13 Temmuz 2010 Salı

Elmaya kurt olmak...

Geçen yıldı sanırım, trt Ankara Radyosunda Can Özgün’ün Tamer Adanalı’yla birlikte sundukları “son durak” adlı söyleşi programında tanımıştım, konuk olarak birlikte katıldığım Timur Özkan’ı. Yayın bittiğinde, kötü yola düştüğü konusunda hemfikirdik. Aslında Mimar da olsa, Mimarlıktan nafaka ummamaya kalkıştığı yıllarda gelmişti bütün bunlar başına. Kısaca; “umutsuz vaka”. Her işte olduğu gibi; “merak”tan gelmişti ne geldiyse başına. “Merak”landıkça aramış, aradıkça bilginin sorumluluğunu yüklemiş omuzlarına, ta ki; yeni bilgiler onu, yeni “merak”larla yüzyüze bırakana dek. Kısaca, günümüz zırzoplarının muhattabı olamayacak erginlikte, bilginlikte. Bildiği üç kelimeyle değil, bildiklerinden üç kelimeyle meraklara açıklık getirmeye alışık bir beden. Üstelik; bilgiyi pazarlamaktan çok, paylaşmanın izbe yolunu seçmiş, hem de gönüllü. Zira, işini kaybetmiş bir emekçi çocuğunun, döner bıçağı ile, tanış dahi olmadıkları uğruna, belki de hiç görmediği bir bahtsızın yaşamını sonlandırma cesaretinde düşülmüş çelişkinin, nedenini ortadan kaldıracak bilginin, asla satılamayacağının bilincinde olması. Böyle bir inat onu; yurtiçi pansiyon tatil bedeli karşılığında, yurtdışında bilinen 10 ünlü yer haricine sürükleyip, aptalca okunan romanların Boğaz’a nazır yalılarda, nasıl da yalap şalap yazıldığını yadırgamayanlar için, onca bilgiyi objektifiyle kare kare hapsetme serüvenine sürüklüyor. Kenarı delikli mahpus her kare, benim gibi bir çenebazı bile suskunluğa boğup, cümlelerimdeki sözcüklerimi, içimden seslendirmeme neden oluyor. Zira, o kareden yazılacak herkesin farklı bir bireysel öyküsü mutlaka olacağı için, tercih hakkımı bu yönde kullanarak, hiç olmazsa onurumla yenilgiyi kabullenmek bana daha yaraşır diye düşündüğümden.

Yayın öncesi, “yazar”ım diye boyun atkısı savurtan, tek kitaplı bir zırzop olma ihtimalimi göz önünde bulundurarak bana karşı hayli temkinliydi, ta ki kitap önsözünde “ben yazar değilim, bir yazanım” cümlesini duyana dek. Ama o, dilimin yeni yandığının farkında değildi. Zira, bir zamanlar sevgili Yaşar Sökmensüer’e, bilge Mehmet Ertüzün’den gelen, 60 lı yılların başından kalma bir kaç siyah beyaz Eymir Gölü fotografı göndermiş, o da Usta’lığına toz bile konamayacak cesaretteki kelimeleriyle kurgulayıp, okuyucusuna duyurmuştu. Gelenektendir diye de, bilgi kaynağına bir kaç onurlandıracak sözü de eksik etmemişti, yeni yetme, yerden bitme bir gazeteci olmadığını başa vururcasına.

Sözün özü, bu fasılda benim için kullandığı; “Aynı zamanda o bir Ankara aşığıdır...” cümlesini, o ne hislerle yazmıştı bilemesem de, yazılanlara verilecek tepkinin, karakaçanın çiftesi olarak karşıma çıkacağını, ben bile önceden tahmin edememiştim o günlerde. Neyse ki bir dostum, beni bu tatlı rüya’dan uyandırması uzun sürmemişti, “Ulan, Ankara’nın neresini biliyorsun da, gazetelere 'Ankara aşığı' diye haber yolluyorsun" diyerek. İlk işim, sevgili Yaşar Usta’ya bu fotografın bana kimden geldiğini, konunun benle hiç ilişkisinin olmadığını söylemek durumunda bırakmıştı. Hani utanmasam, “Hocam, bir yol da ‘yanlış bilgiye kapılıp, tanımadığımız birine Ankara aşığı demişiz. İşin aslı, faslı...’ diye tekzip edip, dile düşmüş bu Mecnunluğuma da bir son versen”e gelmişti.

Dönersek yayına, yanımdaki adam; Gezgin, hem de Ankaralı bir Gezgin. “Ağzını açan ne olsun Haluk” diyerek kelimelerimi, sıtmadan kurtulmak için içilen kinin gibi attım yutağıma. Haa, suskunluğumun getirisi de olmadı değil hani. Anlattıklarını uslu bir çocuk kıvamında dinlerken; o çok bilen dostlarım bu sayıya dahil midir bilemem ama, 6 milyonluk bu şehirde, benimle aynı bilgisizlik talihine haiz, en az 5.999.000 kişi olduğunun farkındaydım, bir de bunca cahil güruhuna aldırmadan yürüyen Timur Hoca’nın bu yoldaki yoldaşlarının, inadına kalabalıklığının. Kimse alınmasın ama, sırt dönülmüş, bilmezliğin umursamazlığa dönüştüğü bu bilgilerin; bu şehre kamyonu dayadıktan 1 ay sonrasında bilinmesi gerekliliğindendir, kendim dahil çoğunluğu Cahil diye sınıflamam. Örneğin, Dostum DüşHekimi Yalçın Ergir de aynı patikalarda kros yapıyormuş da ben bilmiyormuşum. Bu nedenle Mehmet Emin Bora Üstadımdan da fena halde şüphelenmekteyim şu günlerde.

Ama kendi sapkınlıklarımın haklılığı konusunda; yürek de, cesaret de verdi, yaşamın para ile olan ilişkisizliğine dair pratiğini anlatırken. Ne çağrıştırdıysa; o an, Mevlana’nın “iki elinin parmakları gözlerini kapattığında, Dünya dönmüyor sanma” deyişi gelivermişti aklıma. Ulus ile Kızılay arasında Cumhuriyetin kuruluş yıllarından kalma kaç sanat eseri ya da anıt ya da heykelin olduğu, kaçının yok edildiği, onların şimdiki akıbetleri... ya da Ankara'ya ait ilk yağlıboya tabloyu kimin yaptığı ya da şimdilerde nerede olduğu konularındaki sorular, orta yere sahipsizlermişcesine düştüğünde, oturduğum sandalye bana ne kadar büyük ya da ben sandalyeye ne kadar küçük gelmiştim.

Kısaca; gece benim için, iyi bir çıraklık yapma fırsatı doğurmuştu. En azından, elmanın sararmamış yanını da görmek için; bir Rus güzelinin kusursuz bacaklarının üzerindeki küçücük eteğini yukarı kaldırmanın keyfi yerine, üzerine abanmış yeşil yaprağını kendi ellerimle aralamamın gerektiği. Tabii ki ilerleyen yaşın dinginliğinde, böylesi sapkınlıklara istemeden sürüklenip, bir anda kıpır kıpır bir Elma Kurdu olup çıkıveriyor insan, ünlü bir kaşar artistin donunu ekran koruyucu yapmak karşıda ayan beyan dururken. Haa, o don; altındakileri koruduğu kadar güvenliği sağlıyorsa, vay haline o birgisayarın... o da apayrı ve derin bir konu. “Onu da sonra anlatırım...”

“Ankaralı Gezginler”in bir etkinliği olarak yayınladıkları e-dergisi, “Ankara Çiğdemi”ne ulaşabileceğiniz adresinden; en azından, Ankara’nın “Çiğdemi”nin ne olduğu konusunda, kıvrılmamış burunla bilinmeyenleri, bilebilmiş olmanın getirisi kazanılabilir, yitirilenlerin sızısı hâlâ yüreklerde bir parça taşınıyorsa.

Not: 9.sayısının 18.sayfasında, “Ankaralı Gezginler”in düzenledikleri bir sergiden sizi haberdar ederken, davetiyelerinin önüne yazdıklarıma yer vermişler. Amman ha, bu kez de yine yanlış anlaşılmasın, “Neren; nerede, niçin, nasıl, kiminle geziniyor ki, gezgin olasın” diye. Dostlara söz veriyorum, içinde tekzip talebi içeren hiçbir kelimemin olmadığına dair.

Sevgilerimle...
ahb

ANKARA ÇİĞDEMİ hakkındaki her türlü görüs, elestiri ve önerilerinizi, bültenimizde yayımlanmasını istediğiniz etkinlik haberlerinizi ve de Ankara’dan, Türkiye’den Dünya’dan gezi yazılarınızı ozkantimur@yahoo.com adresine bekliyoruz.
&
ANKARA ÇİĞDEMİ 'nin önceki sayılarını; grubumuzun ana sayfasındaki Files'dan E-dergi "Ankara Çiğdemi" klasörünü veya http://groups.yahoo.com/group/ankaraligezginler/files/%20E-Dergi%20%20%22Ankara%20Cigdemi%22/ adresinden ilgilendiğiniz sayıyı tıklayarak okuyabilirsiniz. Eğer açılmıyorsa dosya adı üzerinde sağ klikle Yeni Pencerede Aç yapabilir, bilgisayarınıza indirmek için aynı sekilde sağ klikle Hedefi Farklı Kaydet, yazdırmak için ise Hedefi Yazdır fonksiyonlarını kullanabilirsiniz.
&
Bültenlerimiz dergi formatında tasarlandığından booklet olarak print alırsanız, 24 sayfalık bir dergi olarak okuyabilirsiniz.
&
Ankara Çiğdemi’nin tüm sayılarını, medya destekçimiz http://www.fotogezgin.com/ sitesinden de takip edebilirsiniz…

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder