19 Temmuz 2010 Pazartesi

Düğümlenmiş Düğünler

Başımızdan bir cenaze geçtiğine göre, bir düğün yazmanın zamanıdır diyordum ki; körün istediği bir göz misali, buzlusundan bir duble içmeye gittiğimiz mekanda bir düğün ile karşılaştık, hem de hiç yadırgamadan. Zira; çok iyi biliyoruz artık; evlenmenin de bir mevsimi, hatta iki bayram arasına bile denk getirilmemesinin gerektiğini.

Oysa, bir zamanlar öyle miydi? Babanın sokağa dökecek parası varsa düğün yapar, yoksa nikah dairelerinin önündeki çingene çocuklarla köşe kapmaca oynanır, şeker kutularına dair mutlaka bir öykü yaşanırdı, dağıtacak olanın geç gelmesinden, şekerlerin gecikmesine kadar. İyisi mi, ritüeli en başa alıp alîcenap sırasını atlamamaya gayret edeyim.
Damadın; Doktor, Mühendis ya da Avukat olması durumu değiştirmeksizin, tek adres Gençlik Parkı Evlendirme Dairesiydi. Üstelik kimse de böyle bir seçimi, “Komonist”likle de suçlamazdı. Kısaca, donumuz kıçımıza göreydi. En ufak bir değişim, açıkta kalmasına neden olacağı bilindiğinden kimse de durumdan bir rahatsızlık duymazdı. Ha, o yıllarda mabadın açıkta kalması bir utançtı, şimdinin övüncüne inat. Neyse, geçersek bir kalem ileriye, altı maddelik başvuru işlemiyle başlanır, gün alındığındaki ikincil çift adres, nikah şerekcileri ve davetiyecileri olurdu. İki meslek erbabının da bir kaç sorusu aşıldığında, ne kadar davetiye, kaç adet şeker yaptırılacağı kızarmış yüzlere karşı vicahiye çevrilirdi. Davetiye adedinin, şeker adedinden farklı sayıda olarak söylenmesinin, nikah bitiminde hiç de utandırmayacak kadar doğru bir saptama olduğu anlaşılırdı. Nikah şekeri dediğin 22 tip, davetiye yelpazesi ise, tümü bir fotograf albümü kadardı. Nihayetinde davetiye dediğin bir araçtı, gelecekleri haberdar etmek için. Şeker ile verilen andaçların da çok özellikleri yoktu, nasılsa boyunlarındaki küçücük kağıtta, ortak soyadlı isimlerin yazması, nikahları birbirinden farklı kılardı. Bilinirdi ki; birliktelik konusunda ne kadar iddialı olunursa olunsun, yürütmesinin tedirginliği ense kılını dik tutmaya yeterdi. Yine bilinirdi ki, bir kısmı eski konumlarına, baba evlerine geri dönecekti. Bütün temenni, böyle bir akıbetin başa gelmemesiydi. Bu nedenle; harcanacak yüksek meblağlar için, aslanlar gibi ortaya iki senelik borç yaratacak hovardalığa da gerek olmazdı. Düğün yapmak isteyen babalarla, düğün masrafı yerine kurulacak yuvaya harcaması pazarlık konusu olur, bu nedenle kimse de züğürt zamparayı oynamaya kalkışmazdı. Şeker işinde bir kısım, aldıkları 2 metre tülden kesilip büzüştürülmüş keselere, 1 kilo badem şekerinden 3 tanesini sarmalayıp, davetiyeciye bastırılmış, o küçücük bir çift isim yazılı kağıdı köşesinden rafyaya geçirip sıkı sıkı bağlar ve gelenlere ikram ederlerdi. Ve içi şekerli olanlar; olay yerinde açılıp, kurulacak evliliğin tatlı geçmesi için diş aralarında kıtırdatılarak yenirdi. Nikah işleminden daha fazla boşanma davası açma kırtasiyesinin yaşadığı günümüzde, dullaşmanın sayısı her gün dolar kurunu zorlarken, havai fişek atmanın tedirginliği, olsa olsa bir ariflikti, sonradan ele güne rezil olmamak için.

Şimdilerde “denedik, olmadı” diyerek geçebiliyorlar, bir kalemde yaşadıklarını. Edilen “evet” sözcüğüyle neyi taaahüt ettiklerini bile umursamadan, salona giriş parçası, törende kullanılan ayrıntılar, bir kaç hayatını takıntılara borçlandırmışın dışında kimsenin de umurunda değil.

Bir de, aynısından 900 adedi evde bulunamayacak yerlere sokulmuş kaykılmış bakışlı fotografları biriktirten fotografçı ile Karagöz'ün oynandığı bir bölüm var. Üç kere ısrar edilmeden ikincisini almanın görgüsüzlük olduğuyla yetişmiş neslin bir ferdi olarak, 901. poz için; hareketsizleşip, flaş patladığında akıl, gözün kapalı olup olmadığına takılır hep. O sırada ahır kapısını aralamanın arsızlığındaki fotografçı, sağ elini havaya kaldırıp, “bir de buradan... lütfen buraya bakın” gibi mesleki repliklerini arka arkaya sıralarken, patlayan ışığın da sayısını saymaya güç yetmez olur. Nasılsa, bir süre sonra, muhabbetin en koyu anında, Merkez Karakoluna davet eden 2. Şube Amiri maskesi takmış aynı fotografçı, uyuşturucu tüccarının malını zulada satarmışcasına omuz ucunda belirir, masa altından kucağa çektiklerinin tümünü bırakıverir. “Tedavi gördüm, bıraktım” deme şansınız yok. Cevap hazır, “madem almayacaktınız, neden kafayı uzattınız” Böylesi bir gecede, arka masada süzülmüş iki kadını çekerken ben de gözükdüm diye, “bu resim sizin” iddiasıyla bitmeyen bir bilek güreşine kalkışmıştım. Sonradan öğrendim ki, kadınlar almayınca açıkgözün elinde patlamış, o da malı nakde çevirmenin şark kurnazını oynamıştı. Kısaca; fahiş fiyatlarla alkollenmiş ceplerden sağ, sağabildiğin kadar. Böylesi bir konu düğünün birinde vuk’u bulduğunda, yetkili merci olan işletme; “efendim, bile bile geldiniz bu 1.sınıf düğüne...”ye getirmiş, ben de; “kısaca; eee hemşerim, burası İstanbul... değil mi?” diye tepki verdiğimde, "gece gece bu deliyle uğraştırmayın beni"  niyetindeki Mafya babası edasında, lûtfedercesine hoşgörü sınırlarının içinde tutmuştu beni, kapkara parasını şehrin yerine göğüne sürmekten imtina dahi etmeksizin.

Yahu düğün dediğin mutlu bir olayken, kelimeler kötü yola düşürüp, yine içine etti, damadın da gelinin de. Neyse, dönersek bu akşamki düğüne:
Henüz konuklar gelmeye başlamamış, orkestra daha doğrusu solist kız ses ayarı (sound check) yap(tır)ıyor. “Bası kıs... efekti azalt... tiz... tiz istiyorum... cıkk... cıkkk. see...seee... ses kontrol, ses kontrol...” Sonunda duyulanlar, Ankara’nın kocaman gökyüzünde aynı sesi verse de çıtırık, dudağında dediğini yaptırtdığına olan şımarık inancı içinde, kuytudaki gösterilen geçici orkestra masasına oturuyor.

Konukların nerede, kiminle oturacakları önceden ayarlanmış. Aynı masada birbirlerini tanımayanların ısınma saatleri... bir müptelanın, diğerinin inanç özgürlüğüne denk gelmesi, aslan sütünün şeftali suyunu hoş karşılamamasının demokrasisi içinde son buluyor. Ama en çok kalça savurtturarak çiftetelli oynayan şulebaşlıya hayret ediyorum, Yukarıdaki’ne duy(urt)duğu mahremiyetinden kuşku duya duya. Bir masaya, önceden bildirilmeksizin getirilmiş, yerden bitme, 5-6 yaşlarında takım elbiseli çocuk ve bir diğer masaya memleketten gelen dört akraba, ayakta kalan masadaşlar arasında tebessümlü ancak dişleri sıkılmış gıcırtılı anlar yaşatıyor. Halbuki; elsivi diye okunan telefona bu sayılar bildirilmediği için, konukları düğün sahipleri yerine karşılayanlar tarafından, kurallara uyulmamasından ötürü kendilerinin sorumlu olamayacağını bildiriyorlar. Bu sahipsizleşmiş geleneklerin tüm çürümüşlüğü bir yana konsa bile, LCV yi yabancı bir terimmişcesine ELSİVİ diye seslendirmenin anlaşılmazlığı, düşülmüş çukurun olsa olsa derinliğini göstermekte, çıkılmasının Ali Baba öyküsüne dönüştüğünün göstergesinde. “Lütfen Cevap Verin” ve ELSİVİ. Altın rengi tuvaletine, aynı renk türban takmış kadın; kıvırttır sen, kıvırttır, en iyisini sen yapıyorsun bu memlekette, daha doğrusu bu memlekette olacak en iyi iş de bu zaten. Bir kısım protokol denebilecek VIP konuklar için ayrılan yerlerse, boşluktan bütün gece canları sıkılıp duruyor, teyyare olamamış bir kaidenin bile üzerlerine oturmaya tenezzül etmemesinin ezikliğinde.

Bir de karşılaşan insanların birbirlerini selamlamaları... Hanidir soracağım, kelimeler bir türlü denk düşmüyor. Bu gün itibariyle 55 yaşındayım, 10 yıl öncesine kadar toslaşarak selamlaşan kimseyi görmemiştim bu ülkenin hiç bir yerinde. Çocukken, oyun sırasında kafalarımız kazara çarpışsa, ikici kez kendimiz bilerek yapardık, aksi halde “kel olacağımız” tembihlendiğinden. Sanırım, günümüze taşınmış bir Şaman tortusu. Ama günümüzde devlet başkanlarının bile tokuşmaktan kastanyete dönmelerine bakılırsa; ritüelik bir yapıyı mı dillendiren, yoksa dört yüz satırı mı özetleyen bir allegori? Altından kalkması haylice güç bir seyirlik. Kimsenin, Şulebaş’ın bir Katolik geleneği olduğundan söz dahi etmek istemediği bir yerde, toslaşarak selamlaşmanın lafı mı olur? Öyküsü kısa; Emperyalist Vakıflara iş yapan Taşeron bir kadına sunduruluyor ve de maya uygunlaştırıldığından göl yoğurt tutuyor. Hatta öyle ki, içimden kimi zaman, kimi yerde benim bile takasım gelmiyor değil. Konseptin yaydığı imaj; “sevdiysen, tut düğümünden götür, hazır paketlenmiş... fast işi...” kadar acımasız ya da küçültücü. Bu konuyu da atlıyorum ama, kadınlar benim yaptığımı yapmasın, doktor işi.

Toslaşmanın hijyen açısından yararlı olduğu teziyle kemik kemiğe selamlaşanların, zorda kalıp bir kadınla öpüşmeleri ise en ilginci. Yanlış anlaşılma korkusu öyle ağır basıyor ki; başını aksi yöne aşırı hassasiyet içinde döndürmekten, karşısındaki kadına, kulak memesinden başka öptüreceği bir yer bırakmıyor. Kısaca; bir yanı “kalk gidelim” derken, öteki yanı “b.. yeme otur” der gibi.

Bilebildiğim; Düğün Marşı ile salona girilir, Komparsita ile de dans edilirdi. Şimdilerde; Müslüm de Serdar da son dönemin tüysüz Diva oğlanları da hayli iddialı, unutulmayacak o ilk dansa melodisizlikleriyle eşlik etmede.
Dikkatimi çekense; kırmızı cüppeli kadın nikah memuresinin, “sizleri, birbirinize eş olarak ilan ediyorum” demesiydi. Bunca yıllık, “sizi, karı koca ilan ediyorum” cümlesi de AB için bir sakınca mı doğurmuştu. Çok iyi bilemesem de, bunca yıllık bir duyurumun değiştirilmesinin gerçek nedeni; acaba, cinsiyet etkenini, birlikteliğin resmiyeti için bir engel olmaktan kurtarmak için miydi? Eğer kaygım, az da olsa gerçek kırıntıları taşıyorsa, bir sonraki etapta, beslediğim keçim ile evlenmemde hiçbir mahzur olmayacak demektir. Gökyüzünden gelecek Godot’ya bakmaktan, düşülecek çukurlar gözardı edilmekte. Halbuki; gökyüzünde çukur yokki, olsa da ona çukur denmezki, dense de içine düşülmezki.

Gelin, henüz altın kesesinin uçkurunu bileğine geçirmemişken, elindeki Evlenme Cüzdanını annesine huzur içinde teslim edip, dans edilmekten çok sevgiliye sarılıp dinlenilecek şarkı eşliğinde, ilk danslarını ediyorlar. Ancak; taze evliler oturduğunda, henüz sıcak yemekler yeni geliyor, evde “her gelenden ye, dönünce yemek diye zırlanma” diye tembihlenmişler, garsona kaptırdıkları meze tabaklarındaki bir kaç çatallık son lokmalarını yiyememenin pişmanlığı içindeler. Bilindiği üzre, memlekete demokrasi geldiğinden beri artık herkes içki içmiyor, sanki eskiden zorla içiriyorlarmış gibi. Bu son cümlem bana; bir zamanların “Parçala Behçet” adlı beyazperde kahramanının bir filminin, bir bölümünü çağrıştırıyor. Behçet, Bizanslılara esir düşüyor, zindanda zincirlere vurulmuş işkence görüyor. İşkencecilerin yemek molası aldığı sırada, birdenbire bir ahu beliriyor karşısında, başlıyor Parçalanmış Behçet’in orasını burasını elleriyle yoklamaya. Behçet’in belli ki çok hoşuna gidiyor ama, bir yandan da başlıyor avazı çıktığı kadar haykırmaya, başını iki yana sallaya sallaya; “Nayır, nayır. Beni böyle konuşturamazsınız” diye. Cümlemdeki hangi kelime bana bu sahneyi aklıma yeniden getirdi, ben de bilemedim.

Amerikan aksanıyla konuşmasının getirisine olanca aklıyla inanmış şarkıcı kız; Behçet Necatigil, Ümit Yaşar, Nazım Hikmet, Özdemir Asaf, Orhan Veli,... satırlarından karıştırılmış yabancı güfteleri, olanca tiz sesiyle ergenliğe yeni girip de sesi çatlamış erkek çocuk gibi söylediği şarkılarla, her seferinde davetlilere dans ettirme isteği bir türlü rağbet görmüyor. Son bir deneme daha yapıyor. Köşe masada oturan, yaşları 50 nin üzerinde gözüken, başları açık olduğundan saçları ak, yüzleri kırışmış 3-4 çift sahneye yöneliyor. Diğer konuklar onların, birazdan akrobasi gösterisi sunacakları inancıyla sandalyelerini sahneye doğru düzeltip eğlenmeye mevzileniyorlar. Bir sonraki şarkıda, kızcağız pes edip, dokuz sekizle başlıyor. Masalar meğer, bu anı bekliyormuşcasına sökün ediveriyor. İşte o an görüyorum; altın rengi Şulebaş “Goldfinger” kızının, atkuyruklu kocasını masada bir başına bırakıp, kalabalığın ortasında bir o yana, bir bu yana kalça savurtuşlarını.

Dem bitmiş, kahvenin telvesi kurumaya yüz tutmuş, seyyar kredi kartı sürücülü garson, Cebrailcesine sağ omuz üzerinde, kestiği hesabı tahsil etmenin aceleciliğinde beklemekte. Gönül huzurunda ayrılıyoruz, sonrasında görüleceklerin de önceden görülmüşlerden farklı olmadığı bilincinde. Aynen; orta yerde uzun arkalıklı koltuklarda oyuncak bebekler gibi, sağa sola debelenen gelin ile damada biçilmiş kaftanın şaşaası ile çoğunluğu terecilerden oluşmuş evlilere nasıl tere satılacağı konusu, kimsede bir çelişki olarak algılanmadığı gibi, boğa ile “oley” diye coşan seyirci ya da köprüden intihar etmeye kalkışan ile alttan “atla, atla...” diye bağıranlar misali, hiç de garip gelmiyor kimseye. Ama ben yine de dua ediyorum onlar için; yalancı da olsa, boşanabilmek uğruna bir şahit aramaya başlamalarının, çok uzak olması, hatta sonsuza dek hiç olmaması için.

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder