29 Kasım 2009 Pazar

Cevriye'nin Fosforu

DEVLET tiyatrolarının Aralık ayının ilk haftasının sonuna kadar sergilediği "Fosforlu Cevriye"ye ilişkin 6 Aralık 2008 tarihli "Cevriye'nin Fosforu" yorumumu yineliyorum. Hani; belki de gaza gelip, tüm AVM'leri amaçsızca adımlamaktan iyidir niyetine...
Bu akşam, Refikamın her zamanki atikliği yerine, azmi sayesinde DT'nun Akün Sahnesinde sergilediği "Fosforlu Cevriye" oyununu seyretme fırsatını bulduk. Bu kez, internetin bilmem kaç MB hızı bile, biletlerin sifon deliğinden akma hızında tükenişine seyirci kalmamızın ötesine geçiremezken, her zamanki karamsarlığımın beyaz rengi olan refikamın, kargaların kahvaltı saatlerinde pusuya yattığından haberim yoktu. Ve bir sabah "tamam"diye müjdeyi verirken "bu kez hem de en ön sıradan" dediğinde sabah mahmurluğumun ayılmazlığını, bir saldırmanın keskinliğiyle paramparça etti. Yani, usta bilet avcısının yanında "Yav gidemiyoruz, bilet ücreti de gündem yaratacak pahalılıkta da değil. Allah bilir bu bilete muhtaç kaç seyirci bekliyordur" diye iade etme külfetine katlanan, tanımadığım sabık koltuk sahiplerime de teşekkürü bir borç biliyorum.


"Fosforlu"yu, çok eski yıllarda Neriman Köksal'lı, Orhan Günşiray'lısını seyrettiğimi hatırlıyorum. Yaşamın, delibozuk Medyabazların zorla gözümüze, kulağımıza tıkıştırdıklarından ibaret olmadığının farkında olanlara hararetle tavsiye ederim, zincirlerinden bir halka koparma olanağına kavuşma fırsatını yakalayabileceklerinden.

Müziklerini Atilla Özdemiroğlu, Şarkı Sözlerini ve Yönetmenliğini Gülriz Sururi'nin yaptığı, Fosforu Feray Darıcı'nın parlattığı gece için söz söylemenin bana düşmeye tenezzül etmeyeceğini söylemek yerinde olur. Geçen sezon izlediğimiz "Rembetiko" kıvamında, uzun yıllar hatırladıkça yaşayacağımız, yaşadıkça da daha çook hatırlayacağımız bir "müzikal". Her ne kadar müzikal tanımında operet ile karıştırılarak "konusu hafif" diye hafifsense de konuyu bilenler açısından bunun nasıl hafifletileceği hayli merak konusu idi. Yok yok, korkulan olmadığı gibi, yağdanlık uğruna sansür yandaşlığına soyunulmadığından oyuna çok büyük bir ihtişam katmış.

Seyirciliğin ötesine geçmemiş olsam da bana vurucu gelen önemli noktaların başında, "rol seçimi" konusunda çok özen gösterildiği ya da o kadar birikmiş genç usta sırada bekliyor ki, hangisine bu görevlerden biri verilse, altından alınlarının teri, yüreklerinin sevgisiyle kalkacaklarmış izlenimine düşmemek elde değil. Yine aynı sıradaki önemli nokta; rol dağılımı öylesine ustaca sahneye yayılmış ki, bir ya da bir kaç oyuncunun ağırlığına abanılarak perde açılmamış olduğu aşikar. En küçük tiratlardan büyük oyunlar üretebilecek ustaları 3 saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bir akıntıya kapılmışcasına sürükleniyor insan.

Akün Sahnesi, Çayyolu Sahnesi'nden sonra en beğendiğim sahne. Oyuncular, müzisyenler kalabalık. Doğal olarak onca insan ve mekanın desteklenmesi için bir o kadar da yüzünü görmediklerimiz var. Hepsi bir araya geldiğinde, hiçbir davetli icabet etmemiş olsa da önlerinde çocuğunuzu evlendirmekten gurur duyabileceğiniz bir kalabalık.

Kostüm, Işık, Müzik DT'nun bildik sağlam alt yapısıyla oyunun çıtasını dimdik ayakta tutuyor.
Uzun uzun yazacak cümleler yerine mükemmelliğini tanımlamak için ozanın deyimiyle "kelimeler kifayetsiz" kalıyor. Bu nedenle "nasıl"ları yerine sonuçlarından söz etmek usluba uygun düşeceğini sanıyorum.

Daha önce değindiğim gibi; gerek siyasi taşlamalar, gerek yansız cinsiyet ya da cinsiyetsizlik, gerek kullanılan argonun, jargonun abartılmadan işlevini görmesi, oyunu düşünsel anlamda son derece dolgun ve doygunlaştırmış. TV ekranlarından eski eserlerin ipini pazara çıkarmış dizilerin aldanışlarında 10-15 civarında 12 yaş altı çocuğu oyuna getirenlere, bu konuda dilimde temcit pilavına dönüşmüş söylemleri bir kez daha yinelememi zorunlu kıldı. Sorun "çocuk getirilmesin" olmadığı aşikar. Gelişim evresindeki çocuklar, bir evre atlanılarak şahit olduklarına ana baba da aynı cehalete ortak olup, "çocuk kandırılmamalı, gerçekleri tüm açıklığıyla bilmeli" diyerek zihinlerindeki taşların olmadık yerlere olmadık biçimde istiflenmesini sağlayarak, erken yaşlarda yatıştırıcı hap kullanılmasıyla tedavi süreci yaşayan bir nesile "katkıları eksik olsun" diyorum.

Gelelim en ön sırada oturmaya. Bu güne kadar bu tür yerlere hep kendi cebimizden ödediğimiz bilet ücretleriyle gitmemiz, bizi bu yaşımıza kadar hep en ön sırada oturmamamızı sağladı. Bana sorarsanız, hiçbir yerde en önde oturmayı sevmediğim gibi beni huzursuz da eder. Düğüne gidersiniz, dansöz tutup sizi kaldırır, oynatmaya kalkışır, gösteriye gidersiniz illizyonist kulağınızdan yumurta çıkartır, panele katılırsınız mikrofon uzatılır,... Bu nedenledir; üç sırası satılmış tiyatroda bile gider 3. sırada otururuz, ilk iki sıra bomboş olsa da. Bilebildiğim kadarıyla ilk sıradan başlamak üzere oyunun tutmasına bağlı olarak belirli sıra "kontenjan"dır. Bana sorarsanız "beleşhane". En dayanamadığımsa, gelmeyen DEVLETLU'nun yerinin boş bırakılması, her ne kadar bu uygulama, bu yaşamdan göçenlerin "hala aramızda, yaşıyor" anlamını taşısa da.

Kısaca bu gece yaşanılası bir oyun izledik. İsimleri altalta sıralanınca kırmızı halı uzunluğunu bulan, "alnında ışığı gören" her ustaya şükranımı yollamak beni mutlu ediyor. Elimden gelen de bu...

Sevgilerimle...
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder