19 Nisan 2010 Pazartesi

Tembel Teneke...


Yoo, yoooo... sakın hepinizin başından geçmiş bu tadı tuzlu anılarımdan söz edeceğimi zannetmeyin. Fotograf, tarihi dışında açıklanmaya gerek bile duymuyor, karedeki tek erkek ben olduğumdan. 1966 yılında Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda bir 23 Nisan kutlamasından.

O günlerin soluğu burnuma kaçıpta kırıtırken, unuttuğum kimi ayrıntıları aklıma getirdi. Örneğin; çok da iyi tanımadığım fesli insanların yaşadığımız ülkeyi yabancılara sattıkları..!.. İstanbul’un göbeği yetmezmişcesine Anadolu’da Schengen vizesiyle efeler gibi dolanan AB simalı askerler. Beynimin küçük ya da henüz yeterince gelişimini tamamlamamış olmasına bağlayarak bu olanları aklım bir türlü evirip çevirip ne demek istendiğini anlayamazdı, o yıllarda. Ne satmışlardı, parayı kim almıştı, ne yapmıştı onca serveti, alıcı aldıklarını ne yapmıştı ? Tarihi tahayyül etmekte son derece zorlanırdım. Zira; madem bu anlaşılmaz ticaretle ülke elden gidiyordu ise neden onca halk oturduğu yerden gıkını bile çıkartmamıştı. “Olsa olsa kırk Haramiler masalındaki Ali Baba misali, sandıkları kaçarken yanında götürmüş olsa gerek” derdim. Bir de hadi ülke bizim olduğu için cansiperhane davranmamız anlaşılır gelse de yedi düvelin canını ortaya koyması anlamsız gelirdi.

Özetle; kimse bize bağımsızlığı anlatamıyordu, zira biz hep özgürmüşcesine aklımız esarete bir türlü yol veremiyordu. Etkileyen ayrıntılar ise; “falaka”, “rahle” üzerinden bilmediğimiz bir dilin öğretilmesinin dayatılması, işgal kuvvetlerinin yerleşik halka yaptığı "zulüm". Bir de yaşadığı şaşalı yaşamı yitirmeme uğruna yabancıların her dediğine gözü kapalı, tuğrasını parmak ucuyla gösterilmiş her yere basan çok eşli Padişah. Küçük aklım, seyredip de yorumlayamadığı siyah beyaz Cahide Sonku’lu filmlerden etkilenerek zaman zaman aşkı uğruna kendi kasasını soyan veznedarı aklıma getirerek Harem’deki tutkulu cariyelerin müsrifliğini bile düşünebilmişti.

Sonuç; baştakilerin müsrif, bencil, haris olduklarından hiç kuşkum yoktu. Ama ne yalan söyleyeyim, onları çok da suçlu bulmuyordum. Asıl bana ters gelen Saray’ın bir kaç yüz askerinin hakkından bir ülke dolusu insan neden gelmeyip maydanoza ayak uydurmuş bülbülü oynuyordu ? Sanki, tükürülse boğulabilecek kadar basitken, neden iş yokuşa sarmıştı. Oysa Atatürk, bir avuç arkadaşıyla halletmişti onca işi, adeta. Padişah’a postasını koyunca adına idam fermanı çıkartılmış, bunun üzerine O da dönüp “hedi len ordan” demiş, esmer sakallıyı apar topar bir faytondan indirip bir tekneye bindiren yabancılar kendi ülkelerine kaçırıvermişti. Bu, bu kadar basitti, çocuk aklımda.

Halbuki sınırlarımızın ötesine de ötesindekilere de hiç ihtiyaç duymamıştık o güne kadar. Elma, armut, leblebi, fındık, ekmeğimizin unu bize yetiyordu da artıyordu bile. Okumuzu, sapanımızı, telden arabamızı, tornetimizi kendimiz yapıyor, cevizleri ağaçtan toplayıp “hangi baş” oynayabiliyorduk. Oyun aralarında bazlama arası kıllı tulum peyniriyle karnımızı doyuruyor, pekmez içip daha uzun süre koşabiliyor, yorulunca da herhangi bir evden hakiki limonata içip susuzluğumuzu giderebiliyorduk. Kapı gibi ağaçlarımız, bahçelerimiz, derelerimiz, bağlarımız, tarlalarımız, dağlarımız vardı. Kuşları uçarken ayırd edebiliyor, hangi ağacın dalından uçurtma iskeleti yapılabileceğini, paket kağıdının neyle ve nasıl yağlanıp inceltilebileceğini bizden daha iyi kim bilebilirdi ki. Tüm ihtiyaçlarımıza bunlar yeterliydi. Aksilik olursa göğüslerine sulu burnumuzu dayayabildiğimiz ailemiz, komşularımız, mahallelimiz vardı.

Çok sonraları anladım ki; olanları anlayabilmem için önce kaybedip sonrasında kazanmam gerekiyormuş, tıpkı bugün kadınlarımızın içine düştükleri durum gibi.

Anlatılanları özetler mi bilmem ama “Hamarat annenin tembel kızı olurmuş” derler. Sanırım doğru.

Bugünlerde her sabah inceden inceye düşünülmüş başka bir ayrıntı ile karşılaştıkça; Atatürk’ün ne kadar hamarat bir lider olduğuna tanık olsak da sırtını peke dayamış bir halkla gelinebilinen yer ancak burası olabilmiş. Elimizdeki daha doğrusu cebimizdeki sermayeyi sonuna kadar tüketmiş, tüm atış haklarımızı kullandığımız için artık iş, sil baştan yeniden aynı yolu kat etmeye geldi.

Özetle; yok pahasına, iznimiz dahi olmadan pazarlanmış kurumlarımızı yeniden geri almak için ardımızda ne AB ne de ABD’ye dayamadan, hakkı verilip pastırmayla iftar edilmemiş, kara zeytine omuz vermiş bir oruç kıvamında, kararlılık ve tutarlılık içinde bağımsızlığımıza kavuşmak için tüm sıkıntılara göğüs germenin günü gelmiştir. O yıllardaki bu çaba “Kurtuluş mücadelesi”, verilen mücadele de “Kurtuluş Savaşı” olarak adlandırılmıştı, sonraları. Zaman içinde kantarın topuzu “Vatan, Millet, Sakarya” diye kaçırılsa da bir fotograf karesinin dışına taşarak sırtında, kundakta mermilerin taşınmasındaki fedakakarlık, vefakarlık sanırım işte bu aynı saatlere denk düşüyor.

Atatürk, çocuk, sevgi iyi niyet üçgeni istismar edilerek çarpıtılmış, bayramın adındaki tüm gizemin “Ulusal Egemenlik” te yattığı gerçeği bilerek ya da aymazlıkla perdelenmiş.

"Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir kılavuzun ardından kaybedilenleri, yeniden kazanacağımız günlerin mavi ve aydınlık umuduyla,

23 Nisan ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMINIZ
KUTLU OLSUN.

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder