım…tabii ki tanıdım…
- Nereden tanıyorsun beni ? Oysa ben seni ilk kez görüyorum.
- Siz…siz… Nişantaşı’ndaki o kibar beyefendi değil misiniz ?
- Sen öyle diyorsan, öyledir. Ne bileyim ? Burası İstanbul. Nişantaşı’ndan geçerken belki de rastlaşmışızdır, kimbilir ? …Peki, niye ben ? Anlayamadığım benden önce belleğine kazınacak bunca güzel varken, niye ben ?
- Aklımda güzeller değil, iyiler kalıyor sadece. Ne bileyim işte birden hatırlayıverdim sizi.
- Ee.. N’apıyorsun burada yalnız başına ?
- Ne yapıyor gibi gözüküyorum ? Kafa çekip aklımdaki havalananları bir yerlere oturtmaya çalışıyorum.
- Oturuyorlar mı peki ?… Neyse canım, beni ilgilendirmez. Söyle bakalım, paran var mı ?
- Vallahi bana fazla güvenme, meyhaneciye bile borç takmış durumdayım.
- Desene, derdin arttıkça borcunda o oranda çoğalıyor.
- Aslında dertlerim borçlarımdan çok ama benden başka farkeden yok.
- Şu an cebinde paran olsa ne yaparsın ?
- Ne kadar olsa ? Biliyorsun Seyfi Baba “Ne kadar para o kadar köfte” diyor.
- Çok değil ama bir şeylere yetecek kadar.
- Bak şişe dibini buldu bulacak diye kaç saattir idare ede ede içiyorum. Bunu dipler, gider bir tane daha balıklı şişeden sokarım zulama.
- Balıklı şişe mi ? O da ne ki ?… Markası mı ?…
- Boş ver. Aklını yormaya değmez bu saatte.
- Yanında bir şeyler yemeyecek misin ? Mesela, patlıcan kızartma, Arnavut ciğeri…
- Yerim yemesine de istihkakım yeter mi ?…
- Yeter yeter. Sen ısmarlamana bak. Al işte…

Tombul Pekin ördeğini andıran cüzdanının açtığı kanatlarından ince bir deste çıkartıp uzattığında soruyorum;

- N’apıcağım bunlarla ?
- Bana bak, bunca lafı boşuna mı konuştuk ? Beyaz örtülü bir masa donat kendine, içinde et olsun, sakatat olsun, kızartma olsun, yağ olsun… Olsun oğlu olsun işte, ne bileyim. Ismarla oğlum ısmarla. Korkma. Haa, yanına da bir şişe aç, o dediğinden. N’oldu ? Yoksa saydıklarımın bazıları dokunuyor mu sana?
- Yok yok. Sadece benimle dalga mı geçiyorsun diye düşünüyordum.
- Yoo, niye geçeyim ki ? Son derece ciddiyim. Korkma bu paralar da kalp değil hepsi gerçek. O halde daha ne duruyorsun?
- Bu devirde…
- Bırak bir kenara o devri, bu devri. Sen ne diyorsam onu yap. Aman, sakın ha, kadına kıza, eve, çocuklara değil. Yalnız söylediğim çilingir sofrası için harca bu paraları. Hadi davran.
- Bir şartım var. Nedenini söylemeden asla.
- Neden olacak, kendimi bildim bileli saydıklarımın bir gramı bile bana yasak. Uymazsam ölüm avucumun içinde. Kalp var, şeker var, damar sertliği var, tansiyon var, gut var, … var oğlu var senin anlayacağın.
- Eee.. ! …
- E’si şu ki; ben yiyemiyorum, içemiyorum. Hiç olmazsa canım çektikçe birileri yapmalı bunları benim yerime.

dedi ve ayağa kalktı, son sözlerini tamamlayarak. Deve tüyü paltosunu savurtup arkasını dönüp yokuş aşağı yürümeye koyuldu. Bir yandan elini kolunu havada sallayarak bağırıyordu;

- Mutlaka ama mutlaka dediklerimi yap. Hele sana verdiğim paraları bunların dışında harcarken bir yakalayayım, vay haline. Hiç acımam bilesin.

diye haykırarak farları ve motoru hala açık arabasına hışımla bindi ve lastiklerinden havalandırdığı toza egzozunun dumanını karıştırıp sokak ışıkları yanmayan köşeden kıvrılıp gözden kayboldu. Torbalanmış şaşkın gözlerimin altında kuyuya sallandırılan boş bakraç gibi sarkmış çenem hala açıktı.

Kendime geldiğimde, yaşamımda her gün “bir gün mutlaka…” düşlerimi beklemek ya da gelmeyişini kutlamak için içmemin, benim “bir gün mutlaka…” mı her gün yaşayan birisi tarafından “bir gün mutlaka…” düşü olduğunu farkettiğimde gözyaşlarım çoktan pınarlarından taşmış yanaklarımdan süzülüyorlardı nazlı nazlı.


ahmet haluk başaklar

Fesleğenin Kokusunu Okşamak (2004) - "Bir gün mutlaka"

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder